Artık sevilmek istiyor

"Yıllarca 'Oryantalist' suçlamalarına maruz kaldı, Batılıların hoşuna gidecek romanlar yazdı ama Orhan Pamuk artık sevilmek istiyor. 'Yeni romanlarımda beni sevecekler.' diyor." Ahmet Kekeç yazdı.

Artık sevilmek istiyor

Demişti ki, “Ben odamı, masamı ve çalışma düzenimi özlüyorum.” Bunları, hiç de arzu etmediği hâlde kendisini birdenbire “nefret edilen adam” pozisyonunda bulan romancı Orhan Pamuk söylüyor.

Bir romancıyı odası, masası ve çalışma düzeni ile “hasret ilişkisi” içinde olmaya iten saikler neler olabilir?

Birincisi, yurtsama...

Biliniyor ki bir süredir Orhan Pamuk’un bir ayağı Amerika’da. Bir arızî durum ya da geçici bir kopuş söz konusu... Bir ayağı Türkiye’de olsa da Pamuk, zamanının bir bölümünü yurtdışında geçiriyor. Üniversitede dersler, yayıncılarla görüşmeler, ödül törenleri, uluslararası konferans davetleri, belki büyük bölümünü reddettiği gezi programları...

Ünü arttıkça, yazı dışı mesaisi de artıyor. O artık, odasına kapanıp bütün günü yazarak ve okuyarak geçiren “Nişantaşılı zengin çocuğu Orhan” değil. Bu zorunlu mecra kayması bir yurtsamaya (Türkiye hasretine, İstanbul hasretine) yol açabilir.

İkincisi de herhâlde bıkkınlık duygusu...

Bozguncu değil romancıyım…

Hep politik bir figür olarak öne çıkan/öne çıkarılan Orhan Pamuk sadece politik bir figür olarak algılanmak, argo deyimle “terse yatan” bir aydın, bir nifak ekici, hiç de çıkarlarına uygun değilken “kral çıplak” deme cesaretini gösteren bir bozguncu gibi görülmek istemiyor.

Bunun anlaşılır duygusal bir nedeni var.

Türkiye gibi farklılıkların ve karşıtlıkların cezalandırıldığı, ağır müeyyidelere bağlandığı bir ülkede yaşıyorsanız (2000’lerin başındaki Türkiye), attığınız adımlara, konuştuğunuz ve hatta yazdığınız şeylere dikkat etmek zorundaydınız.

Uluslararası bir romancı olan Orhan Pamuk belki de bu şöhretinin ona sağladığı “dokunulmazlığa” güvenerek bu dikkati elden kaçırdı ve uzatılan her mikrofona konuştu. Bunun bedelinin ağır olabileceğini düşünemedi.

Artık odasının, masasının ve çalışma düzeninin belirlediği romancı Orhan Pamuk değil kendisini “demokratik kültür”ün yerleşmesine adamış, ülkesindeki aksaklıkları görünce üzülen ve bunu şikâyet konusu yapan bir “bozguncu”ydu.

Niçin ödül aldı?

Nobel uçağında kendisine yer bulamadığı için üzülen ve hırçınlaşan Hürriyet’in eski genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’e sorarsanız Orhan Pamuk’u Nobel’e taşıyan süreçte politik tavır alışı birinci derecede etkin rol oynamıştı.

Doğru muydu bu?

El-hak, doğru...

Nobel bazen politik bir ödüldür, iki kutuplu dünyada politikanın manivelası olarak kullanılmıştır, belli istikametteki politik tavır alışlar Nobel’e götüren süreçte etkin rol oynamıştır, bundan sonra da rol oynayacağı düşünülebilir ama Orhan Pamuk’u Nobel gibi büyük bir ödülle buluşturan tek “belirleyici” politik tavır alışı mıdır?

Tartışılabilir.

Ama bana sorarsanız, bu hem yazara hem Türkçeye saygısızlıktır. Orhan Pamuk, son 20 yılda Nobel’le taltif edilen yazarlardan daha yeteneklidir.

Türkçe’nin Buddenbrooks’u

Orhan Pamuk Cevdet Bey ve Oğullarını yazdığında, henüz 25 yaşında, edebiyatta çok şey yapmak isteyen bir “yazı heveslisi”ydi.

Türkçenin “Buddenbrooks”unu yazmıştı. İlginçtir, Thomas Mann da Buddenbrooks’u 25 yaşında yazmıştı ve bu roman ona haklı bir ün getirmişti.

Bir yarışmada birincilik ödülü kazanan ve uzun süre basılmayı bekleyen “Cevdet Bey ve Oğulları”, Buddenbrooks’tan izler taşısa da “bize mahsus” diyebileceğimiz gerçekliklere ilişkin yazılmış ilk ciddi çağ romanıydı ve Türk iktisat tarihine yapılmış “derinlemesine yolculuğun” öyküsünü anlatıyordu.

Orhan Pamuk, romanının basılması mücadelesini verirken bir taraftan da ikinci romanı olan “Sessiz Evi yazıyordu. “Sessiz Ev”, tematik açıdan birincisinden ayrılsa da tıpkı birincisi gibi resmi ideolojiye, resmi toplum tasavvuruna karşı bir yazarlık tutumunu benimseyen/benimsediği artık anlaşılan bir yazarın kaleminden çıkmıştı ve belki de “Cumhuriyet modernleşmesi”nin arka planına ışık tutan ilk derli toplu edebiyat eseriydi.

Bu hırslı ve öfkeli; yazmak için neredeyse deliren genç romancı ne yapmak istiyordu?

Herkes tarafından beğenilmek, okunmak, romanlarıyla gündeme gelmek ama bununla beraber farklı bir edebiyat anlayışını ikame etmek...

Bazıları “Orhan Pamuk bütün dünya tarafından okunmak için işi Batı beğenisine uygun romanlar yazmaya döktü.” diye suçlasa da (ki haklı bir suçlamaydı) Pamuk, bunu bir nakısa olarak görmedi. Hem işi Batı beğenisine uygun romanlar yazmaya döktü hem de Nişantaşı’ndan (Türkiye’den tecrit edilmiş Nişantaşı’ndaki odasından) bakarak tuhaf, egzotik ve bazen bizim de tanımakta güçlük çekeceğimiz bir ülke resmetmeye başladı. “Beyaz Kale”, bu kendi içinde kırılan ve farklılık kazanan yazarlık tutumunun ürünüdür. Tıpkı “Kara Kitap”, “Yeni Hayat ve “Benim Adım Kırmızı gibi.

Politik bir roman olan “Kar”da bu farklı yazarlık tutumu zirvededir. Kendisini “fiktif” kıldıkça gerçeğe yaklaşan, gerçeğe yaklaştıkça “yabancılaşan” ve irrasyonel bir düzleme oturan bir roman...

Doğruya doğru: Kötü bir politik romandır Kar... 

Tıpkı “Kırmızı Saçlı Kadın” gibi... O da kötü bir aşk romanıdır.

Herkesten yetenekli

Orhan Pamuk kısa sürede tanındı, beğenildi. Romanları başka dillere çevrildi. Birçok ülkede “en iyi çeviri roman ödülü” aldı. Bizim tanıdığımız Orhan Pamuk olmaktan çıktı, başkalarının gördüğü (başkalarının görmek istediği) Orhan Pamuk olmaya başladı ve durum ister istemez politik bir figür olarak da ortaya çıkması sürecini hızlandırdı.

Evet, Nobel’i getiren süreçte politik tavır rol oynamıştır, daha doğrusu politik tavır alışlar Nobel sürecini hızlandırmıştır, iyi ki de böyle olmuştur ama öte yandan Orhan Pamuk, yetenekli bir yazardır.

Diyorum ya son 20 yılda Nobel’le taltif edilen yazarlardan daha yeteneklidir.

Daha önce Nobel’le taltif edilmiş Naipaul’dan da Coetzee’den de Kertesz’den de hatta “Kara Kitap” hakkında önyargılı bir eleştiri yazan ve Pamuk’un resmi ideoloji karşısındaki durumunu sorgulama gereği duyan Tahsin Yücel’den de daha yetenekli, daha başarılı bir yazardır...

Rejim muhalifi İranlı Şirin Ebadi, Nobel aldığında ülkesinde on binlerce kişi tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Harold Pinter, İngiliz siyasetini ve Başbakan Tony Blair’i yerden yere vurduğu hâlde, İngilizler’in gurur kaynağı olmuştu.

Orhan Pamuk, bu ödülün tadını çıkaramadı.

Türkiye’ye adeta “kaçak bir yolcu” gibi döndü. Havaalanında karşılayan kimse yoktu. Bir saat bagaj cihazına sıkışan valizini bekledi. Bu süre içinde gazete okudu, kendisini tanıyan birkaç yolcuya imza verdi.

Bu kadar.

Bir ürkeklik çökmüştü üzerine. Nobel töreni öncesi gazetelere verdiği demeçlerde de aynı ürkeklik, aynı içe kapanık ruh hâli.

Politikadan sıkıldığını, politik bir figür olarak anılmak istemediğini söylüyordu.

Hava ödül töreninden sonra biraz değişir gibi olmuştu. Çünkü bütün dünyanın alkışladığı “Babamın Bavulu” adlı konuşmasını Türkçe yapmış, Türkiye’ye döner dönmez ayağının tozuyla ödülü; Türk edebiyatı adına aldığını söylemişti.

Batsın bu dünya’yı yazacaktı

Lanetli pozisyonundan sıkılan Orhan Pamuk, “Bundan sonra sadece romanlarıma yoğunlaşacağım” diyordu, Masumiyet Müzesiyle beni sevecekler...”

Bir sonraki hedefinin de bir fenomen olan “Batsın Bu Dünyanın romanını yazmak olduğunu söylüyordu.

Masumiyet Müzesi”ni ve “Kırmızı Saçlı Kadın”ı okuduk.

Birincisini sevdik, ikincisini yadırgadık.

Ama “Batsın Bu Dünya”yla henüz müşerref olamadık.

Ahmet Kekeç

Makas Dergisi, Aralık- Ocak, 11. Sayı

YORUM EKLE