Önce kitaplarını sonra fikirlerini üç beş kuruşa satan sözüm ona İslamcılar gördüm. Laftan öteye geçememişlerdi. Lafın öte yakası azgın bir ırmaktı sanki. Hep aynı cümlenin etrafında dönüp duruyorlardı. Lafın öte yakasına geçmeyi deneyen birkaç kişi nehrin bendini yıkan sularına kapılıp yok olmuştu. Öte yakaya güç bela geçebilenleri ise bambaşka bir hayat bekliyordu. Ne ilkelere ne ideallere ne de hayallere sığabilen bir hayattı bu. Hayatlarını ilkelerle bağdaştıramayınca ilkeleri hayatlarına uydurmaya kalktılar. Nasıl olsa ölüm ani ve dünya faniydi. Dünyada nasibi unutmamak lazımdı. Kitaplar bir an evvel hayatla aramızdan çekilmeliydi. Pakistan, İran, Cezayir, Fas, Tunus, Mısır ve Suriyeli yazarların Türkçe ’ye yapılan çevirileri kitapta durduğu gibi durmuyordu. Bu toplumları da birbirine çevirmek lazımdı. Araplaşmayı ya da Acemleşmeyi sahici İslamlaşma zanneden o kadar çok kimse vardı ki. Önce bu tercüme kitaplar elden çıkarılmaya çalışıldı Sahaf çarşılarında. Maksat duru bir zihne ulaşabilmekti.
Fikirde ümmet fiilde millet olabilmeyi başarmış bir topluluktan bahsediyorum. Özel hayat alanları o kadar genişti ki neredeyse bir iki nokta dışında her şey bu hayata dahildi. Ekonomik durumları, sevinçleri, acıları, endişeleri, cepleri, cepkenleri, israfları, insafları ve vicdanları bu özel ve şahsi hayat kapsamına dahildi. Sadece okudukları kitaplarda, altını çizdikleri satırlarda kardeş olmayı başarabilmişlerdi. Bu kitapların altını çizme alışkanlığı seksenli yılların sonlarına doğru yaygınlaşan bir şeydi. Sonradan altı oyulacak cümlenin şimdiden altını çizmek gibi bir durumdu bu. Pratiksizliğin getirdiği bir geçici çözüm yolu da sayılabilir. Normalde kitabın sayfasında bir cümlenin okunması bu okumadan hasıl olan anlamı dünyaya katmayı gerektirir. Oysa böyle bir dünya sadece teoride vardır. Doksanlı yıllar okuyucusu hayata geçirmeye muktedir olamadığı cümlenin altını sanki sırtını sıvazlar gibi kalınca renkli bir kalemle çizerdi. Sahaflardan aldığım eski kitaplar içerisinde bu macerayı yaşamış çok kitabım olduğunu söyleyebilirim. Üstelik bu kitapların içinde kitabın yazarı tarafından çok iddialı cümlelerle okuyucusuna imzalanmış olanlar da var.
Meselesiz kafalar
Kitaplar mı okuyucusunu terk eder okuyucusu mu kitabı? Her ne kadar okuyucu dünya ile ilişkisini matbuat âleminin dışına çıkarak değiştirip biçimlendirmeye çalışsa da gerçekte terkedilen kitap değil okurun kendisidir. Kitap okuyucusunun nazını daha fazla çekmek istememiştir, aklı başka yerlerde olan okuyucuyu sırtından fırlatıp atmıştır. Doğru tanımlanmış kitapların hiç tahammül edemedikleri kafalar meselesiz kafalardır. Meselesi olmayanın hakiki anlamda kitabı da yoktur. Hayata boş bir kâğıt gibi bakar meselesini yitirmiş okur. Evrene bakışı da bundan farklı değildir. Evren alabildiğine karmaşık ve de okunaksızdır. Kitapların ilişkiyi kestiği kişi evrenle çok boyutlu ilişkiyi de kestiği için yazılı metinlerin işaret ettiği anlam dünyasına zihninin kepenklerini kapatmıştır.
Seksen sonrası muhafazakâr, mukaddesatçı, müntesip, radikal adına ne derseniz deyin inanç insanlarının evlerindeki güncellenmemiş kütüphaneleri içinde bulundukları düşünce serüvenleri hakkında çok önemli bir veridir. Nerede düştüklerini, nereye yıkıldıklarını, nerede kaldıklarını, en son okudukları kitabın nasıl bir iz oluşturduğunu bu ilgisizlikten kurumuş kütüphaneye bakarak anlayabilirsiniz. Raflara ölçüp biçerek yerleştirilen kitapların dünyasını zihni ütülü bir pantolon kadar tedbirli kafalara sormak lazımdır. O konuya hiç girmeyeceğim. Konformist beyinlerin cehaletlerinin yüzeye sarkan taraflarını örtme gayretlerinin sonucudur bu tip ev kitaplıkları. Kitap kütüphane raflarındaki yerini almış, lakin fikir ve düşünce odanın içerisinden kapı dışarı edilmiştir. İki kapak arasında toplanabilecek bir fikre sahip olmayan kimsenin kitapla ilişkisi ara sokaklarda geceleyin evini kaybetmiş birinin her eve kendi evi zannederek girmesi gibidir.
İnsan kendi yazgısını ancak yazıyla değiştirir
Memleketin muhafazakârlarının kitapla ilişkisi hayal gücünü zorlayabilecek cihettedir. Muhafazakâr kitap okumaya başladığı andan itibaren başka bir insan olmuş olur. Muhafazakâr kimliği cebinden kayıp gider. Sahip olduğu her şeyi hiçbir kritiğe tabi tutmadan korumaya alan kişi muhafazakârdır. Peşin kabul fikir mağazalarının muhafızlığını yaparlar. Bu tip kişilerin din ve hakikat adına sahip oldukları etraftan duydukları ne ise odur. Ne de olsa okumak yorucu ve devamlılık gerektirir. Üstelik değişim ve gelişimi zaruri kılar. İnsan kendi yazgısını ancak yazıyla değiştirir. Kaderci insanların çoğunun yazıyla başı hoş değildir. Yazıyla ve yazılı metinlere mesafeleri olduğundan şu dünyada doğru düzgün ne bir hikayeleri vardır ne de şiirleri. Kendi hikayelerini hep başkası yazsın isterler. Bu sebepten yüzleri ne okunaklıdır ne de okuyucu yüzüdür.
Kişinin kişisel kütüphanesi onun her bir şeyidir. Bilinçaltını ve de şuur birikimini bu kütüphaneye bakarak anlayabilirsiniz. Yıllar önce tavsiye üzere bir kıza talip olan son derece birikimli, iyi bir okur olan bir arkadaşım vardı. Kızın düşünce seyri ve fikir dünyasını öğrenmek istiyor ve bir türlü buna o dar zaman içerisinde fırsat bulamıyordu. Kızla daha sık sohbet etmesini, fikri konularını müzakere etmesini tavsiye etmiştim. Bir sonuç alamadı. Her defasında ‘Çok az konuşuyor hocam, hangi konuda nasıl düşünüyor bir türlü çözemedim’ diyordu. Çok geçmedi bir gün onu kararını vermiş gibi gördüm ve sordum: ‘Nasıl, öğrendin galiba kızın fikrini zikrini?’ ‘Sorma’ der gibi başını sallayarak: ‘Nihayet anladım hocam ve bu işin olmayacağına kanaat getirdim’. Nereden anladın? Diye sormaya kalmadı cevap verdi: ‘Kütüphanesini gördüm kızın. Anladım ki farklı kütüphanelerin insanıyız biz, yapamayız!’ Kızın kütüphanesi onunla evlenmeye niyetli arkadaşın yıllar yılı mücadele ettiği yazarların kitaplarıyla doluydu. İnsanları birbirleriyle evlendirebilirdiniz, ama düşünceleri ve kitapları birbirleriyle evlendirmek öyle kolay bir şey değildi.
Kitabına göre okur, okuruna göre kitap
Seksenli yıllarda koltuk altında taşınan kitaplar ideolojik haberleşme aygıtı gibiydiler. İnsanları birbirlerinden sakal ve saç tıraşları, giydikleri kıyafet ve kıyafetlerin renk tonları olduğu gibi okudukları kitaplar ayırıyordu. Anne babalar çocuklarını bu zararlı aygıttan korumak için olmadık çareler düşünürlerdi. Bir düşünceyi kafada bertaraf edemiyorsan o düşünceyi doğuran ve yerleştiren kitapları imha ederek çözüm geliştirebilirdin. Hiç kimseden de bu anlamda bir kınama ya da yadırgama gelmezdi. Örneğin ben 80’li yılların başında Libya’da çalışan bir yakınımızın İstanbul’a dönüşte beraberinde getirdiği sosyalist içerikli kitapları başta Muammer Kaddafi’nin Yeşil Kitap’ı olmak üzere yakınları tarafından sokak başında nasıl ateşe verilip yakıldığını hatırlıyorum. Zavallı adam itiraz etmeye bile davranamamıştı.
Bugün itibariyle baktığımızda kitapların insanı ve toplumu değiştirme gücü yok denecek kadar azdır. Diğer bir tabirle kitap okuyucusuna vadettiği şeyleri yerine getirmemektedir. Artık kimsenin sahip olduğu fikir ve kanaatler dolayısıyla kitaplara teşekkür borcu yok. Siyaset ve gündelik politika yüzeysel düşünüş biçimini şekillendiriyor. Kaynağını İslam düşüncesinin derinlikli kaynağından devşirmiş bir İslamcı kimliğine rastlayamıyoruz. Belki abartı olacak, ama söylemek zorundayım, bugün kitapların muhtevasını bile bu sathi siyasi yaklaşımlar oluşturmaktadır. Kitabına göre okur, okuruna göre kitap piyasalaşmış durumda. Düşünce sessiz, satırlar dilsiz, idealler köksüz. Böyle miydi o şarkı? ‘Kitaplar konuşmuyor anne!’
Hüseyin Akın