Kendisinden önce gelmiş olan iki semavi din ile İslâm inancının çok yakın ve sağlam bağları vardır. Musevi inancının temeli olan; “Tanrı’nın birliği” İslâm’da kelimesi kelimesine korunmuş; Eski Ahit, Hristiyan inancında da reddedilmemiş, dolayısıyla İhlas Suresi’ndeki “Kul Hüvallü Ehad” ayetindeki ehadiyet; önceki monoteist dinlerin tevhid anlayışını kapsayarak, en yetkin ve kâmil hâlini almıştır. İslâm; esasları ve nüansları itibarıyla müşahhas bir şekilde vücut bulduğu Kur’an-ı Kerim ve son peygamber olan Resulullah’ın sünnetiyle sarsılmaz bir inanç sistemi ortaya koymuş; kendinden önceki tüm devirlerin inanışlarını ana arterleriyle kucaklamış; deforme olmuş taraflarını düzenleyip hizaya sokmuş; kavimlerin nitelikleri ve peygamberlerin hakikatini ortaya koyarak her dem tertemiz ve katışıksız akan bir sırat-ı müstakim ırmağında birleştirmiştir.
Türklerin İslâm’ı kabul etmesiyle Anadolu’ya yaptığı akınların eş zamanlı seyretmiş olması, Anadolu medeniyetinin de ihtiva ettiği inanç zenginliğinin yeni bir döneme girmesini zaruri kılmıştır. 1453’te İstanbul fethedildiğinde İslâm inancı, Türkler arasında altı yüzyıldan beri, Anadolu Türkleri arasında da dört yüzyıldan beri yerleşmiş durumdaydı. Bu demektir ki İslâm; kelamı, sünneti, hukuku ve icmasıyla dini literatürü oturmuş, yeterli olgunluğa sahip mükemmel bir inanç sistemi olarak işlemekteydi. Bu olgunluk, fetih ve iskan faaliyetlerinde yayıldığı yerlerde, daha önceki inanç ve kültürlere sağlamış olduğu hoşgörü ve güven ortamıyla da rüşdünü ispat etmiştir. Bizans’ın çöküşüyle yönünü Batı’ya döndüğünde Osmanlılar; önceki kültürel ve dini yapıları sistemli bir yıkıma uğratmak şöyle dursun, Paskalya ayinlerine, Pesah bayramları ve daha birçok dini ritüele saygılı bir üslupla sosyal mesafeyi korumuştur. Fethettiği toprakların birer bakiyesi olarak kendisine kalan farklı din mensubu halklarına birer “emanet” bilinci ve titizliğiyle yaklaşmış; haklarını teminat altına alma noktasında son derece hassas bir duruş sergilemiştir.
Yüzyıllardır doğal bir şekilde Anadolu topraklarında oturmuş olan bu sistem; devletin yönetim biçimlerinin değişikliğe uğradığı(laik/seküler bir kisveye büründüğü) ve üniter bir yapılanmaya gidildiği son yüzyılda dahi toplumsal bir uygulama değişikliği yaşamamıştır. Yüzde 99’u Müslüman ve kahir ekseriyeti Türkler’den oluşan toplumun homojenizasyonu; inanç ve dini yaşama biçimlerine bir dayatım olarak yansımamış, bu topraklara ekilen cevher tohumların yüz-ü suyu hürmetine, uğramış olduğu onca kıyım, yıkım ve sefalete rağmen âlicenaplığını yitirmemiştir.
Hâl böyle iken doğal bir seyir kazanmış ve ana kaidesi Kelâmullah ile Sünnet-i Seniyye üzerinde yükselen bu paradigmayı, birilerinin koltuğunda-kanepesinde ürettiği marijinal fikirlerle bozması; göze alınabilecek bir bedel olmamalıdır. İnanç kültürümüzün niteliği, Kelâmullah’ta net bir şekilde tarif edilir. “Şüphesiz iman edenler, Yahudi olanlar, Hristiyan ve Sabiîlerden her kim Allah’a ve Ahiret Günü'ne iman eder ve salih amel yaparsa onlara Rabler'i katında ecirler vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. (2/Bakara 62)” ayet-i mucibince İslâm’ın farklı inanç gruplarına olan yaklaşımı son derece nettir. Yine başka bir ayet-i kerime’de: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden her kim onları dost edinirse muhakkak ki o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez. (5/Mâide 51)” şeklinde konuya dair başka açıdan bir tarif verilmektedir. Dolayısıyla dinin tasviri; bilimsel metodun; aklın ve yorumun çok ötesinde bir netliğe ve sarahate sahiptir. Sentez amaçlı diyaloglar, sanıldığı gibi farklı grupları birleştirmenin ötesinde, dinin değer sistemini ve akidesini tartışmalı hâle getirmek gibi bir tehlikeyi barındırır. Uygulamada ise birçok tavizi normalize edip kurallar silsilesini akamete uğratarak hem o dinin mensuplarında hem de o dine yakınlık duyanlarda ciddi bir kafa karışıklığı yaratır. Nitekim geçtiğimiz dönemlerde “Fetö” namlı örgütün “dinler arası diyalog” mottosuyla kalkıştığı zincirleme yozlaşma/yozlaştırma eylemleri, toplumda ciddi bir sarsıntıya yol açmış, artçılarını hala yaşadığımız ve belki de birkaç kuşak boyunca sürecek bir irtifa kaybına sebebiyet vermişti.
Mübarek Ramazan ayına henüz giriş yaptığımız bugünlerde; Altınmarka Şirketler Grubu’na bağlı faaliyetlerini sürdüren Kahve Dünyası’nın, FETÖ’nün girişimlerini hatırlatan türden ‘Ramazan’ reklamları yapması tepkilere neden oldu. Şehrin sair yerlerindeki reklam panolarında “Ramazan, Pesah ve Paskalya bir arada! Hepimize kutlu olsun.” şeklinde görülen sloganın neye hizmet ettiği, hangi saiklerle kimler tarafından organize edildiği muhâl olmakla birlikte kelimenin tam anlamıyla bir müptezellik yargısına yol açtığı aşikârdır. Kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda, Hristiyan ve Yahudiler’in dahi son derece hassas bir yaklaşımla saygı duyduğu oruç ve rahmet mevsimini, kapitalizmin bayağı bir reklam aracına alet etmek, bunun da ötesine geçerek din içinde din kurgulamak; “sözde hoşgörü bayrağı altında” yozlaşmanın bayrağını açmak gibi bir cüretin işgüzarlığıyla açığa çıkmış bulunuyor. Din; bireysel ya da kurumsal psikoloji alanını ilgilendiren mistik hezeyan ve halüsinasyonlar toplamı değil; sosyolojiyi ilgilendiren kavramlar ve olgular disiplinidir. Şu hâlde İslâm’ın farz olan oruç ibadeti ile kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in konuya dair esaslarını adeta soyutlayarak, “postmodern bir Ramazan anlayışı”na kapı aralamak; toplumda hiçbir karşılığı olmayan bu tarz saygısızlıklarla prim toplama yanılsaması içinde olanların en iyi ihtimalle "kötü niyetli" olduklarını ortaya koymaktadır. Bu türden mottolar ve yaklaşımlar; aşağılık komplekslerine feda edilemeyecek kadar biricik olan değer sistemimizi, nezdimizde daha da muteber kılmalı; inancımıza yönelik tehlikelerin karşısında rikkatimizi artırmalıdır. Tarih boyunca Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışanlar hep varolmuştur ancak asıl belirleyici olan; bizim bunlar karşısında göstereceğimiz sarsılmaz tavır ve izzetli duruş olacaktır.
Hacer Yeğin