Sempozyum Salonlarını Nasıl Dolduralım?

Sempozyumlarda salonların dolmamasının sebebi, sadece konuşmacıların medyatik olmamalarından, isimlerinin geniş halk kitlelerince bilinmemesinden mi kaynaklanıyor? Ya da sempozyumu düzenleyen kurulun, akademik puan kaygısından dolayı konuşması düzgün olan veya olmayan, alanında yeterli olan veya olmayan herkesi çağırmasından mı? Ömer Yalçınova yazdı.

Sempozyum Salonlarını Nasıl Dolduralım?

Hocalarla bir masa etrafında toplanmışız. Bir tanesi diyor ki: “Bu sefer öğrenciler gelmiş, salonda on-on beş kişi vardı.” Diğer sempozyumlar aklıma geliyor. Bir salonda dinleyici yok diye veya birkaç kişi var diye konuşmacılarla birlikte toplanıp diğer salona geçerdik. Diğer salonda da aslında beş-on kişi vardır. Bunlardan çoğu geçen oturumların konuşmacılarıdır.

Hocalardan bir diğeri atılıyor: “Hocam İstanbul ve Ankara’daki sempozyumlarda da böyle oluyor. Eğer öğrencileri sınavda soracağım diye korkutmazsan, bir tanesi bile dinlemeye gelmiyor. Sempozyumlar birkaç dinleyiciyle geçiyor.” İstanbul’da katıldığım sempozyumları hatırlıyorum. Evet doğruydu, İstanbul’daki sempozyumlar da birkaç kişiyle geçiyordu. Büyük organizasyonlardı, buna diyecek bir şey yok. Ama dinleyicisi olmuyordu. Belediyeler o kadar personelini, ödeneğini, mesaisini “bilgi şölenleri” düzenlemek için sarf ediyorlardı, ama maalesef bu konuşmaların dinleyicisi az oluyordu.

Özetin özetinin özetini vermeye çalışırken…

Bir diğer hoca hemen cevap verdi: “Hocam zaten sempozyumda on, bilemedin on beş dakika konuşabiliyorsun. Yani derdini anlatamıyorsun. Ben on beş sayfa bildiri metni hazırladım. Ama konuşma esnasında bunun girişini bile okuyamadım. Dinleyicimiz olsa ne olacak?” Hemen dört ay boyunca okuma yapıp, altı sayfa kadar yazdığım makale aklıma geliyor. Güya bu makaleyi tebliğ olarak sunacaktım. Ama bana verilen süre on dakikaydı. Baktım makalenin sonucunu bile okuyamayacağım, o zaman rastgele konuşayım demiştim. Ne zaman oturum başkanı beni uyarır, süreniz doldu der, o zaman susarım diye düşündüğüm aklıma geliyor. Özetin özetinin özetini vermeye çalışırken, tabii her şey çorbaya dönmüştü. Aslında on dakikada hiçbir şey söyleyememiş, kafam fena halde karışmış, canım da bir o kadar sıkılmıştı.

Hocalar doğru söylüyorlardı. Her bir hoca sempozyumların bir diğer aksayan, eksik kalan yönüne işaret ediyordu. O zaman ne yapmak gerekirdi? Acaba katılımcı sayısını azaltıp, gerçekten konunun uzmanı kişileri mi getirmek gerekiyordu sempozyuma? Bu işi akademik bir kariyer işine dönüştüren zihniyetin önüne mi geçmek lazımdı? Malum, birçok sempozyumun düzenleme kurulu akademisyenlerden oluşuyordu. Ve bunlar mesai arkadaşlarının hepsini getirmek istiyorlardı sempozyuma. Bir de tabii akademik puan diye bir şey var. Akademik puan kazansınlar diye sempozyuma davet edilen bir sürü “dr.”, “doç.”, “yrd. doç.” oluyordu. Bir de tabii ki “prof.” olmuş, sizin “prof.” olmanıza da katkıda bulunacak kişileri çağırma hastalığı vardı. “Prof.”u onurlandır ki işlerin daha hızlı hallolsun. İşte “Şu üniversitede, dekan da olan şu ‘prof.’ var”, “Bu üniversitede bölüm başkanlığı yapmakta olan bu ‘prof.’ var.”, “Aaa! O üniversitede rektör olan ‘prof.’u unutmamak lazım, mutlaka çağırmalı.” diye konuşmaların ucu bucağı bulunamıyordu.

“On beş dakikada salonun yarısını boşaltmayı başardım”

Başka bir hoca dedi ki: “Sadece sempozyumlar değil, konferanslar da boş geçiyor. Salonlar konferans verene göre doluyor veya dolmuyor.” Aklıma İsmet Özel’in verdiği konferanslar geliyor. İsmet Özel konuşmaya başlamadan önce salon neredeyse dolu oluyordu, aradan yarım saat geçince salonun yarısı boşalıyordu. Bir defasında İsmet Özel’in “On beş dakikada salonun yarısını boşaltmayı başardım.” dediğini hatırlıyorum. Neden? Çünkü insanlar “İsmet Özel efsanesi”ni merak etmişler ve gelmişlerdi. Onlar İsmet Özel’in ne dediğine bakmıyorlardı, bakamıyorlardı. Efsane karşılarındaydı işte. Dik duruşlu, her bir kelimeyi seçe seçe konuşan, ağır, sert, belki de kabul edilmesi zor olan cümleler kuruyordu. Anlamak da zordu. Anlaşılan yerlerin birkaçında kafamız gözümüz de yarılmıyor değildi. O zaman sonuna kadar beklemeye ne gerek vardı?

Üniversite öğrenciliğim yıllarında birkaç cemaat liderinin konferansına da katılmıştım. Onlarda salon hınca hınç dolu oluyordu. Ve konferansın sonuna kadar da dolmaya devam ediyordu, bırakın boşalmayı. Tabii o yıllarda cemaat liderleri kalabalıkların karşısına çıkarlardı. Şimdilerde rastgelmiyorum, çıkmıyorlar. Ya da ben görmüyorum. 28 Şubat öncesi ve sonrasından söz ediyorum. Müslümanların diken üzerinde durduğu yıllar. Keskin kılıç gibi gerilen iplerin üzerinde yürümeye mahkum edildiği yıllar. O yıllar gerçekten de kim ne der, ne demez diye merak ederdik. Yazılarını okuduğumuz kişilerin yüzlerini görmek isterdik. Şimdilerde yine bu tür konferanslar düzenlense acaba salonlar dolar mı? “Dolar,” dediğinizi duyar gibiyim. “Ama akademisyenlerden oluşan bir oturumu kimse dinlemek istemez,” der gibisiniz çünkü.

Demek ki sempozyum…

O zaman sempozyumlarda salonların dolmamasının sebebi, sadece konuşmacıların medyatik olmamalarından, isimlerinin geniş halk kitlelerince bilinmemesinden mi kaynaklanıyor? Ya da sempozyumu düzenleyen kurulun, akademik puan kaygısından dolayı konuşması düzgün olan veya olmayan, alanında yeterli olan veya olmayan herkesi çağırmasından mı? Aklıma hemen konuları çok iyi belirlenmiş, konuşmacıları çok iyi seçilmiş, sadece akademisyenlerden değil alanla ilgili bireysel çalışma yapanların da çağrıldığı sempozyumlar geliyor. Onların da dinleyicisi azdı.

Demek ki sempozyum, on-on beş kişilik dinleyici topluluğu karşısında gerçekleştirilen bir şeydir. Sempozyum üst düzey bir şeydir. O, ne konferansa ne de televizyon programına benzer. Bazı belediyelerin sempozyumu Youtube’dan canlı yayınladıkları aklıma geliyor. Hatta Youtube’da bu sempozyumların daha çok tıklandığı, yani izlendiği ve dinlendiği sonucu ortaya çıkıyor. Acaba sempozyumların hepsini bu şekilde sosyal medyaya taşımak mı lazım?

En son bir hoca diyor ki: “Tüm bunlar yüzünden, tüm bunlara rağmen sempozyum düzenlemeye devam eden belediyelere teşekkür etmemiz gerekiyor.” Bütün hocalar evet manasında kafasını sallıyor veya “Çok doğru!” diyerek onaylıyor. Aynı hoca devam ediyor: “Zaten burada konuştuklarımızdan çok daha faydalı olacağını düşündüğüm şey, bu tebliğlerin toparlanması ve kitap olarak basılmasıdır. Bu bir birikimdir. Bu birikim ileride şimdikinden daha önemli olacaktır.”

Susuyorum. Hocaların her söylediği doğru gibi geliyor bazen. Bazen de hepsi de yanlış tespitlerde bulunuyor gibi. Düşünmeye devam ediyorum.

 

Ömer Yalçınova

YORUM EKLE
YORUMLAR
yorumcu
yorumcu - 6 yıl Önce

kültleşen kişilerin ne söylediğine bakılmaz, onların ne söylediği bellidir zaten. taşıdıkları mana, duruşları, imajları, imgeleri, fiyakaları, dillendirdikleri düşüncelerinin önüne geçer.insanların akademisyenleri dinlemiyor oluşunu sorgulamak lazım. ben mesela akademisyenlerin konuşmalarını çok sıkıcı buluyorum. adamda heyecan yok ki nasıl dinliyim. öğrendiği şeyi anlatmaya dair heyecanı bile yok. heyecanı olmayan, toplumunu anlamayan, dünyayı ve kendisini sorgulamayan yerden iyi iş çıkmaz.