Mardin'deyiz. Bu, ikinci gelişim buralara. İlki 13 sene önceydi. Tam tarihi, 9 Mayıs Çarşamba. Kara gözlü, kara kaşlı, dünyalar güzeli bir “şıh”ın misafiriydim o zamanlar.
O zaman uzun bir yolculuğun son durağıydı, Mardin benim için. Otostopla çıktığım uzun bir yolculuğun son durağı canım.
Önce Rize’ye, Çamlıhemşin’e gitmiş, oradan Erzurum’a varmış; sonra Diyarbekr’e, Amed’e gelmiş; Gaffar Okan’ın kanının sıcacık olduğu Diyarbekir’de konaklamış, oradan da “Mardin Kapı Şen Olur” diyerek, bildiğim kadarıyla 7 kapılı bu şehirden Mardin’e, Midyat’a yani Estel’e, Keferhuvar Köyü’ne varmıştım.
Burada böyle üç kelimeyle anlattığım bu “kısa yolculuk” için neredeyse 100’e yakın araç değiştirmiştim.
Yani kısacası anam ağlamıştı.
Yaklaşık bir hafta süren bu yolculuktan sonra bir ay kendime gelememiştim.
Gençlik işte; içinde kaynayan o şey beni yerimde durdurmuyordu demek.
Durun ya; sevgili İsmet Özel, her zamanki gibi bunu da en güzel bir şekilde anlatmış. Varolsun:
“Gençtim ya, ne fark eder deyip geçerdim
nehrin uğultusu da olur, dalların hışırtısı da
gözyaşı, çiğ tanesi, gizli dert veya verem
ne fark eder demişim
bilmeden farkı istemişim.”
Evet, bilmeden farkı istemişim.
Geçen 13 sene bana bu farkı bulma fırsatı vermedi doğrusu. Bunu biliyorum.
Vermemiş olmalı ki bu sefer, eşim ve doğmamış yavrumuzla bir daha düştük yollara.
Tabi otostopla değildi bu seferki seferimiz.
Paşa paşa Urfa’ya inecek olan uçağa bindik, oradan Mardin’e ve akabinde de Diyarbekir’e geçtik.
Yani artık ne olmuşsa bu 13 senede o olmuştu işte; adını da kim koyacaksa o koysun.
“Mezopotamya” denilen o deryanın ne demek olduğunu bir güzel idrak ediyorum
13 sene önceki Mardin’e gelişimden bende kalanlar bir tarafa, bu gelişimde izi kalan iki unsurun ilkinden bahsetmek istiyorum bu yazıda: Can sıkıntısından.
Deyrulzefaran Manastırı’nın ön bahçesinde oturuyoruz.
Yanımızda bizi Mardin’de misafir eden, güzel mihmandarımız Sıtkı Karadeniz var.
Sıtkı Ağabey, Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde hocalık yapıyor.
Selam onun üzerine olsun!
Manastırı gezmek için sıramızı bekliyoruz.
Beklerken de bir deniz gibi önümüzde uzayıp giden o sonsuz ovaya, Mezopotamya’ya bakıyoruz.
Geçen sefer geldiğimde ne demek olduğunu tam anlayamamış olmalıyım ki “Mezopotamya” denilen o deryanın ne demek olduğunu, ben de bir güzel idrak ediyorum.
Sıtkı Ağabey, genel olarak “kent sosyolojisi” üzerine çalışıyor. Şu sıralar ise, “kan davaları” üzerine bir alan araştırması yapıyor. Bir yandan da mimariyle sosyoloji arasında mekik dokuyor.
O konuşurken uçsuz bucaksız ovaya bakıyorum. Arada bir şeyler söylüyorum, cevaplar alıyorum.
Konuşmamız dönüp dolaşıyor şehir ve onun ihtiyaçları meselesine geliyor.
Benim de içinde olduğum ama içinde olduğumu fark etmediğim, fark etmek istemediğim “şehirli” insan işte tam da bu noktada “error” veriyor.
Soru şu: İyi ama insanın burada canı sıkılmıyor mu hiç?
Canı sıkılmak, “Şehir ve onun oyuncakları söz konusu olduğunda bu 'yoksul ve yoksun köy' bize ne vaat eder?” demek aslında.
Ben ovaya bakarken bir yandan şehirden kaçıp buraya sığınıyor ama bir yandan da, “Acaba burada temelli yaşayabilir miyim?” diye içimden geçiriyor, burada yaşadığımı düşündükçe de içimi kaplayan o sıkıntıyla baş etmeye çalışıyorum.
Ben, elbette burada yaşayamam çünkü burası bir şehir değil. Daha doğrusu burası İstanbul söz konusu olduğunda, insanı (burada o insan ben oluyorum, yani şehirli insan) oyalayacak bütün o oyuncaklara uzak bir köy, kasaba. Taşra sıkıntısı. Oy!
Bu yüzden olacak, “Peki ama burada yaşayanların hiç canı sıkılmıyor mu?” sorusu tamamen üstten bakan, muhatap aldığı mekânla, buradaki insanlarla arasına sonsuz mesafe koyan bir anlama sahip.
Yeryüzü ancak “dünyalaştırılabildiği” oranda insana bir yurt olur
Mesele şöyle uzayıp, dallanıp budaklanıyor: “Evrensel şehirciler”, dünyada bir tane şehir formu varmış gibi yaparak her yere aynı reçeteyi yazıyor. “Şurada bir park olsa ne güzel olur ama…” İyi, güzel ama bu şehre belki de bir park gerekmiyor. Ne dersiniz? Belki buradaki çocuklar bütün gün evde anneleriyle (belki de babalarıyla) kapalı devre bir hayat yaşamıyorlar ha, ne dersiniz?
Belki bu çocuklar ,sizin bildiğiniz çocuklar değillerdir? İhtiyaçları da, beklentileri de farklıdır, umutları da tabi.
Konuşma ilerledikçe anlıyorum ki benim bu “köy”de canımı sıkan şey, buranın şehirdeki oyalanma araçlarından “mahrum” olmasıymış. Hayır, sadece AVM’lerden bahsetmiyorum. Bir şehri, zaten en başından beri kocaman bir AVM gibi zihninde kotaran kafadan bahsediyorum.
“İnsanoğlu” diyor Arendt, “Yeryüzünü bir ‘dünya’ haline getirdiği oranda yaşayabilir”. Yani, dünya, uçsuz bucaksız yeryüzünü “şey”lerle donatmaktır. Yeryüzü ancak “dünyalaştırılabildiği” oranda insana bir yurt olur.
Buraya kadar her şey normal; asıl sorun bundan sonra başlıyor. Yeryüzünü dünyalaştırırken bunun sadece bir tane formülü, yolu varmış gibi davranan evrensel modern kapitalist insan... Mezopotamya Ovası’nın çocuklarını rahat bırak!
Ümit Aksoy