İletişim destanı-3: Ev telefonları

Graham Bell denen arkadaşın ortaya çıkardığı devrim niteliğindeki bir icat, ortalığı salladı. Mikrofon ve hoparlör tertibatının arasına gerilmiş bir tel, titreşimleri iletiyor ve ses karşı taraftan duyulabiliyordu.

İletişim destanı-3: Ev telefonları

Pıriviyısli on Makas… Makas’ın önceki sayılarında bu köşede duman ile haberleşmeden mektuba, telgrafa kadar geldik. “Eskiden ne kadar güzeldi…” şeklindeki bin yıllık geyikleri biz de yaptık, şükür. Şimdi ise sıra, 80’lerde doğanların da yaşamış olduğu ve hatta hâlen yaşanan konulara…

Graham Bell denen arkadaşın ortaya çıkardığı devrim niteliğindeki bir icat, ortalığı salladı. Mikrofon ve hoparlör tertibatının arasına gerilmiş bir tel, titreşimleri iletiyor ve ses karşı taraftan duyulabiliyordu. Hepsi bu. Ancak bu büyük bir ilerlemeydi. Çünkü telgraf bile bir postacının kas gücüne muhtaçtı. Bu ise aradaki bir iki aracı ile karşılıklı konuşmayı, hasret gidermeyi mümkün kılıyordu. Ama yemişim devrimini. İlk yıllarda epey zahmetliydi. Önce telefondan santrale bağlanıyor, santral ise aramayı karşıdaki kişiye aktarıyordu lâkin bu, pek kolay olmuyordu. Bazen saatler sürebiliyordu bu işlem. Askere giden oğlunu aramak isteyen anne, çarşı izninde arıyor; telefon ise tezkereden sonra veriliyordu. “Oğlumuz oldu” haberini vermek için arayan bir kadın, uzaktaki eşine bağlanana kadar çocuk büyüyüp cinsiyet değiştiriyordu. Ramazan bayramını kutlamak için babasını arayan bir çocuk, çok şükür kutlayabiliyordu. Çünkü Kurban Bayramı’nda telefon ancak bağlanıyor, bayram kutlama niyeti gerçekleşiyordu. “Evladım, annen çok hasta” demek için arayan birisi, oğluna bağlandığında arkadan mevlüt sesi geliyordu.

Bunlar işin şakası falan değil. Yaşanıyordu böyle şeyler. Sadece geç bağlanma sorunu yoktu, hatların karışması sorunu da vardı. Eşini arayıp “Seni özledim” diyen adamın hattına kayınbiraderi karışıyordu. Bizde önemli bir gelenek olan “karşıt siyasi görüşe sövme” işlemi yapılırken yanlışlıkla karşı parti başkanlarının hatlara karışmasıyla olaylar, 12 Eylül’e kadar gitti hatırlarsanız…

Benim anamı da telefonda istemişler, hatlar karışıp yanlış kızı isteyince babam yanlışlıkla anamla evlenmiş ve ben doğmuşum mesela…

Ahizeli telefonlar kullanılmaya başlandı

Sonradan yavaş yavaş bu karışıklıklar gitmeye, hatlardaki aracı sistemi ortadan kalkmaya; her eve küçük ve ahizeli telefonlar gelmeye başladı. Bunlar başlangıçta çevirmeliydi. Halkadan “hıtıtıtı” diye parmağı sokup numarayı az çevirmedik. En büyük dezavantajı “Hugo” oynayamamaktı. Hatta Hugo’yu yanlışlıkla çevirmeli telefondan oynamaya kalkan bir veled başarılı olamamış, ardından Tolga Abi’ye sevgilerini sunmuştu. Bu da efsane midir gerçek midir, Allah’ını seven aydınlatsın artık. Ne Susurluk olayı, ne de 11 Eylül olayı bu kadar gizemli kalmamıştır. Tolga Abi, okuyorsan hele bi yaz cevabını. Rüyalarıma giriyor o sorunun cevabı. Küfür yedin mi yemedin mi? “Hügooooo” diye bağırarak uyanıyorum, kâbuslarımdan.

O telefonların bir özelliği de aynı hatta paralel telefon bağlayabilmekti. Ben şahsen bizimkiler salonda telefonda konuşurken dedemin odasındaki diğer paralel telefonun ahizesini usulca kaldırır ve konuşmaları dinlerdim. CIA kariyerimin başlama noktasıdır o telefonlar. Sonra oradan da attılar. Çünkü telefonda Amerika’ya azıcık saydırmıştım. Paralel telefondan Bush dinliyormuş ahizeyi kaldırıp. Kovdular ama tazminatımı da tam alamadım. Disiplin suçu diye gösterdiler raporda. Zaten sigortamı asgariden gösteriyordu. Alacağım üç kuruşun da üzerine yattılar. Yalvardım Bush’a. “Bari eve kâğıt gitmesin.” dedim. Çok şükür eve gönderilen kâğıdı kapıda ben aldım da peder arıza çıkartamadı…

Bir sapıklık türü

Çok meşhur olan bir şey daha vardı bu telefonlarda. Rast gele bir numarayı arayıp saçmalamak. Bu da bir sapıklık türü. Bir keresinde: “Yarışmadan arıyoruz, canlı yayındasınız” falan diyip sorular sormuştuk, adamcağız ciddiye almıştı. Sonunda para kazandığını sandı zavallı. Zaten ekonominin pek şahlanmadığı yıllar, o yıllar… Adamın hayalleriyle oynadık, âhını aldık. O gün bu gündür, ağza su alıp çalkalasam da burna su verip temizlesem de bütün vücudu iğne ucu kadar kuru yer kalmayacak kadar yıkasam da işlerim rast gitmiyor…

Konuşmalar uzun sürmezdi. “Çok yazdı.” diye bir kavram vardı. Şimdiki gibi “70 lira verin, ebediyete kadar konuşun, radyasyondan beyniniz pişsin.” gibi kampanyalar yoktu. Azıcık uzattın mı bir kilo kıyma parası giderdi. Hatta şehir dışını aramak zaten zengin işiydi. Ülke içinde yurt dışını ise arayanlar sayılıydı. Onlar da “Alamancı” diye tabir edilen, çocuklarını arayan analar ve babalardı. Alamancıları hatırlarsınız. Hani geldiklerinde önce yüzlerine değil de bavullarının büyüklüğüne baktığımız akrabalar. “Aç artık bavulu” diye dua ettiğimiz insanlar. O bavul da bir türlü açılmazdı arkadaş. Acun bile böyle germezdi kutuyu açarken… Duty Free’den alınma çikolatalar, katlanabilen kalem kutuları gibi tüm ülkedeki Alamancıların aldığı şeyler hep aynıydı. O değil de Alamancılara nerden girdik? Kimse de demiyor ki: “Arkadaş manyak mısın, konuya dönsene…” Eğer yazıyı buraya karar okumaya katlanan olduysa, lütfen dergiye mail atsın.

Sıradaki yazının konusunu Allah bilir. Sağlıcakla kalın.

Emin Murat Kılıç, “İletişim destanı-3: Ev telefonları”, Makas dergisi, sayı 11

YORUM EKLE