“…birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir?”
(Satranç-Stefan Zweig)
Satranç kitabı, edebiyat, felsefe ve psikoloji eğitimi almış Zweig’in tüm bu disiplinlerdeki birikimini kullandığı Nazizm ve savaş karşıtı bir kitap olarak görülebilir. Daha çocuk yaşlarda kültürlü ve varlıklı bir ailenin ferdi olarak özel edebiyat ve dil derslerini almasının yanısıra, Salzburg’daki evinde ağırladığı James Joyce, Maksim Gorki, Ludwig Wittgenstein, Paul Valery, Rainer Maria Rilke, Thomas Mann, Toscanini, Romain Rolland, Sigmund Freud, Hugo Von Hofmannstahl gibi dünyanın ve Avrupa’nın tanınmış simalarıyla birlikteliğinin edebiyatına olan etkisini söylemek de yerinde olacaktır. Üniversite eğitimi ve doktorasını da felsefe alanında aldığından; eserlerinde varoluş, birey, ölüm, çokkültürlülük, özgürlük, hümanizm, vicdan, Avrupa değerleri vb. kavramlarını kimi zaman direkt kimi zaman dolaylı anlatım yoluyla adeta eserlerine sin(dir)miştir. Psikoloji eğitimi almış olmakla birlikte, çok yakın arkadaşı Freud olmak üzere dönemin psikoloji biliminde iz bırakmış Jung ve Adler ile arkadaşlığının getirdiği birikimini, eserlerinde adeta ruhsal galeriler geçidi olarak betimlemesine yol açtığını belirtmek gerekir. Bir yazarın eserlerine ve hayatına etki eden faktörleri bunlarla sınırlamak, Alexis Carrel’in dediği gibi “insan denen meçhul”u anlamaya yetmeyebilir. Daha çocukluğundan başlayan “karanlık olana meyyalitesi”, romantik, coşkulu, duygulu, aceleci, karamsar ve dirençsiz yönü (ki yazdığı son mektubunda, yakın arkadaşlarının onu anlatan konuşmalarında bu özellikleri çıkartmak mümkün), iki dünya savaşını bizzat yaşamış olmanın getirdiği yıkım, baskı, işgal, ölüm ve faşizm döneminin onda oluşturduğu negatif etkileri, hülasa “ibnül vakt” oluşu da bunda belirleyici olmuştur. Hatta intiharı tercih etmesinde tüm bu faktörleri sıralamak da pekâlâ mümkün.
İntiharından önce en son yazdığı Satranç adlı eseri başta olmak üzere, Zweig’in eserlerinin çoğunda ve de yaşamında görülen karamsarlık halinin yanısıra; ruhsal çöküntü, yalnızlık, umutsuzluk, çaresizlik, hiçlik, açmazlık ve de bunların insandaki yansımalarını işlediğini görmekteyiz. Az da olsa umut ışığı aşılayan metinleri de yok değil. Hâsılı, varoşsal soru(n)ları psikoloiji, felsefe biliminin tedrisinden geçirirken, edebi dili de iyi kullanmaktan geri durmaz. Brezilya’da yaşadığı dönemde kaleme aldığı Satranç eseri de bu ruhsal ayrıntılardan nasibini fazlasıyla almış. Kitabın hemen başından itibaren başlayan Mirko Czentoviç karakterinin psiko-sosyal kişilik tasvirinden, kitabın sonunda Dr. B karakterinin geçirdiği manik depresif hali anlattığı süreç olan satranç düellosuna kadar neredeyse tüm süreçlerde, okuru adeta psikiyatri yolculuğuna çıkartır. Tüm bunlar yazarın iyi bir kaleme sahip olduğunu gösterir. Peki, “modern klasik” payesinin verilmesine ya da “dünyanın en iyi yazarı”, “büyük bir usta” “harikulade yazar” “dili mükemmel kullanan” vs gibi payeleri vermeye iter mi? Cevap nitelikli okura, yetkin edebiyat tarihçilerine ya da usta edebiyatçılara bırakılabilir, lakin sıradan bir okur olarak buna ilişkin abartılı ve gereğinden fazla yüceltici payelerin verildiğini düşünmekte önyargı olarak addedilemez. Bizi böyle düşünmeye iten de, yayınevi ve kitap endüstrisinin oluşturduğu PR’ı, okurun içinde bulunduğu sosyo-psikolojik ruh hali (yalnızlık, ruhsal bunalımlar, nihilizm, deizm, karamsarlık, umutsuzluk….) ile siyasal şartların (otoriter iktidarların varlığı, yükselen milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, uzun süren savaşların getirdiği tahribat) kitabın konusu ile yazıldığı dönemle benzerlik matrisini taşıyor oluşudur.
Türkçeye çevrilen eser sayısı daha fazla
Buna şunları da ilave ederek bu argümanımızı tahkimleştirelim; tespit edebildiğimiz kadarıyla Satranç kitabı elli dört (rakamla 54) yayınevi/kitap firması tarafından basılmış ve sadece kitap yurdu isimli siteden 32.000 satışı gerçekleşmiş. Bir diğer veri, Stefan Zweig’in Türkçe’ye çevrilen eser sayısı Almanca ve Fransızca çevrilen eserden çok daha fazla. Üstelik memleketi olan Avusturya’nın, resmi dili Almanca olduğu bilgisini de unutmayalım. Tıpkı, bir dönem “trend” ya da “bestsel kitaplar” olan kişisel gelişim kitaplarının da bir ihtiyaçtan mı kaynaklandığı yoksa bir arzın sunumuyla oluşturulan ihtiyaç mı olduğu tartışmasında olduğu gibi. Ya da serbest piyasanın mottosu olan “görünmeyen el”in bir marifeti mi demek gerekir? Ezoterik, metafizik, gizem, medyumluk, büyü, new age çağı yönelimler vb. gibi kitapların dünya ve Türkiye özelinde de geniş okur kitlelerince satın alınmasıyla oluşan tabloda olduğu gerçeğini de dile getirip, yazıyı boğmaktan kurtaralım.
Bu arada George Orwel’in “Hayvan Çiftliği” ile "1984” kitaplarının hem en çok okunan hem de içerik olarak Satranç ile benzerliğini not düşmeye gerek var mı? Sırada hangi tür ve içerikte kitapların olacağı ise okurun iradesiyle mi yoksa kitap/yayın endüstrisinin ve de arkasındaki “görünmeyen el”in “bırakınız okusunlar, bırakınız geçsinler” cezbedici mottosuyla mı şekillenecek onu zaman gösterir. Birazcık ipucu vermek gerekirse, cinsiyet yönelimi, aile kavramı, kadın cinayetleri, LGBTİ+ ve feminist hareketler vs. ile başlayan tartışmalara bakılarak ya da gastronomi/yemek/zayıflama/diyet sektöründeki gelişmeleri de eklediğimizde yayın endüstrisi bir süreliğine bunlarla (bizleri) iştigal ettirecek gibi görünüyor. Fütürist akademisyen, Yuval Noal Harari’nin bizi bekleyen gündem ve tehlikelere ilişkin tespitlerinin tüm dünyada konuşuluyor olmasını da bunlara eklemeyi unutmadan geçmeyelim. Komplocu zihin ve Yahudi düşmanlığı etiketini yememek için, Yahudi(lik) faktörünün de faktörlerden sıradan ve küçücük bir etkisi olduğunu üstelik son madde olarak bizleri söylemeye iten saiki de tüm bunlara eklediğimizde, hegemonyanın -şimdilik için bile olsa- kimden yana estiğini anlamaya sanırım sıradan bir okur hemencecik görecektir.
Kitabı bitirince Zweig’in eserinin basıldığı yayınevleri tarafından “Klasik” payesi verilecek ya da “mükemmel bir kitap” “mutlaka okunmalı, harikulade” kanısına, kimilerine göre ise yargısına itecek denli bir eser olduğuna okur mu karar veriyor yoksa yayınevleri/edebiyatçılar (lobisi) mi? diye düşünmeden edemiyor insan. Malumun ilamı, sağlı-sollu her derginin, sanat ve edebiyat kurumunun/merkezinin/yayınevinin oluşturduğu bir edebiyat kliğinden kimilerinin ise çetesinden bizim ise en hafif deyimiyle habitatından bahsetmeye hâcet olmadığını düşünüyoruz. Tüm bunlar Zweig’in iyi kitap yazdığını, iyi bir dile sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Mesele, nitelik ile niteliksizliğe karar verenin okur olmayışı, karar veren çoğu okurların da tüm bunları yüceltici ve abartılı ifadelerle dile getiriyor olmasıdır. Satranç dili ile ifade edecek olursak, okur burada, piyon mu? Şah olan “kültür endüstrisi” mi? Okur, kale gibi sağlam mı? Bunu “Kürk Mantolu Madonna” eserinde de görmekteyiz, Ahmet Ümit’in ve Elif Şafak’ın ya da İsmet Özel’in 90’ların sonundan itibaren yazdıkları metinlerde de…
Faşizm/Hitler eleştirisi mi okunmasını sağlıyor?
Satranç adlı eserin mükemmel ve harikulade denilmesini gerektirecek şey nedir diye düşünürken, Faşizm/Hitler eleştirisi mi yoksa psikolojik tahlilleri edebi anlatımla bezeli hale getirmesindeki yetenek mi? Ya da her ikisinin toplamı mı? Belki de burada belirtmediğimiz/tespit edemediğimiz başka nedenler mi? İnternette kitaba ilişkin değerlendirmeleri aşırı yüceltici hatta yer yer intiharı “pasif direniş” olarak nitelendirecek kadar güzellemeler içinde görünce, (bkz:https://www.mevzuedebiyat.com/vicdanin-kalemi-ya-da-olumun-fotografi/ https://www.ensonhaber.com/biyografi/yazar/stefan-zweig-kimdir
//www.arkakapak.com/stefan-zweig-olume-boyun-egiyorum/) doğu toplumlarına ilişkin sosyolog ve antropologların “fazla duygusallar, bir şeye çok çabuk bağlanıyorlar ya da çok çabuk nefret ediyorlar, zaten hep uçlarda gezinirler” şeklindeki tahlilleri belki de oryantalist yaklaşımları da insanın aklına gelmiyor değil doğrusu.
Satranç adlı eserde; edebi dilin varlığı, anlatımdaki ruhsal dünyanın betimlemesine ilişkin psikolojik tahliller ile kimi sembol ve imgelerle Nazizme gönderme yapan satırlarla okura faşizmin ve savaşın yol açtığı tahribatı ve yıkımı anlattığı rahatlıkla söylenebilir. Oysa literatürde birer “klasik” payesine sahip olan, eserde yer alan edebi dil ve üslup ile ayrıksı bir yer edindiği otoriterlerce de kabullenen, üstelik imge, sembol, betimleme, canlandırma, tasvirlerle de okura lezzet bıraktıran anlatımıyla ve de içeriğindeki bol bol mesaj yüklü muhtevalarıyla ne dini ne de ladini camianın çokça okuruna ulaşmadığı, elli iki yayınevi/kitap firması tarafından piyasaya sürülmeyen Beydeba’nın Kelile ve Dimne’si, Şirazi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Feridüddün Attar’ın Mantiküt-Tayr’ı, Melayê Cizîrî’nin Dîwan’ı, Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’i neden bu denli okunmamaktadır acaba?
Soruları sormaya devam edelim: Dini camianın bir kültür endüstrisi olmayışından mı? Eserlerin kültür endüstrisine meyyal/teşne olmayışından mı? Henüz kültür endüstrisinin “görünmeyen el” listesinde şimdilik için olmayışından mı? Ya da “kültürel iktidar” tartışmasında görünmez kılınmalarından ya da sınıfsal karakterinin altta oluşundan mı? PR çalışmalarının zayıflığından mı? Y Kuşağı, Z kuşağı derken Net kuşağının da ilgi alanına girmeyişinden kaynaklı “bizi sarmıyor bu kitaplar” ergen atarlığından mı? İçinde bulunulan sosyo-psikolojik şartlar ile siyasal iklimin eserlerin temasıyla uyuşmamasından mı? Yoksa halkımızın da dünya halklarının da çoğunda haklı-haksız yer edinmiş olan ekonomi, siyaset, psikoloji, medya, kültür, sanat, savaşlar, gıda, moda vs sektörlerin de belirleyicisi olan ve her taşın altında olduğu söylenilen ve de inanılan Yahudi(lik) hegemonik bir gücün bunu sütre gerisinde tutması ya da ön plana çıkarmayışından mı? Yoksa okur veya yayınevi nezdinde edebi dil ve içerik olarak nitelikli olmayışlarından mı? Tüm bu sorulardan hangisinin olduğu veya olduklarını bu yazının okurunun, meşrebine ve düşünsel dünyasına bırakarak aradan çekiliyoruz.
Umutsuzluk sebebiyle mi çok okunuyor?
Zweig’in Satranç eserinde işlenen intihara götürecek denli yalnızlaştırma, umutsuzluk, dirençsizlik, kişilik parçalanması, zihnin bölünmüşlüğü, delilik, kazanma hırsı, küstahlık, satranç/kişilik zehirlenmesi, bireyin açmazları, varoluşsal sorunlar, hegemonya ve sisteme karşı zayıflık, yenilgi psikolojisi, faşizm ve savaşın yıkıcılığı, bireyde görülen psikolojik rahatsızlıklar vb halleri işliyor oluşunun, içinde bulunduğumuz “zamanın ruhunun” ülke ve dünyayı kaplıyor olmasının da etkisiyle okur, bu tip kitaplara yöneliyorsa şayet, buradan okura azarlamak hiç şüphesiz işin kolayına kaçmak olacaktır. Son kertede okur bu nedenlerden dolayı suçlanamaz. Ama okur, sorgulamak, soru sormak, içinde bulunan tarihsel şartları dikkate alan bir dünya veya memleket okumasını da yapmayı es geçemez. Biz de bu yazıda sorduğumuz sorularla bunu yapmaya çalışıyoruz.
Memleketimiz için söyleyecek olursak yaşanan dramlar, kimi intiharlar, umutsuzluk, nihilizm, deizm, beyaz Türklerin Avrupa ve Amerika’ya kaçışları, Avrupa’da ve Amerika’da hatta Hindistan’da yükselen sağ/milliyetçi/popülist dalganın faşizm ile görünür olması, küresel yoksulluk ve gelir adaletsizliğin tahrip ettiği kitleler ve bu kitlelerin kitlesel protestolarına karşın kapitalizmin acımasızlığını mütemadiyen sürdürüyor olması gibi faktörlerin okur/insan üzerinde bıraktığı etki de olabilir mi? Nihayetinde okur da “ibnül vakt” değil midir? Ya da Hegel’in ifadesiyle “zamanın ruhu” kitleleri sarmalayıp durmaktadır. Tüm bu kuşatılmışlık, çaresizlik ve umutsuzluğun soluklanması karşısında Satranç kitabında Dr. B’nin (Zweig’e göre iyiliğin özgürlüğün, aydınlığın, zerafetin, kültürlülüğün temsili!) Dünya satranç şampiyonu, köylü, sonradan görme zengin, kibirli, bayağı, cahil, küstah, gözünü para hırsı bürümüş, muktedir ve şöhret sahibi Mirko Czentoviç’le (Zweig’e göre Hitler ve Faşizmin temsili) önce berabere kalması, sonrasında Mirko’nun pardon Hitler’in yenileceğini anlamasıyla satranç taşlarını devirmesi ve üçüncü oyunda ise Mirko’yu yenmişken Hitler düzeninin tahribatıyla travmasının nüksetmesi ile satranç oyunundan çekilip, kötülüğün (Hitler/Faşizmin) dünyada daim olacağı mesajını okura verip, Zweig kitabı sonlandırmaktadır.
Kimi kitap eleştirmenleri ise, Dr. B’nin son yaptığı satranç hamlesiyle Mirko’yu aslında yenmiş olduğunu ve Mirko’nun “Yazık, oysa hücum hiç de kötü düzenlenmiş değildi” şeklinde geçen kitabın son cümlesiyle bizlere azıcık da olsa umut ışığını verdiğini söyleseler de gerçek hayatta Zweig’in Avrupa ve dünyanın Hitler faşizmiyle kötülüğü yenemeyeceğine olan inancı hâsıl olmuş olmalı ki, 1942 yılında intiharı seçerek, kendisi de bu karanlıktan kurtulacağını sanmıştır. Zweig, intiharından önce en son Satranç’ı yazmış, satrancın sonu da yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi sonlanmıştır. Son gecesinde ise, çok yakın arkadaşı Ernst Feder ile son kez satranç müsabakası yapmıştır. Orada yenilip yenilmediğini bilmiyoruz ama kötülük, faşizm, savaş ve savaşların yol açtığı tahribat ile otoriter rejimler karşısındaki ölümü tercih etmesi (ki son mektubunda bunu bilinçli olarak yaptığını ifade etmiş) ta çocukluğundan beri gelen duygulu, karanlık olana meyyal yapısı, sabırsızlığı, aceleciliği ve güçsüz bir kişiliğe sahip oluşunun da etkili olduğu pekâlâ söylenebilir.
Neden intiharı seçti?
Zira çocukluk hepimizin anavatanı değil midir son kertede? William Faulkner’in buna ilişkin şu veciz sözünü hatırlatmanın tam zaman bu bahiste: “Geçmiş asla sona ermez. Hatta geçmez bile.” Lakin söylen(e)meyecek veya yazıl(a)mayacak olan intiharın ya da kaçışın kimi kitap eleştirmenleri tarafından doğal, haklı, meşru, doğru olan, pasif direniş, entelektüel ölüm, hatta bir yazarın ifadesiyle “edebiyat tarihinin değil insanlık tarihinin en etkileyici fotoğrafı” “samimi bir hüzün” şeklinde olumlanmasıdır. Çünkü biz insanız, “yaşamak umrumuzda olmalı” hatta bir Müslüman için “umutsuzluk küfrün alameti” ise, ne nihilizm ne de umutsuzluk insanın kimlik kartında yer alamaz. Lakin hepimiz bir şekilde “İbn’ül vakt”in eseriyiz. “İbn’ül vakt” olmak “ya tahammül ya sefer”den tahammülü ya da intiharı seçmek, ya da akıntıya ters kürek çekmek yerine akıntıya kapılmak veyahut “sarp yokuşun ne olduğunu” bilmemek değildir. Satranç bana akıntıya ters kürek çekmeye çalışan (Faşizme/Hitlere karşı Dr. B’nin) birinin kendini intihara veya nihilizmin yelkenine çare olarak salıvermesini salık veriyor ki (Zweig eşiyle intiharı seçerek çözümü bize böyle mimliyor gibi) bu en hafif deyimle inançsızlıktır, umutsuzluğu teşvik etmektir, şehri terkedip köye kaçmaktır. Nitekim Zweig’te Arjantin’nin Petropolis şehrinde bir dağ evinde yaşamayı tercih etmişti. Yalnız kötülüğün, savaşın yarattığı tahribat dağ evinin dışındaki dünyada hükmünü icra etmeye devam ediyordu. Bizler dağ evlerine/köylere faşizmin ve kötülüğün karanlığından kaçmanın mekânı olarak değil, nefsimizin, sağlığımızın, naifliğimizin ve de benliğimizin mürebbiyesi olsun diye gitmeliyiz.
Ünlü İspanyol şair Lorca, Franco faşizmi tarafından kurşuna dizilmesiyle “klasik”, ya da Ali Şeriati Şah rejiminin SAVAK ajanları tarafından şehit etmesiyle hala okunuyor veya “klasik” olmayı başarmış olduğu söylenebilir. Peki, Zweig faşizme karşı intiharı seçmesiyle mi “klasik” olmayı haketmiştir. Yoksa Satranç kitabından daha nitelikli, daha özgün, dili gürül gürül akan bir nehir gibi coşkulu ya da hüzünlü kullanan çarpıcı eserleri olanların bu denli dünya klasikleri arasında olmayışını ne ile izah edecez? Sizce hangisi “klasik” olmayı hak ediyor acaba? Kendi adımıza cevabımız Satranç kitabının son cümlesinde saklı: “Yazık” dedi, hoşgörüyle.”
Naman Bakaç
Değerlendirme çok güzel gerçekten, Bu kadarını anlamış olmak bana göre çok iyi bir okur olmanın ve iyi bir gözlemci olmanın neticesi. Değerlendirme için teşekkür ederiz. Ufuk açıcı