Ortaokul sıralarından beri konuşmaya niyet edip de vazgeçtiğim şeyleri yazıyorum. En çok önüme dikilip de bana bu konuda destek yerine mâni olmak isteyenler hep yakınlarımdı. Kendi çaplarında haklıydılar da. İkide bir karşıma çıkıp aynı soruyu soruyorlardı: “Yazıyorsun da eline ne geçiyor?” Bu soruya onları ikna edecek cevabı verebilmiş değildim. Elime geçen şey, yani avucuma konan harcadığım vaktin getirisini kastediyorlardı. Yazı ile emek arasında alâka kurma geleneğinin olmadığı bir çevrede geçmişti çocukluğum. Etrafımda kimsenin okul dışı zamanlarda yazma gibi bir uğraşı olmadığı için böyle bir alâkayı kurmalarını da beklemiyordum. Yazdığım metnin matbu olarak bir yerde yayınlanması mutlu olmam için yetip artıyordu. Uzun bir süre bu mutlulukla yetindim.
Fakülte sıraları aynı zamanda paranın aslında o kadar kötü bir şey olmadığını kavradığım yıllardı. İhtiyaç duyup da alamadığım şeyler bana bu anlamda çok şeyler öğretmişti. Fakültede hali vakti yerinde tasavvuf hocam bile paranın insan için ne büyük bela olduğu konusunda ikna edemiyordu beni. “Hadi canım sen de!” deyip deyip geçiyordum. Bir gün hoca derste yine paranın arkasından kötü kötü konuşuyordu. Gayriihtiyari bir el hareketiyle “Hadi canım sen de!” deyiverdim. Hocanın bakışı bu hareketimi hemen yakalayıvermişti. “Ne dedin sen bir daha söyle, ne dedin sen!” diye ağzımın içine kadar sokulmuştu. Cümlemi değiştirip tamirden geçirerek “Hadi canım sende de var o” diye yanıt verdim. Hoca ne diyeceğini bilememiş iki elini birden ceplerine sokarak, sanki lafı cebinden çıkaracakmış gibi hiçbir şey söylemeden ağzını açıp açıp kapamıştı. O günden sonra hocanın benimle göz teması kurduğuna şahit olmadım.
Kısıtlı bütçeyle alınan dergiler
Zamanın dergilerinde her ay ürünlerim yayınlanıyor ve ben ürünlerimin yayınlandığı o dergileri kısıtlı bütçemle satın alıyordum. Bazı arkadaşlarımız para biriktirip kitap çıkarıyorlardı. Yıllarca tüketilmeyen bu kitapların taksitini matbaaya ödemek için olmadık çilelere katlanan bu arkadaşların yaşadıkları nefis terbiyesinden de öte bir şeydi. Satılmayan bir kitabın masraflarını üstlenmek ve bu kitap yığınını senelerce evin bir köşesinde bir kahır gibi görmek zorunda kalmak hiç de katlanılır bir şey değildi. Fakülte yıllarımız okurken de yazarken de cepten yiyerek geçti. Ne zaman ki fakülteyi bitirdik, dünyanın da kaç bucak olduğunu kavrama noktasına geldik, yakınlarımızdakiler yine önümüze çıkıp erteledikleri soruyu sormaya başladılar: “Alıyorsun da bu kitaplar neye yarıyor? Yazıyorsun da eline ne geçiyor?”
Yaşıtlarımın büyük bir kısmı yer sergilerinde bin bir zahmetle satın aldıkları kitapları kelepir fiyatına satmaya başladılar. Parasızlık kütüphanelerdeki kitapları bile gözden düşürmüştü. Hatta kitaplardan edindiği düşünceleri o kitaplarla birlikte satanlar bile vardı. İşsizlik ve parasızlık benim gibi bu konuda bağışıklık sistemi kuvvetli birisi için hiç sıkıntı olamazdı. Fikirlerim ve kitaplarımla barış içerisinde yaşayıp gittim. Yazdığım ikinci üçüncü kitaplardan sonra ufak tefek telifler almaya başladığımda kalem kâğıt ilişkisinin ağır bir ameliye olduğunu fark ettim. Yer altında çalışıp notlar biriktiren biriydim artık. Bir arkeolog, bir madenci ya da geçmiş günlerin sicil memuru” gibi bir şeydim. Yazmanın ağır bir işçilik olduğunu emeğimizin karşılığı bize verildikten sonra kavramıştım.
Yazarların yazdıkları karşılığında onlara para verilmemesi geleneği bir tür sömürü biçimiydi. O kadar çok sömürülen yazar vardı ki etrafımızda sömürüye dair izler gözaltlarında, saç diplerinde, tırnak aralarında, boyun arkalarında ve gereksizce çıkan kulak kıllarında sırıtıyor gibiydi. Perşembeleri oruç tutan, iftarını cami şadırvanındaki musluğa ağzını dayayarak açan ne kadar çok yazar vardı! Gün boyu edebiyat mahfillerinde dolaşıp da akşamleyin evine elleri boş dönen yazarları hiç sormayın. Bu adamlar da yazı makinesi gibidirler, lakin emeklerinin parasal karşılığını alamadıkları için bol bol kitaplarının isimlerini kalabalıklarda telaffuz ederek doyum sağlarlar. Bazıları köşe yazarıdır, fakat sahte doktor muamelesi görürler. Köşeleri hariç bir köşe yazarının sahip olduğu hiçbir şeye sahip değildirler.
“Bir türlü yazarın kalem hakkına sıra gelmez”
Devir döner, devran döner, çark döner, fakat bir türlü yazarın kalem hakkına sıra gelmez. Yazarına para veremeyecek denli durumunun kötü olduğundan bahseden bir mevkute ancak kendini kapatarak inandırıcı olabilir. Ne gariptir ki bu mevkutelerin hiçbirisi maddi sebeplerden ötürü kapanmaz. Kâğıtçıdan kâğıt alırken ödeme yapılır, nakliye kamyonuna ücret ödenir, yakılan elektrik, kullanılan su faturaları ödenir, bir tek mevkuteyi mevkute yapan asli unsur olan yazara metafizik varlık muamelesi yapılarak emeğinin karşılığı verilmez. Çünkü taş atıp kolu yorulmamıştır(!). Başkasının metnini kısmen de olsa habersiz kullandığınızda telif yasası gereği tazmin etmek zorunda kalabilirsiniz; ama bir eseri tepeden tırnağa vücuda getirdiğinizde bir müellif olarak sadece isminizden yararlanılırken, emeğiniz rahatlıkla görmezden gelinebilir.
Bir de bu kör olası mahcubiyet denilen şey yok mu? En haklı olduğunuz anda bile çenenizi kilitleyiverir. İsteyememek, hakkına razı olmak, daha doğrusu haksızlığa rıza göstermek olarak kabul ediliverir. Bu anlamda muhafazakâr kesimin telif karnesi kırıklarla doludur. Cümle kurmak işten, emekten sayılmadığı için, bu konuya riayetsizlik kul hakkından falan da sayılmamaktadır. Hatta bu malum zevat “Daha ne istiyorsun sana yazma imkânı verdik gazetemizde!” diyerek sizi borçlu da çıkarabilirler.
Şimdi birileri çıkıp da dünya edebiyatından Oscar Wilde, Emily Dickinson, George Orwell, Tolstoy, Edgar Allen Poe ve Alexandre Dumas gibi ömrü parasızlıkla geçen yazarları örnek verip karşımıza dikebilir. Hatta bununla da kalmaz, Türk edebiyatından Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Akif gibi yoksul yaşayıp yoksul ölen isimleri de kanıt olarak gösterebilir. Evet, Peyami Safa gibi yazarlar marifetlerine rağmen çok büyük maddi sıkıntılar yaşamışlardır. Hatta Peyami Safa o kadar daralır ki kirasını ödeyebilmek için telefonunu satışa çıkarmaya kalkar. Neyse ki yayıncısı Sultanhamamı esnafından telefon ücreti kadar para toplayarak şairi bu dertten kurtarır. Tabii yazarımız bunun karşılığında sağlığında basıldığını göremediği Doğu-Batı Sentezi kitabını yazıp teslim eder.
Yazarların da doğal ihtiyaçları var
Peyami Safa’nın ömrünün sonuna doğru yazdığı şu satırlar yaşadıklarının özeti gibidir: “Kitaplarımı basıp da büyük paralar kazanmamış, beni yazı kadrosuna alıp da muazzam servetler yığmamış editör, gazete sahibi zor gösterilir. Fakat benim gayret payımın mükâfatı, yarım asır süren uzun bir mahrumluk, hastalık ve işkence hayatından başka bir şey olmamıştır."… Diğer yoksulluk çekmiş yazarların da benzeri hikayeleri çoktur. Mesele elbette bu değil, böylesi durumların kader olarak algılanmasıdır.
Yazarların aşkın dünyası gündelik hayatın sınırlarını da aştığı için doğal ihtiyaçlarının olmayacağı zannedilmektedir. Daha doğrusu böyle düşünmek birilerinin işine gelmektedir. Yoksul ve derbeder yaşamak yazarlığın şanından falan değil elbet. Nasıl düşünceyi hayata geçirmenin bir bedeli varsa, kaybolmuş ya da hayatın bir köşesine sinmiş olan bir vakıayı, imge ya da tedaiyi düşünceye tahvil etmenin de bir karşılığı olmalıdır. Hiç olmazsa durmadan “yazıyorsunuz da elinize ne geçiyor?” diye sorup duranlara karşı elleri boşlukta salınan yazarların ellerini en az dilleri kadar güçlü kılmak için.
Hüseyin Akın