Özel televizyonları bırakalım, özel radyoların olmadığı, yasaklı bulunduğu yıllarda Polis Radyosu, devletin resmi müzik tedrisatının bir nebze dışında çalışmalara kapı aralayan tek “kurtarılmış bölge” idi. İlginç değil mi? Devletin TRT’sinin şarkı sözlerine, aranjelerde kullanılacak enstrümanlara, sanatçıların saç sakal tıraşlarına bakarak yasak koymaya çok hevesli olduğu yıllarda Emniyet’e bağlı bir radyo sınırlı bir özgürlük alanını temsil ediyordu. Türkiye işte burası… Yani gitarla bağlamanın bir arada kullanılmasına yasak koyan bir TRTdenetimini, şimdi düşününce bütünüyle anakronik bulmak mümkün. Ne yazık ki topluma yukarıdan zorla, ceberut biçimde form biçmeye çalışan statüko sadece yeni bir toplum, insan inşa etmeye çalışmadı; bizatihi müziğe de müdahale ederek gelenek ve modernlik arasındaki kendiliğinden kurulması muhtemel irtibata de engel oldu.
Bu yüzden benim gibi belki milyonlarca insan TRT’nin soğuk, yapay, toplumsal karşılığı olmayan yayın anlayışı karşısında, gerçekle daha sağlıklı iletişim kurmayı denemeye çalışan Polis Radyosu’nu dinlerdi. Ankara ve 1989-90’lardan bahsediyorum. Unkapanı’nın bu açıdan Türkiye toplumunun sahih müzikal ihtiyaçlarını yıllarca doğru okuduğu ve müziğimizin modern imkânlara kavuşmasında büyük işlev gördüğünü söylemek gerekli. Dünya müziğinin geldiği nokta düşünülürse, o yıllarda TRT’nin denetim altında tutmaya çalıştığı müzikal temsiliyet bütünüyle çağdışı ve geri idi. Oysa onlarca yıl evvel, geleneksel müzik ile modern imkânların bileşimini Mısır bile çoktan halletmişti. Bu kaba muhafazakârlık karşısında ise, toplum adeta küllerinden yeni müzik türleri çıkartıyordu Türkiye’de. Arabesk böyledir… Yani toplum, dünyayı kavrayışı hususunda devleti geçmişti.
Bir şeylerin, bazı seslerin eksik olduğunu hissedersiniz; toplum bunu hissediyordu da, devlet hissetmiyordu
Müzik sektörünün ürettiği çoğu çalışmayı günü güne takip ettim uzun yıllar. 1980’ler ve 1990’larda bütün türlerde çıkan çalışmalardan haberdardım. Mesela 80’lerde sektörden haberler sunan haftalık “Müzik-Magazin” isimli derginin sürekli okuyucusu idim. O dergiden ne yazık ki hiç kalmadı elimde. En çok ona yanarım bu konular aklıma gelince. Özellikle 1980’lerdeki sosyolojik, kültürel dönüşümü anlayabilmek için çok iyi malzeme idi bu dergi. Neyse…
Polis Radyosu, benim bildiğim ve dinlemekten keyif aldığım, ufkumu açan müziklerin bir kısmını yayınlardı. Şimdiki gibi dinlemek istediğin müziği youtube’a yazıp hemen ulaşmanın da mümkünü yoktu. Popüler değil ise ürün, kasetleri bulmak imkânsız. Bir kasete ulaşabilmek için günlerce mahalle aralarındaki kasetçileri gezdiğim çok olmuştur. O yıllarda Türkiye’de müziğin gerçek anlamda nerede olduğunu, Unkapanı’nın ürettiği çalışmaları takip ettiğim için yakından biliyordum. Fikir sahibi idim. İleri çalışmalardan haberdardım. Yani mesela türküler için artık yeni bir orkestrasyon mantığının gerekliliğinin farkındaydım. Devlet, TRT bilmiyordu ama benim gibi, toplumun kendisi biliyordu bu gerekliliği.
Fatih Kısaparmak ismini işte Polis Radyosu’ndan öğrendim 1989 yılında. Sürekli, “Kilim” isimli eserini çalıyor. Müthiş bir çalışma. Altta keman, yaylılar, üstte bir tek bağlama, cura, tumba, perküsyon, gitar armonileri, bas gitar vs... Ben hiçbir zaman 10 tane bağlamanın bir araya gelip, aynı ezgiyi çalmaya çabalamasını anlayamamışımdır. TRT’nin böyle anlamsız zorlamaları vardı. Zaten TRT’de “Yurttan Sesler” grubunun ürettiği sesin yetersizliği ortada idi. Bir şeylerin, bazı seslerin eksik olduğunu hissedersiniz. Toplum bunu hissediyordu da, devlet hissetmiyordu işte. “Kilim” eseri baştan sona bir türküydü. Bu topraklara ait, yerli bir meseleyi anlatıyordu. Üstte çalınan bağlama ve cura, eserin bu topraklarda üretildiğini, dünya müziği içinde tarihe not düşecek kadar yerli idi. Kemanlar ise bütünüyle yerli bir duyarlılık ile çalınmıştı. Bu da önemli idi. Toplumun duymak istediği bütün seslerin bileşimi gibi idi ayrıca çalışma. Yıllardır olması gereken buydu…
Polis Radyosu, “Kilim” ile toplumu buluşturdu
Kuşkusuz Orhan Gencebay’a, Erkin Koray’a kadar götürebiliriz bu müzikal ve sivil arayışı ama salt türkü formunda üretilen çalışma olarak bakarsak Fatih Kısaparmak’ın 1987 yılında çıkardığı bu kaset öncü çalışmaların başında gelir. Tabi “Kilim” kasetinin çıktığı yıl hiç satmadığını da ekleyelim. Çok sonraları eser fark ediliyor. Bu fark edişte bence Polis Radyosu’nun büyük katkıları var. Polis Radyosu, “Kilim” ile toplumu buluşturdu. Kilim kaseti hiç satmayınca büyük hayal kırıklığı yaşadığını ve hatta müziği bırakmak istediğini dinlemiştim bir tv programında Kısaparmak’tan. Ama toplum, bir şekilde fark ederek “Kilim”e tutunma şansı verdi. Bu şans aynı zamanda Türkiye’nin, Türkiye müziğinin de şansı idi.
O kaseti bulabilirseniz ve artık evlerinizde bir kasetçalarınız, teybiniz var ise mutlaka dinleyin. Çok etkileyici bir orkestrasyon bulursunuz. Türkülerin hemen hepsi bestedir ve modern müziğin geldiği imkanları gerektiği kadar, abartmadan kasete aktarmıştır Kısaparmak. “Kilim” kasetinde yer alan “Nazlı Bebe”, “Havar”, “Halime”, “Kara Sevda”, “Dağlı Kız”, “Seferberlik Türküsü”, “Gülom”, “Yaradan Aşkına”, “Beri Gel Kara Göz” isimli eserlerin hepsinin bestesini Fatih Kısaparmak yapmıştı. Kiminin sözleri de O’na aitti. Sözlerin de çok etkileyici olduğunu söylemek isterim. Sonradan öğrendim ki Kısaparmak zaten edebiyat dergilerinde şiirler, makaleler yayınlıyormuş.
“Kilim”de yer alan bazı eserleri ben daha evvel Unkapanı’ndan çıkan birçok türkü veya arabesk kasetinde vakti ile dinlemiştim aslında. Ama bu bestelerin Fatih Kısaparmak’a ait olduğunu bilmiyordum. Oysa Kısaparmak piyasayı besteleri ile bayağı beslemişti yıllarca. “Kilim” adlı çalışmadan iki yıl sonra “Bekle Küçüğüm/Yarına Kaç Var” isimli ikinci bir kaseti çıktı. Aranje mantığı ve hatta beste mantığının da biraz değiştiğini söylemek mümkün bu kaset için. O yıllar aynı zamanda “özgün müzik” denen türün de çıkış yılları idi. “Bekle Küçüğüm”, bu konsepte yaklaşmaya çalışan bir orkestrasyon ve aranje ile donanmıştı. Burada da çok iyi besteler vardı. “Gecenin Kemanı” mesela bu kasette benim çok dinlediğim bir bestedir. Sonra “Melek Annem”…
Fatih Kısaparmak ile hiç yüz yüze görüşme imkânımız olmadı. Bir kez Samsun’a konser için geldiğinde organizeyi yapan arkadaş aracılığı ile telefonda görüştük. Bir kez de, Ankara’nın bir ilçesinde sahneye O çıkmadan evve,l iki eser okumak için ben de çıkmıştım. Sahne sonrası bir radyo programına yetişme derdinden o vakit de görüşemedik… Ancak Elazığ’dan çok ortak dostlarımız var.
“Kilim”, 80’lerin sonunda çıkmış ve kendinden sonra yapılacak benzer çalışmalara kapı aralamış önemli bir çalışmadır bana göre. Bence Fatih Kısaparmak’ın kendi çizgisi içinde de özel ve tek yere sahip. “Bekle Küçüğüm”ü takip eden müzikal çalışmaları kuşkusuz önemli ama “Kilim” birçok yönü ile bütün bu külliyattan ayrışıyor..
Selçuk Küpçük yazdı