Bizim çocukluktan beri bildiğimiz şeydir, “ev alma komşu al” kaidesi. Evin kirası, muhiti, cephesi hep daha sonraki maddelerdir; ilk kural, evin camiye yakın olması; ikincisi, komşuluk ilişkilerini sıkı bir hâlde yürütebileceğin iyi insanların ikamet etmesi.
Hayrettin Karaman’ın “Tahammül mü hoş görmek mi?” (7 ağustos 2011, Yeni Şafak) başlıklı yazısı bana hemen bu inceliği hatırlattı. Böylece hayata katık edilmiş bir mesele olduğu için de, Karaman hocanın yazısında garipsenecek bir yan görmedim. Hoca, gayet uygun bir üslupla, Müslümanların imkânlar elverdiğince “İslam ahkâm, ahlak ve âdâbının hakim olduğu” bir toplumda yaşamayı isteyeceklerini, eğer bu mümkün değilse, bu ahlak ve âdâba uymayanlarla birarada nasıl yaşanması gerektiğini anlatıyor. Üstelik, ahlak ve âdâbın olmadığı bir durumda sunduğu çözüm de öyle bilinmedik ve garip bir şey değil: Müslüman “onlar kötü halleri içinde iken en azından tebessümünü esirger” diyor Hayrettin Karaman. Hemen bir “toplumsal ayrışma” feveranı kapladı ortalığı; iyi de azizim bu “ayrışma” zaten ve illa ki var, hayatın doğal bir enstrümanı hâline gelmiş “iyi komşu seçmek” meseli üzerinden var, yerli yerinde, yıllardır, kuşaklardır.
Onuncu köyü kurmaya çağrı!
Bu inceliğin kaybolması, “şartların” bu ayrıntıları yakalamaya müsait olmaması –mesela TOKİ evlerinde komşunuzu seçemiyorsunuz, kutunuzu seçiyorsunuz- vs. gibi sebeplerle izah edilebilir belki, bilmiyorum; beni ilgilendiren tarafı, bu ikâmet etme pratiğinin bir ileri izahının yıllar önce M. Esad Coşan hocaefendi tarafından yapılmış olması. İlim ve Sanat dergisinin son sayısında bulunması hasebiyle de ayrıca önemsediğim, bir açık çağrı olarak gördüğüm bu “Nice Nurlu, Huzurlu, Erdemli, Mübarek Kentlere!” başlıklı yazı (İlim ve Sanat, S. 48, 1998), 28 Şubat şartlarına atıflarla ilerliyorsa da, günümüzde de güncelliğini koruyor elbette. “Aslolan iman, İslâm, ilim, irfan, edep, ahlâk, şeriat, taharet ve nezafettir. Mü’min her yerde onları aramalı, onlara sarılmalıdır; onların olmadığı yerde durmamalı; dinini öğrenebildiği, uygulayabildiği yerlere hicret etmeli, öyle toplumlar, öyle kentler kurmalı, oralarda yaşamalıdır.” Hocaefendinin, dokuz köyden kovulduysanız, onuncu köyü “mü’min, halis, muhlis, muttakî, mübarek, mütedeyyin, arif, fazıl, kâmil... kimselerle” kurun çağrısı, hâlâ yerli yerinde.
Hak ile batıl arasındaki makas açılmalı!
“İyi” ile “kötü”nün, “hak” ile “batıl”ın arasındaki makasın açılmasını istemek, neden kötü bir şey olarak algılanıyor? Birbirine mahiyeti, şahsiyeti, zahiri ve batınıyla ters olan iki şeyin bir arada olmasını istemek, neden “doğal” karşılanıyor da, İslam âdâbına göre yaşamakla, ona göre yaşamamak arasında bir ayrım yapmak garipseniyor? Bu ayrımın temelini İslam’a dayandırıyoruz diye olmasın bu feveran?
M. Fatih Kutan yazdı
Öncelikle Hayrettin Karaman hocamızın yazısını takdir ettiğimi belirteyim.Ve bu yazıyı çeşitli vesilelerle arkadaşlarıma ulaştırdım.Ve tabi Esad Çoşan Hocaefendi'nin ilim ve sanat dergisinde yayınlanan yazısı...şeriat'ın gereklerini yapmaya niyetliysek lütfen daha fazla gecikmeyelim...