Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat romanında Talat ve Fitnat birbirine aşık olurlar. Sonra bir zalim gelir, bunların kavuşmasına engel olur. Bu zalim, Fitnat’ın üvey babasıdır. Fakat Fitnat, Talat’ı o kadar çok sever ki sürekli ağlar, hasta olur. Talat’la kavuşmalarına dair en küçük bir yalana veya aldatmacaya hemen kanar. Öyle bir ruh hali içindedir. Talat’la Fitnat mektuplaşırlar. Mektupları ah'lar ve figanlarla doludur. Ayrılığın, kavuşamamanın kendilerini nasıl büyük bir derde soktuğunu anlatırlar. Bu mektuplarda mutlaka şiir de vardır. Eğer kavuşamayacak olurlarsa, intihar edeceklerini mutlaka ve defalarca belirtirler. Ve sonunda korkulan felaket bir yanlış anlama sonucunda veya sürekli belirtildiği üzere kaderin bir cilvesi olarak gelir. Talat’la Fitnat kavuşamazlar. Fitnat intihar eder, Talat ise bu derde dayanamaz ve ölür.
Bu hikayeye Türk romanlarının çoğunda, Yeşilçam filmlerinde, hatta günümüzde çekilen film ve dizilerde rastlamak mümkün.Leyla vü Mecnun veya Hüsn ü Aşk’a bakıyoruz, orada da aynısı var. Örnekler çoğaltılabilir. Âşıkla maşuku ayıran şey Hüsn ü Aşk’ta zalim bir hükümdar olan Hayret’tir, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ta despot bir üvey baba, Yeşilçam filmlerinde ise fakirlik olur. Yani roller, isimler değişir fakat hikaye kolay kolay değişmez. Bazı filmler mutlu sonla biter, çoğunluğu ise mutsuz sonla.
Aynı hikaye neden dönüp dolaşıp yeniden anlatılır?
Taaşuku Talat ve Fitnat’ta Talat’ın anne babası mektepte tanışırlar, üstelik henüz çocuk yaştayken. Ve aralarında müthiş bir aşk başlar. Hüsn ü Aşk’ta da aynıdır bu, Leyla vü Mecnun’da da. Bunun gibi daha birçok özellik yakalanabilir, aynıdır. Kendi içinde değişen şeyler mutlaka olacaktır. Yine Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’tan örnek verelim. Romandaki kadın tasavvuru, tarifi, tasviri aynen Hüsn ü Aşk ve Leyla vü Mecnun’daki gibidir. Uzaktan ve hayalidir. Anneden, abladan ne görülmüşse o kadar. Tahminlerle yürür ve hiç de gerçekçi değildir. Çünkü ne Şemsettin Sami ne Şeyh Galib ne de Fuzuli sevgiliyi yakından tanıma imkanına sahiptir. Leyla, Hüsn ve Fitnat aynı kalıptan çıkmış gibidirler. Fakat üç eserde de erkek tasviri sahicidir. Görünen ve yaşanan bir şeyden söz ederler çünkü. Kendi deneyimlerini kullanırlar. Bu eserlerde kadın ne kadar soyutsa, erkek de o kadar somuttur.
Neden böyle? Cumhuriyet tarihi, hatta biraz daha geriye çekersek Meşrutiyet ve Tanzimat “yenilik” demek değil miydi? Her şeyde yenilik. Bu yüzden mutlaka edebiyatta da yenilik. Tanzimat romancıları realist roman yazmak istemişler. Onlar artık mesnevi, masal ve destanlardaki gibi olağanüstü olaylarla değil toplumsal sıkıntılarla uğraşacaklardır; toplumsal sıkıntıları ne kadar gerçekçi bir şekilde tespit edip anlatırlarsa, o kadar hızlı bir şekilde çözeceklerdir. Realizmin en iyi şekilde kullanılacağı türler ise roman ve piyestir. Realizm nereden alındıysa, bunun en iyi şekilde uygulanacağı tür de oradan alınacaktır, yani Batı’dan. Meşrutiyet döneminde milliyetçi, vatanperver edebiyat ön plana çıkmış. Ülke bir varoluş savaşı içindedir. Bu arada roman ve piyesin yanına hikaye de katılır. Cumhuriyet dönemiyse tam bir “devrim”dir. Yeni bir devlet, yeni bir eğitim sistemi, yeni bir düzen. Şiirde hece ölçüsü esas kabul edilirken, hikaye ve romanda ulusalcılık hızla yükselişe geçer, bunun yerini ilerleyen zamanlarda sosyalizm alacaktır.
Tüm bunlar yaşandı ama bugünden geriye doğru bakıldığında anlatılan hikayelerin ana hatları açısından aynı olduğu görülür. Şemsettin Sami aynı hikayeyi, “erkek ve kadınlar birbiriyle görüştürülmeden evlendirilmemeli, yoksa büyük felaketlere yol açar bu” demek için anlatır. Diğerlerinin de aynı hikayeyi anlatmakta farklı amaçları vardır. Şeyh Galib kader vurgusu için, Fuzuli aşkın büyüklüğü için, Yeşilçam filmleri fakirlik zenginlik ayrımının acımasızlığı için, günümüz dizi ve filmleri ise eğlendirmek için aynı hikayeyi dönüp dolaşıp yeniden anlatırlar. Öyleyse sorumuzun cevabı, yapılmak istenen değişim, gelişim ve yenilikte başarısız olduğumuz mudur, ülke olarak?
Gelenekten kopmak, yepyeni bir edebiyat ortaya koymak mümkün mü?
Söz konusu olan şey bir başarısızlık değildir. Kendi içinde başarısızlıktır tabi bu. Hedefe ulaşılamamıştır. Fakat daha geniş planda, diğer ifadeyle haritanın bütününe bakıldığında başka bir mevcudiyetin ve sürekliliğin olduğu aşikar. Gelenekten kopmak, yepyeni bir edebiyat ortaya koymak, bir yanılgıdan ibarettir. Siz istediğiniz kadar edebiyatı değiştirmeye çalışın, yazacağınız her şey geleneğin ana damarından beslenecektir. Kullandığınız dili bile istediğiniz kadar yenilemeye çalışın, farklı farklı üsluplarla olmadık türlerde eserler meydana getirin, yine iş dönüp dolaşıp Fuzuli’ye bağlanacaktır, Yunus Emre’ye gidecektir. İsterseniz Fuzuli’yi okumamış olun, değişen bir şey olmaz. Onun dilinden dökülen ifadeler, hikayeler, tasvirler ana damar olarak devam edecek, siz ondan neşet eden damarın da damarından beslenmiş olsanız bile Fuzuli’nin kokusunu, rengini, nefesini taşıyacaksınız.
Bu yüzden Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet yenilik diye bangır bangır bağırsın ve taş üstünde taş bırakmasın, bir tartışmadan çıkıp diğerine girsin, bir yandan Namık Kemal Divan edebiyatına savaş açsın, diğer yandan Nazım Hikmet putları yıkmaktan söz etsin, her gelen yenilik iddiasında bulunsun, eskiyi eleştirsin, beğenmesin. Şeyh Galib’in bile Divan şairlerinden beğendiği isim sayısı beşi altıyı geçmiyor, o da yenilikten söz ediyor, ilginç değil mi? Bu durum gayet tanıdık. Türkçe düşünen, yazan herkes, ona düşman olsa, ondan kurtulmak istese de, geleneğin çocuğu olmaktan kurtulamayacaktır. Nazım Hikmet’in Kerem misali yanmaktan söz etmesini başka türlü neyle açıklayacağız? Postmodern diye değerlendirilen Orhan Pamuk veya İhsan Oktay Anar’ın en başarılı bulunan romanlarında bir türlü Osmanlı dönemi efsanelerinden çıkamayışlarını neye yoracağız?
Etkilenmekten söz etmiyoruz. Onu da kapsayan, tabii eğer varsa böyle bir şey, “toplumsal bilinçaltı”nı işaret ediyoruz. Etkilenmenin de nedeni bu bilinçaltıdır. Çünkü Batılı metinlerden ne kadar etkilenebiliriz? Bir Türk romancı, zorlasa zorlasa Dostoyevski veya Balzac’dan neyi ne kadar alabilir? Eskiden Batı etkisindeki Türk şiirinden söz edilirdi. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek ve Cahit Sıtkı Tarancı’daki Baudelaire etkisi. Veya Ahmet Haşim’deki sembolist Batı şairlerinin etkisi. Şimdilerde bu tür etki ve sınıflandırmalara pek itibar edilmiyor. Çünkü biliniyor ki Necip Fazıl’ı Necip Fazıl yapan ondaki Baudelaire etkisi değildir. Ahmet Haşim’i yine Ahmet Haşim yapan da sembolist Batı şairlerinin etkisi değildir. Onları kendisi yapan, gelenekten aldıklarıdır. Temel esin kaynaklarından yani. Onlardaki Batı şiiri etkisi kısmidir, oysa gelenek etkisinin ucu bucağı bulunmaz. Çünkü onlar neyse, şahsiyetleri, yetenekleri, duygu ve düşünceleri, hepsinin de gelenekte bir karşılığı vardır. Bu yüzden farkında olarak veya olmayarak gelenekten çok şey alırlar. Ve bunlarla kendi olmayı başarırlar. Çünkü insan kendine benzeyenler üzerinden kendine ulaşabilir.
Yenilik denilince bir de bunları aklımıza getirmeliyiz diye düşünüyorum.
Ömer Yalçınova
Modern Türk Şiiri diye bir şey yoktur.Modernlik ile Türklük bir araya gelemeyeceği gibi, Türk Şiiri ile de Modern Şiir bir araya gelemez.Yenilikçilerin hiçbiri şair değildir. İnsaf nazarıyla bakarak yarım şair denebilir.Türk Şiir geleneğinden, yani karacaoğlan ve yunus tan dem vurup onlara muarız ve muhalif şiir yazanlar iki gün sonra unutulacak,tarihe isimleri değil altın harflerle,yazılmayacaktır bile. İkinci yeni, türk şiirinin başına gelmiş en büyük beladır. kadim türk şiirini dirilteceğiz!