Sağlık, el açanların kahir ekseriyetinin duasına kattığı bir şeydir. Zira sağlık yoksa var olanın anlamı ya yiter ya da yitmeye yaklaşır. Peki nedir sağlık? Hasta olmamak mı? İyi olmak mı? İyi hissetmek mi? Tıp fakültesinde bize şöyle öğretildi. Sağlık, bedenen, ruhen ve sosyal olarak tam bir iyilik hâli içinde olmaktır. Kabul ettiğimiz tanım bu. Peki bu tanıma uyabilecek kaç sağlıklı insan bulabiliriz yer küre üzerinde. Sayının pek de yüksek olamayacağı aşikâr. Öyleyse sağlıklı hissetmeyi de sağlık dairesinden sayabiliriz.
İnsan kendisine kördür. Doktorlar genellikle kendilerine çok geç tanı koyarlar. Bu biraz konduramamakla alakalıdır biraz da sürekli daha beterini görüyor olmanın hafife alma halidir. Fakülte de bir Hematoloji hocamız vardı. Eşi bölgenin kadın doğum hastanesinde kadın hastalıkları uzmanı. Çevrelerinde de doğal olarak bir hayli doktor var. Doktor hanım biz fakültede okurken endometrium (rahim) kanserine yakalandı ve bunu dördüncü evresine gelene kadar ne kendi ne eşi ne bir arkadaşı fark edebildi. En göz önünde duran bazen gözden en ırak olan olabilir.
İnsan bedenen sağlıklı olabilir. Ya da bir hastalığını öğrenene kadar kendini sağlıklı sanabilir. Ama ruhen ve sosyal olarak tam bir iyilik hali içinde olmak nasıl mümkün? İyilikleri kökünden kazımaya ant içmiş bir çağda yaşıyorken hem de. Öyle ki çocukların açlıktan ve savaşlardan öldüğü bir çağda iyi olmak bile kötülükten sayılabilir. Eski savaşlar meydanlarda verilir, kaybedenlerle anlaşma yapılırmış. Savaşın etiği, suçu, felsefesi varmış. Bugün savaşlar bitti. Düşman yok, esir alınmıyor. Toplumlar bütünüyle suçlanıyor, cezalandırılıyor, ambargoyla açlığa itiliyor, sömürülüyor ve kaosa sürükleniyor. Böyle bir zamanda sosyal olarak nasıl iyi olunabilir?
Sadece zayıf olan ülke insanları mı bu halde? Hayır, müreffeh devletlerin halklarının içine düştüğü türlü fenalıklar var. Bireyselliği önceleyen kapitalist bir sistemde yaşıyoruz. İlk ödevimiz iyi bir müşteri olmak. Tükettiğimiz kadar varız. Kazanımlarımızın tamamı daha çok tüketebilmek için. Nitelikten ziyade nicelik önemli. Ve tabi en önemlisi kapitalizmin bankalarındaki yan yana duran sıfırların fazlalığı. Bu sürekli kazanmak zorunda olan bireyi zorluyor. Bir dinlenme fırsatı yok. Tatilinde bile daha çok harcamak daha çok göze sokmak zorundasın. Hal böyleyken ruhsal bir iyilikte mumla aranıyor. Çağın hastalığı mutsuzluk. Nüfusun büyük çoğunluğunun, bugün hâlâ kullanılıyor olsaydı, karnelerinde depresyon tanısına rastlanacaktı. Köy imamları anti-depresan kullanıyor, öğretmenler anti-depresan kullanıyor, politikacılar anti-depresan kullanıyor. Kalpler aç ama tokluğun arandığı rota yanlış. Mutsuzluk denizinde kaybolmuş bir çağ bu.
Savaşlar yirminci yüzyılda bitti. Bizim çağımıza katliamlar kaldı. İçe yolculuklar artık parlatılmış, ambalajlanmış kişisel gelişim metaları. Bedenin sağlık sigortan neleri kapsıyorsa, paran neye yetiyorsa o kadar sağlıklı. Peki bize kalan ne umutsuzluk mu?
Akif İnan bir gazel söylemiş:
“Acılar umudu buldurur bize
Bir zırha büründüm bu çağa karşı”
Muhammed Emin Avcı
Oldukça gerçeklere ışık tutan ve farklı bir perspektiften bakmayı sağlayan faydalı bir yazı olmuş. Deyim yerindeyse şapkamızı önümüze koyup düşünme zamanı. Sorunlar sıralanıyorken yapılması gerekenler de satır arası anlamlarda sunulmuş. Tebrik ediyorum efendim.