İslamcı kesimde kadın yazar denilince akla ilk önce Şule Yüksel Şenler gelir. Bu, yazılan eserlerin yanında biraz da yaş ve dönemle ilgilidir. Zira ilkler unutulmaz.
Şule Yüksel Şenler’in bıraktığı yerden devam eden diğer bir yazarımız da Emine Şenlikoğlu’dur. Evet yanlış okumadınız, Şenlikoğlu, Şenler’in bayrağı bıraktığı / devrettiği yerden almış ve yaklaşık yirmi yıl taşımıştır.
Her iki kalemin hidayet öyküsü vardır ve bu öyküler birbirine benzer. Yani gayriislami olarak isimlendirdikleri bir dönem yaşamıştır iki yazar da. Sonra hidayet ve bir bilgilenme ve o bilgiyi paylaşma dönemine geçmişlerdir.
Şule Yüksel Şenler’in hakkını yememek için söylemeliyiz. Onu günümüze kadar getiren; ilk kadın yazarımız, gazetecimiz, konferansçımız, hapse girenimiz olması değildir. El-hak Emine Şenlikoğlu da yayıncılık yapmıştır, konferanslara gitmiştir, mahkum olmuş, hapis yatmıştır ama Şenler, kendisini kitlelere kolaylıkla ulaştıran bir gazete ile atılmıştır mücadele sahasına. Hem de döneminin iyi yazarları ve Anadolu’ya ulaşan bir gazete ile. İşte aradaki fark da buradan doğar. Şenler daha edebîdir ve bu edebîlik, onu, roman yolu ile sinemaya, sinema da kitlere, sadece Müslüman kitleye değil onun dışındaki kitlelere de taşımıştır. Edebiyat ne işe yarar diyorlar bir de. Hemen belirtelim ki Şenler’in benimsenmesi, eserlerinin yaygınlaşması ve edebiliği genel edebiyat/estetik seviye ile ilgili değildir; Şenlikoğlu’na kıyasla söylenmiştir bu söz. Zaten Şenler’in de Şenlikoğlu’nun da çıkış amacı edebi(yat)lik değildir, “edeb”îliktir. Her iki yazarımız da İslami bir dönüşüm, bir şuurlanma dönemi yaşamış, bu geçişin heyecanını olanca gücü ile hem duymuş hem duyurmuştur. Bu yeter ve yetmiştir de.
Bazı kimseler (okuyucular) için edebilik gerekmez zaten. Onlar bire bir yaşanmışlığı, cesareti, bedeli esas alır. Doğrusu Şenler’in de Şenlikoğlu’nun da yazdıklarında bunlar fazlasıyla vardır.
Bu yazarlarımızın yazdıkları “hidayet romanı” şeklinde isimlendiriliyor ve bu isim üstelik tahfif olarak kullanılıyor. Hidayet başlı başlına bir mucizedir ve onu kimse tahfif edemez. Yazılanlar “hidayet romanı” ise bu da vak’a ile örtüşen bir durumdur. Çünkü yazar kendisi hidayete ermiştir ve yazdıkları, yaşadıklarından neş’et etmektedir. Bunda şaşılacak ve küçümsenecek ne var! Efendim edebî değil. Yazan kişinin amacı edebilik değil ki…
Kim ne derse desin, Şenler de Şenlikoğlu da yazma amacına ulaşmış yazarlardır. Tartışmaya açık olsa da bunun içinde kendi kulvarlarında edebilik de vardır. Bu eserler sayesindedir ki insanlar heyecanlanmışlar, kızlarına Feyza, oğullarına Bilal adını koymuşlardır. Bu eserlerin verdiği heyecan, insanımızı ağlatmış; sevmek, sevilmek, yani ki aşk, yeniden yücelmiş ve safiyet kazanmıştır. Belki şöyle söylemek yerinde olur : Kadın yazarlarımızda, haydi isim de verelim (Aktaş, Barbarosoğlu, Eraslan vs.) edebîlik, estetik dikkatin gelişmesi de Şenler ve Şenlikoğlu sayesinde olmuştur. Yani onlara, yazın ama böyle olmasın denmiştir veya onlar yazılanlardan böyle bir sonuç çıkarmıştır.
Hapiste yatmıştı
Şenlikoğlu, kalemiyle temayüz etmeye başladığında biz liseyi yeni bitirmiştik. Ribat’ta Mahkûm Duygular serlevhası ile şiirler yayımlıyordu. En azından benim dikkatimi böyle çekmişti Şenlikoğlu. Neden Mahkûm Duygular idi bu şiirlerin adı. Zira hapiste yazılmıştı, zira Şenlikoğlu, Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar adlı kitabından dolayı meşhur 163.madde kapsamında yargılanmış ve hapis yatmıştı.
İlk-Orta ve İmam-Hatip lisesini dışardan bitirmiş, özel dersler alarak Arapça öğrenmiş, öğrendiklerini paylaşmış ve başı sistemle derde girmiş bir kişinin aydınlanmasından söz ediyoruz. İslam tarihinde Hz. Sümeyye’nin, Türk tarihinde Şalcı Bacı’nın açtığı çığır yani.
“Kadınların kaleminden hem kadınlar hem erkekleri için” çıkan Mektup dergisinin genel yayın yönetmenliğini de yürüten Emine Şenlikoğlu, kendi okuyucusu yanında kendi yazarını da yetiştirdi.
TV tartışmacıları boğmak istedi onu
Şenlikoğlu’nun medya tarafından keşfedilmesi bundan sonra olmuştur. Salonlardan televizyonlara taşındığı dönem irtica, tesettür, tarikat, kadın hakları, çok eşlilik gibi konuların bol bol tartışıldığı dönemdir. Karşısında da yılların profesörleri, kaşarlanmış gazeteci ve siyasetçiler vardı. İlk okulu dışarıdan bitirmiş, çarşaf giymiş bir kadının karşısında âyetten, hadisten anlamadığı belli olmasın diye sözü sosyolojiye boğan, Weber’e, Comte’a getiren, yani topu taca atan çok adam gördüm Şenlikoğlu’nun karşısında. Sadece sıkletleri değil, niyetleri de farklı idi tartışmacıların. Moderatörün bile taraf tuttuğu programlardı bunlar. Şenlikoğlu’nun mağlubiyeti İslam’ın mağlubiyeti gibi anlaşılmaması için TV programlarına katılmaması ima edildi ve ondan sonra görmedik onu. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Hürriyet’te bir röportajını okudum son olarak. Aile hayatından bahsederken, kendi ev hayatı ile ilgili verdiği ayrıntıyı ona yakıştıramadım. Medya ile fazla yüz göz olmanın sonucu idi bu.
Şenlikoğlu ile özdeşleşmiş olan Mektup dergisi şimdilerde çıkmıyor. Yirmi yıl aralıksız çıkmış bir dergi idi Mektup. Sözünü esirgemeyen bir üslubu vardı. Kendi yazarını yetiştirmişti. İyi de satıyordu. Şimdilerde böyle bir derginin olmaması yaşadığımız sekülerleşme ile ilgili. Mektup varken Âlâ yoktu. Mektup gitti aradaki boşlukta moda dergisi alacak nesil yetiştirildi –en azından belli bir kesim için- ve Âlâ geldi.
Şimdi herkes kendine sorsun : Mektup mu Âlâ mı? Ben oyumu Mektup’tan yana kullanıyorum. Ve Şenlikoğlu’ya buradan sesleniyorum. Bize Mektub gönder Emine Abla.
Kamil Yeşil yazdı
"mektup"u özleynlerdenm bende. seviyeli, kaliteli, gündem unsurlarını siyasi-kültürel ayırd etmeden işleyen bir anlayışta idi. bir anda kapandı. geçici bir kapanma dediler:maddi sıkıntı,tıpkı şimdiki anlayış gibi. ancak bambaşka nedenlerle kapatılsalarda neticede yoklar artık dergilerin topluma mal olduğunu düşünenlrdnm. bir kere çıkarttıktan sonra kendi keyfine göre kapatamazsın onları,bitiremezsin yayınlarını. okuyucuya yapılan çok büyük bir hakarettir bubu nedenle artık dergilre bağlanlmyr