İlahiler, kasideler söyleniyor; artık meşk edilmiyor

İlahiler, kasideler, naatler “söyleniyor”  bugün. Meşk edilmiyor. Bu söylenişte, kelimeler dil ve damakla buluşuyor fakat kalple, gönül ile, his ile buluşmuyor. Kâmil Yeşil yazdı.

İlahiler, kasideler söyleniyor; artık meşk edilmiyor

Hiç hatmi haceganlarda bulundunuz mu bilmiyorum. Bendenize az da olsa nasip oldu. Allah lafzı ile başlayan zikir, kelime-i tevhid ile devam etti, Salavat ve aşır ile bitti. Sesli zikir bittikten sonra tesbih ve zikir hali, sükûnet şeklinde devam etti. Zikrin tesir gücü, zikre dahil olmak, kalb, ruh, sır, hafi, ahfa, nefs-i natıkanın zikirden aldığı feyz, bu sükûnet halinin içindeyken daha çok hissediliyor. Denilebilir ki tasavvuf, bu sükûnet halindeki zikri devamlı kılmanın eğitimidir.

Neyse konumuz bu değil. Konumuz, ilahiler ve kasideler. Hatmi hacegan esnasında zikri idare eden kişi bazen kendisi bazen halkada işaret ettiği kişi ilahiler okudu, kasideler söyledi. Bunlar, ruh halinin dışa vurumu, aşkla söyleyiş, vecd halini ifade eden ilahiler ve kasidelerdi.

Bu ilahi ve kasideler bize şunu gösterdi ki tekkelerde, dergâhlarda, zaviyelerde ilahi, kaside, gazel, naat meşk edenler bunu bir musiki icrası olarak görmemiş, zikrin- ısrarla kullanmaktan kaçınıyorum “âyin”in-  bir parçası olarak terennüm etmişler.

İlahilerin tematik olarak ilahi aşkı terennüm eden eserler olduğu düşünülürse bu durum daha iyi anlaşılıyor.

Öyle anlaşılıyor ki ilahilerin söylenişinde, makamdan tutunuz güfteye, usule kadar birçok şey;  vecd halinin, içe doğuşun, ilhanım eseri. Zamanla disiplin altına alınmış olabilir. Fakat eserlerin icrasının sebebi, musiki vasıtası ile ilahi bir tat ve derinlik hedefleniyor, sanatkarlık veya meşk, hoşça vakit geçirmek değil… Bu açık. Kulakların pasının giderilmesi diye bir amaç yok yani.

Manevi derinlik kayboldu

Her şeyde olduğu gibi musiki konusunda da görülen yaygınlık, anonimleşme, zaman ve mekân unsurundan bağımsız olarak yapılan icra, ilahiler ve kasideler üzerinden bir musiki disiplini haline geldi. Türk Tasavvuf Musikisi denilen yekûnun böyle doğduğunu düşünüyorum.

Yine de bu tür eserleri icra edenler, önceleri dergâh/tekke/zaviye-tarikat ve tasavvuf terbiyesinden geldikleri için, icraları o ortamdan tatlar ve neşve taşıyordu.

Sonra ne oldu?

Şu oldu.

Dinleyerek –meşk ederek diyeceğim ama meşk sadece dinlemek değil- öğrenilen eserlerdeki manevi derinlik kayboldu, yerine musiki icrası geldi. Herkes “Allah” der fakat herkesin Allah demesi kalbe nüfuz etmez. Bazı kişilerin ağzına yakışmıyor lafzatullah, hiç dikkat ettiniz mi? O ağza, o dudağa ne kadar da yabancı bir lafız olarak kalmış?

Musiki icrasının bir parçası haline getirilen güfteler, söz yazarları tarafından üretilmiş metinler değildir. O metinler ilahi aşkın, vecdin, ilhamın dışa vurumudur.  Şair ne diyor? “Şiir, şairin neresinden çıkarsa okuyucunun orasına hitap eder.”

Kalpten gelen bu sözleri dudaktan gelmiş gibi söylemek, öncelikle eserin hakkını vermemektir. Saniyen, zikir esnasında, dergâhta bir sır olarak zuhur eden hallerin yaşanmadan icrası mümkün mü? Mümkün olmadığı açık. Formu ne olursa olsun, Yunus Emre ilahilerine bakalım.

İlahi aşktan bir neşve, gurbette (ilahi huzurdan ayrılmanın) olmanın verdiği bir hasret ve hüzün, görünenin ötesinden gelen koku ve tadın hâkim olduğu bu eserler, günümüzde müzik icrası olarak var.

Kimler söylüyor?

Artık meşk edilmiyor

Söze dikkatinizi çekerim. İlahiler, kasideler, naatler “söyleniyor”  bugün. Meşk edilmiyor. Bu söylenişte, kelimeler dil ve damakla buluşuyor fakat kalple, gönül ile, his ile buluşmuyor. Güzel ses, geliştirilmiş müzik aletleri, süslenmiş vücut, tikler, mimikler bize bir ilahi, bir naat ile karşılaştırmıyor.

Sesi güzel diye bazı şarkıcılar ezan ve mevlid okumuştu hatırlıyor musunuz? O ses sahipleri icra ettikleri metinlere ilahi bir tat, renk, vecd hali yükleyebildiler mi? Hayır?

Eserlerde geçer ki, önceki kavimlerden bazıları Tanrı’nın adını, öyle akıllarına her gelişte, ulu orta söylemezlerdi, söyleyemezlerdi. Bu ilkeyi hatırlayınca ‘benim sesim güzel, diksiyonum düzgün, görünüşüm yakışıklı, ay da Ramazan, kandil vs. öyleyse ilahi okurum, kaside okurum, diye çıkıyorlar yola ki, bunların hiçbiri hissetmek ve hissettirmek  için lazım değil,  diyoruz.

Sanatçı unvanı taşıyor diye, bazılarının, daha doğru dürüst telaffuz edemediği, anlamından bi-haber olduğu ilahiyi, kasideyi sıradan bir şarkı derekesine indirmesine müsaade edilmemeli, diye düşünüyorum.

Aradaki fark için size bir formül önerebilirim: İlahide geçen Al-lah lafzını aynı anda kalbi ile söyleyen kişiyi dinleyin, ne demek istediğimi anlarsınız.

Sonuç: Televizyonlarda icra edilen Ramazan programlarını dinleyemediğim gibi üstüne sos olarak serpilen ilahileri, kasideleri de dinleyemiyorum.

Sözü bitirirken; nerde o İsmail Biçer’ler, Nihat Ulu’lar, İbrahim Peker’ler, Süleyman Arabulan’lar, Halil İbrahim Çanakkaleliler, Aziz Bahriyeli’ler, Kani Karaca’lar dersem bu yazıya yeni bir fasıl mı açmış olurum nokta mı koymuş olurum bilmiyorum.

Kâmil Yeşil       

YORUM EKLE