Kadim kültürümüzün bir parçası olan “Bir lokma, bir hırka” anlayışı mümkün olduğunca az eşyaya ihtiyaç duyan hayat anlayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyanın cazibesine kapılmadan dünyaya karşı bir tavır olan tasavvufi bakış açısı, insanoğlunun yapısı gereği dünyaya meylini kontrol edebilmeyi hedefler. Bu yaklaşım, insanoğlunun zaruri olarak gördüğü birçok şeyi sorgulamaya davet niteliğindedir.
“Kendilerini fitneye düşürüp denemek için insanlardan bir grubuna verdiğimiz dünya hayatına ait ziynet ve debdebelere sakın iki gözünü dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı ve hem daha süreklidir.”[1]
Tüketen miyiz, tükenen mi?
Hepimizin benzer olaylar ya da durumlar karşısında farklı tutumları vardır. Fiziksel olarak biricik oluşumuz gibi düşünce ve davranışlarımız da kendine özgü özellikler barındırır. Yaptığımız veya yaptığımızı zannettiğimiz tercihlerimizin ya da vazgeçişlerimizin temelinde, farkında olduğumuz yahut olmadığımız çeşitli nedenler yatmaktadır. Sevilen, beğenilen, ilgi gören ya da saygı duyulan bir insan olmak gibi türlü değerlere hizmet eden davranışlarımız, hepimizin hayatını şekillendirmekte ve çeşitlendirmektedir.
Bu eylemlerimizden yalnızca biri olan alışveriş, günlük hayatımızda belli bir ücret karşılığında ihtiyaçların giderilerek yaşamın sürdürülmesinin ötesinde bir anlam kazanmıştır. Artık aynı işleve sahip bir ürünün yüzlerce çeşidi bulunmakta ve bir rekabet ortamı oluşmaktadır. Bu nedenle, ürüne asıl mahiyetinin ötesinde türlü cazibeler eklenerek tabir-i caizse bir tüketici avına çıkılmaktadır. Kiminin rengi kiminin dokusu kiminin kokusu derken “İşimi görsün” anlayışından “Yeter ki görülsün” boyutuna evrildiğimiz durumlar yaşanmaktadır.
Modern iletişim teknolojilerinin bu tüketim üzerindeki etkisi ise yadsınamaz. Odalarımızın baş köşesinde kendine yer bulan televizyon ekranı, sahip olunan yaşam standartları hakkında soru işaretleri üreten en büyük kaynak rolünde. Her daim mevcut durumu sorgulatan ve daha farklı daha güzel daha muhteşem hayatların varlığını, yeterliliğini sorguladığımız odalarımızda şahit oluyoruz yüksek tepelerdeki standartlara.
Bu etki altında alınan yalnızca bir eşya değil; bazen bir gruba aidiyet duygusu, bazen ailenin takdiri, bazen sosyal çevrenin ilgisi, bazen de verilen ücret miktarınca elde edilecek itibardır. Bu değerlere ulaşmanın elbette birçok yolu olabilir ancak bazı insanların dünyası, yalnızca satın aldıklarından ibarettir.
Bugün toplumun büyük bir kısmının değerlerini ve mutluluğunu, maddi varlığın çokluğu üzerine inşa ettiği aşikârdır. Tükettiği ölçüde aradığı manevi tatmine ulaşacağını ve içindeki boşluğu dolduracağını uman insan, kullandığı her şeyin o andan itibaren eskidiğini ve eksildiğini gördükçe tatmin olamamakta; yine, yeniden ve daha fazlasını tüketmeye ihtiyaç duymaktadır. Sonu gelmeyen bu döngüye bir kez kapılınca, doyumsuz bir çırpınış içinde bocalayan modern tüketici, zaman içinde âdeta kendini de tüketmeye başlayarak; “Ben, sahip olduğum ve tükettiğim şeyler dışında bir hiçim.” inancını geliştirmektedir.[2] Bu inancın tesirinde tayin edilen eylemler, sahip olduklarımızın bize sahip olmaya başladığının bir göstergesi değil midir?
Yapay nedenler, yalancı ihtiyaçlar
Günümüzde tüketim alışkanlığı o derece yaygınlaşmaktadır ki gelir sağlayan servet kaynakları yerine, tüketim ve hizmet araçlarına sahip olmak ilk planda amaç olarak benimsenmektedir. Çok üretmek ve çok tüketmek şeklinde formüle edilen üretim sistemi, yeni benimsenen globalleşme anlayışı içinde, azgelişmiş ülkelerin insanlarını, daha çok tüketici olmaya yönlendiren bir konum içine girmektedir. Böyle bir çarkın dönmesi için talebin devamlılığı şarttır. Bunu sağlamanın en önemli yollarından biri ise insanları sürekli bir şeylerinin eksik olduğuna inandırarak yapay gerekçelerle yeni ihtiyaçlar doğurmaktır. Sokaklardan evlerimize, hatta ceplerimizin içine kadar girerek dört bir yanımızı kuşatan ekranlar üzerinden, her gün bize neleri kaçırdığımızdan ve yakalamamız gereken fırsatlardan bahsedilmektedir. Elde edilenler unutulmuş, artık işlerimizi halledecek araçlarımızın olması bize yetmez hâle gelmiştir. Bu da işlevselliğin markalara yenik düştüğünün bir habercisidir.
Tercih kimin?
İrademizi her yandan kuşatan bu yönlendirmeler ve maruziyetler akışında sürüklenmeden önce ne istediğimizi ve neye, ne kadar, niçin ihtiyaç duyduğumuzu sorgulayan bir şuurla hareket etmenin kritik öneme sahip olduğu görülmektedir. Aksi takdirde, eksik olarak gördüğümüz hiçbir şeyin yerine ikâme edebileceğimiz bir madde bulunmayacak; mutluluk ve huzur, yalnızca reklam panolarında vaat edilen ve erişilmesi mümkün olmayan bir hayal olarak kalacaktır.
Maruz kaldığımız propagandanın güçlü etkisi altında kendi “Tercih yapma” gücümüzü dahi göremiyoruz. Uğur Batu’nun kaleme aldığı “Tüketici Davranışları” kitabı, 21. yüzyılın karakteristiği hâline gelen tüketim kültürüne akademik bir bakış açısıyla, hayata dokunan cevaplar arıyor. Kitabın çıkış noktası olan soru şu: “Sevgi, merhamet, acı ve hatta aşk dâhil tüm insani duygularımızın metalaşmış birer tüketim öğesine dönüştüğü 21. yüzyılda insanoğlu, tüketecek bir şeyi kalmadığında ne yapacak?”
Kendimize bu soruyu sorduğumuzda son tahlilde o tuşa basma kararını verecek olanın hür irademiz olduğunu hatırlayarak, hatta bu gücü hissederek cevabı verin: Tüketen miyiz, tükenen mi?
Hafize İhtiyar