Nereye baksanız bir tahribat çarpar gözünüze. Asker traşı yapılmış ormanlardan müsilajla kaplanmış denizlere, taş ocaklarıyla yok olmuş dağlardan kurumuş göllere ve verimsizleşmiş topraklara; yaban hayatında meydana gelen deformasyondan gıda krizine, biyoçeşitlilik kaybından insanın yaşam kalitesindeki bozulmaya kadar her yerde devasa bir tahribat söz konusu. Zararlı, zehirli ve tehlikeli kimyasalların çevreye yayılması, ekilebilir arazilerin dönüştürülmesi, nehirlerin önüne setler çekilmesi, tatlı su kaynaklarının tükenmesi, okyanus sularının ısınması ve asitlenmesi, buzulların erimesi, hava, su ve toprak kalitesinin düşmesi... Doğal habitata verilen zararın domino etkisi yaratarak süregetirdiği dehşet verici yıkımlar hepsi...
Ve fakat çok vahim başka tahribatlar da var. Göç ve mültecilik meselesi üzerinden tahrip olan bir “insanlık” var mesela. Hukukî ve ahlâkî anomi, gündelik hayata sinmiş küçük adaletsizlikler, hayatın her alanına sızmış, ilişkilere işlemiş bir “ben” ve “öteki” hakikati, hem bireysel hem toplumsal ölçekte yaşanan bir düşünsel katılık ve bilişsel tutuculuk hâli... Bunlar da insanın insanlığını ve insanlık potansiyelini doğrudan hedef alan korkunç tahribatlar...
Tahrip gücü yüksek bir varlıktır, insan. Yaşamın evrimsel tarihi içinde jeofizik bir güç hâline gelen tek tür olmasından mı sebeptir bilinmez; yıkıcı gücünün sınırı yoktur. Ama bugün bir eşiktedir, yaşamsal bir kararın ve tercihin arifesindedir: Bundan sonra “ya hep birlikte ya hiçbir şekilde”.
Konumuz: “Sadakat”
Çoğunluk, sadakati bir “ya... ya da...” meselesi olarak düşünse de anlayış ve pratiği onun mânâ ve muhtevasını bulanıklaştırır. Onun bir davranış mı, duygu mu, biliş mi, motivasyon mu, birbirine bağlılığın bir metaforu mu yoksa duygusal bir taahhüt, yükümlülük ya da borç mu olduğu; insanı nasıl motive ettiği, bireysel mi yoksa toplumsal ve kültürel bir inşa mı olduğu; bakışta mı, histe mi, fikirde mi ortaya çıktığı tartışmalıdır. Kesin olan şudur ki sadakat; yüklü ve hacimli bir kavramdır, sosyal ilişkilerin kilit bileşenidir ve gayri resmi bir işleve sahiptir.
Bugünün dünyasında sadakat, yerini hareketliliğe ve değişime-dönüşüme terk etmiş, izine ender rastlanan bir olgu artık. İşini, eşini, telefonunu, evini, arabasını ve dahi sahip olduğu birçok şeyi hiç olmadığı kadar hızlı değiştiren modern insan nezdinde bir “atalet” hâli.
Sadakat etiğine bir yaklaşım inşa etmek, artık her zamankinden daha zor.
Konumuz: “Hipernormalleşme”
Hipernormalleşme, Rus antropolog Alexei Yurchak tarafından icat edilmiş bir terimdir. Yurchak, bu terimi çökmek üzere olan Sovyet rejiminde herkesin sistemin başarısız olduğunu bildiği hâlde başarılıymış yanılsamasını sürdürmesi durumunu betimlemek için kullanmıştır. Bir nevi “sahte normallik”tir. Bu sahte normallik içinde yönetenler, eylemlerini haklı çıkarmak ve kamuoyunu kontrol etmek için sahte anlatılar tasarlarken, yönetilenler de kitlesel olarak her şeyin yolunda olduğunu varsayarak işleyen bir sistem/toplum iddiasını kabul etmeye ve sürdürmeye boyun eğmişlerdir. Gerçek bilinemediğinden kimse sisteme karşı hareket edememiş ya da sistemin dışında yer alamamıştır.
Hipernormalleşme durumunda, önermelerin doğruluk değeri değil, inanç değeri önemsenir. Ne kadar çok insan inanırsa, önerme o kadar doğru hâle gelir. Bundan sebeptir ki algı yönetimi ve manipülasyon, hipernormalliği yansıtan ve sürdüren iki temel dinamiktir. Kolayca yönlendirildiğimiz, kolaylıkla provake olduğumuz, ahlâkî ve sosyal sorumluluklarımızdan kolayca kaçabildiğimiz bu suni ve sahte dünya düzeninde sadece hakikatten, hayattan, pratikten uzaklaşmakla kalmıyor, kendimize yabancılaşıyor ve yozlaşıyoruz.
Sonumuz hayrolsun...
Nilgün Dağ