Ahir zamanın kolonizatör dervişi kim olacak?

'Kenti Durduran Şehir' kitabında, küresel kente karşı geleneksel şehrin inşasını tek çıkış yolu işaret eden Lütfi Bergen, kitap boyunca gündemleştirdiği hicret seçeneğinin yeni bir toplum kurmaya yeterli olup olmayacağına dair güçlü bir düşünsel pratiği maalesef yürütmüyor. Sinan Kızılkaya yazdı..

Ahir zamanın kolonizatör dervişi kim olacak?

1999 depremi sonrası beliren felaket riskleri toplumu, devleti ve iktisadî grupları kentsel yenilenme gerekliliğine karşı farklı düzeylerde uyardı. Buna Türkiye ekonomisinin inşaat üzerinden yürüyen dinamiği ve kentselleşmenin ürettiği rantların paylaşımının özgül karakteri de eklenince kentsel dönüşümün farklı bir evresine girdik. Krizin baskın aktörler tarafından bir fırsata dönüştürüldüğü bu süreç, beraberinde yeni mağduriyetler üretecek bir hız ve karakterle yapılanırken, kentleşme olgusunun tarihsel serencamı ve yönüne ilişkin teorik tartışmaların da yoğunlaştığına şahit olduk. Daha önce “Azgelişmişlik Üstünlüktür” ve “Ahlak Ayaklanması” kitaplarıyla tanıdığımız Lütfi Bergen de bu evrede entelektüel çabasını kısmen kentleşmenin eleştirisine yöneltti. Bu yazıda da, Bergen’in kentleşme eleştirisine yoğunlaşan yazılarını derlediği “Kenti Durduran Şehir” isimli kitabına dair bir okuma yapma niyetindeyiz.

Bergen’in temel iddiası, modernleşme sürecinde Anadolu’nun kentleştirilmesi eğiliminin taşrayı çözen bir mahiyet taşıdığı. Çözülen taşranın nüfusu kentin içine akarken, kent önce kapitalist-küresel pazara bağımlı hale gelir. Ardından gitgide geleneksel kültürün bütün sınırlayıcı unsurları çözülür ve şehir kapitalist kentin kendisine dönüşür. Kapitalist pazarın iç gerekliliklerine teslim olan kent, tarihsel köklerinden kopar ve küreselleşme ile beraber bağımlılaştığı finans-ekonomi eğilimleri gereği ayakta kalabilmek için sürekli büyürken taşrasını da tamamen tahrip eder, kendine yeterliliğiyle ayakta duramaz hale getirir.

Bu, aslında tanışık olduğumuz, sosyal bilim literatüründen rahatlıkla devşirebileceğimiz bir tez. Kendine yeten üretim birimlerine dayalı bütün toplumsallıkları ve kültürleri tahrip ederek, çözdüğü emek gücünü kente yığan ve bütünselleşmiş piyasalara mahkûm eden kapitalizm, mülksüzleştirdiği insanı işçileştirmektedir. Mülksüzleşme ve göç sonrası işçileşme eğilimi makro düzeyde sermaye temerküzünü sağlayacak şekilde büyük yoksulluklar üretir. İşçi hareketleri zamanla sistemin yeniden yapılanmasını, refah paylaşımında bir denge bulmasını sağlayabilir fakat bir süre sonra büyüme eğilimi finans ekonomi liderliğinde kentsel rantlara yoğunlaşır ve özellikle Batı dışı ülkelerde yeni ve çözülemez kentsel yoksulluklar üreten durdurulamaz bir ilerleyiş gösterir. 19. yüzyıl sonundaki yoksul işçiler sorunu kapitalizmin iç restorasyonu sonrası refah devleti formülü ile soğurulmuştu, fakat 21. yüzyılın yeni yoksulları siyasi ve toplumsal bir sorun odağı olarak yaşamaya devam etmektedirler.

İnsanların rızasını kapitalizm lehine dönüştüren dalga

Lütfi Bergen, “Kenti Durduran Şehir” isimli kitabında yukarıda kısaca aktardığımız eğilimin kaçınılmazlığına karşı “şehir”i inşa etmeyi öneriyor. Bu inşanın nasıllığı zor bir soru olarak beliriyor. Elbette kolay formüle edilebilecek cevaplar vermek mümkün değil. Geniş bir sosyal bilim literatürünün modern kentleşme sorunlarına karşı üretmeye çalıştığı cevaplar yığını nedeniyle bunu zaten biliyoruz.

Fakat son yıllarda Türkiye’de şehir meselesi etrafında düşünmeyi zorlaştıran yeni ve hâkim bir söylem bütün gündemi baskılıyor. Müslüman bir kültürün içine doğru konuşan bu dalga, zenginleşme- büyüme-merkezileşme eğiliminin mecburi ve istenebilir olduğunu belirten bir söylem kuruyor ve insanların rızasını kapitalizm lehine dönüştürüyor. Tam da bu nedenle büyüme söyleminin dayandığı temelleri çözecek bir analiz ve başka bir metafizik inşa etme çabaları ayrıcalıklı bir önem kazanıyor. Bergen’in düşüncesi de, kent ve konuta dair ideolojilerin etrafında oluşturulan siyasetin anlaşılması ve metafiziğin çözülmesini sağlayacak bir arayışa kapı açması nedeniyle önemli görünmelidir.

Yine de öncelikle şunu söyleyelim; kitap kent meselesine münhasır bir eser zannedilmemeli, daha çok kenti/ şehri kuran, örgütleyen, dağıtan süreçlerle alakalıdır. Bergen’in başka yazılarında da görüleceği gibi birçok konunun birbiriyle bağlantısı nedeniyle oldukça geniş bir ilgi alanına dağılan bir düşünsel faaliyetle karşılaşıyoruz. Kent ya da şehrin, insanlık tarihinin bütün meselelerinin yuvalandığı mekân oluşu ve her meselenin bu mekânı örgütleme tarihi ve kültürüyle ilişkili olması da bunu normal kılıyor. Buna rağmen, çeşitli zamanlarda yazılmış yazıları bir araya getirirken incelikli bir işçiliğin eksikliğinin hissedildiği belirtilmeli. Bölümlerin odaklaştığı konular arasında net bir ayrım belirlemememize rağmen kitabı, Bergen’in özel sözlüğüne mümkün oldukça sadık kalarak, kısaca tanıtmaya çalışalım.

Müslüman bir şehrin kuruluşu için çıkış-hicret

İlk bölüm, Müslüman şehrin somutlaştığı Osmanlı şehrinin kırsalıyla birlikte toplumsal örgütlenmesine ve bu sistemin yıkılışına dair genel bir yorum taşıyor. Bu yoruma kentsel büyüme ve kapitalizmin gelişmesi olgularının ilişkiselliğine dair bir yorumlama pratiği de eşlik ediyor. Şehir ve kent kavramlarının karşıtlığı burada karşımıza gelmeye başlayacak ve kitap boyunca yeniden belirecektir. Bu iki kavram farklı zamanlarda yazılmış olduğu izlenimi veren yazılarda zaman zaman içeriklerini birbirine devretseler de farklı değerleri somutlaştıran örgütlenmeler olarak belirginleşiyorlar. Bergen’in “kent” kavramına karşı ördüğü eleştiri, biriktirerek büyümeye yönelen kapitalist pazarın eleştirisidir. Bu kent, etrafındaki kırsalı ve geçimlik ekonomileri parçalayıp kendine çekmektedir. Buna karşın Müslüman toplumun mekânı olarak “şehir” ise, herkesin geçinebilmesini önceleyen ve sermayenin merkezileşmesine karşı duran bir toplumsallık kurmaktadır. Pazarın küçük ölçekli üretim etrafında dönmesi, kırsalını tahkim eden ve işgücü yığılmasını önleyen bir çalışma kültürünü kurar.

Şehir ve kent arasında kurulan bu karşıtlık iki tarihsel örnekle temellendirilir. İlki; Hz. Peygamberin bir ticaret kapitalizmi merkezi olan Mekke’den tarımsal üretime dayanan Yesrib’e hicreti ve Müslüman pazarı ile mescidini kurarak, Yesrib’i “Medine” olarak tanımlamasıdır. İkincisi ise, Hz. Musa’nın Mısır’dan iki kez çıkışıyla, tekebbür ve kent ideolojisine karşı çobanlık ve çölü tercih etmesidir. Bu iki örnek, kitap boyunca karşımıza gelecek ve küresel kapitalizmin tekno-iktidarını içerden çözmeye yönelen veya ele geçirmeye çalışan bütün siyasetlere karşı hicret yolunu işaret edecektir. Müslüman bir şehrin kuruluşu için çıkış-hicret, fıkhın kuruluşunu sağlayarak şehir içinde yaşayacak müminlerin tâbi olacağı ahlaki kültürü de oluşturacaktır.

Anadolu nizamı”nın kuruluşunu sağlayan tarihsellik dahi buna benzer bir çıkışla tanımlanır. Göçler sonrası Anadolu’ya varan sufiler, İran ve Arap coğrafyasından getirdikleri tasavvufu da farklılaştıracak, esnaflaşma hareketinin kurucusu olan Ahiliği hazırlayacak ve fıkıhla sınırlanacak devlete karşı muhtariyeti olan mahalleleri kurarak, şehri ve Anadolu nizamını yükseltecektir. Küçük ölçekli meslekî üretime ve kırsalda tarımsal üretime dayalı bu ahlakî-toplumsal örgütlenme, kapitalizm karşısında çözülmeyi ve bağımlılaşmayı önleyecek ufku işaret etmektedir.  

Bergen, İslamcılık hakkındaki eleştirisini de bu bağlamın içine yerleştirir. Pozitivist-kalkınmacı hat içine yerleştirdiği İslamcılığı, Anadolu nizamını çözen kapitalizme aracılıkla suçlar. Tarım ve köylülüğe dair bir fikri olmayan İslamcılık, sanayileşme arzusuyla Batı kentçiliğini içselleştirmiş ve Müslüman şehri ile kırsalını çözen bir işlev yüklenmiştir. İslamcılık, aynı zamanda devlete atfettiği kurucu rolle, İslam şehrini kuran din ve esnaf aleyhine bir rol devrini önermiş ve devletin topluma hâkimiyetini sağlayarak, kapitalizme karşı toplumun çaresizleşeceği süreci hızlandırmıştır. Oysa Anadolu nizamında devletin koruyucu rol ile sınırlanması, toplumun ve şehrin muhtariyeti ile güçlü bir bağlantıya sahipti ve İslamcılık diğer modern ideolojiler gibi bunu anlamaya yanaşmamıştır.

İnsanı sığınacak bir konuta mecbur bırakan modern kent

İkinci bölümde modern kentsel büyüme ve düzenlemelerin yabancılaştırıcı etkilerine daha çok yer veren Bergen; Cumhuriyet’in sanayileşme yoluyla kalkınma eğiliminin ikinci evrede küreselleşme lehine terk edildiğini belirtir. Artık “kamu yararı” ilkesi yerine “küreselleşme-kalkınma yararı” tercih edilmektedir. Bunun sonucu olarak devlet küresel kapitalizm karşısında geriye çekilirken, pratik düzeyde kent meselesi inşaat, otoyol ve küresel pazar mekânları üreterek zenginleşmeye endekslenmiştir. Kent-AVM-otomobil-eşya etrafında örülen metafizik insanları içererek ücretli işçi olmaya mecbur bırakacak ve modern bir göçebe olarak flanörlüğe dönüştürecektir. Bergen’in “kentotomobilleşme” olarak tanımladığı bu mekân örgütleme süreci, kurduğu başka bir karşıtlık olan konut-ev farklılığına açılır. Bu düzenleme aynı zamanda Müslüman şehrinin tipik özelliği olan caminin merkeziliğini de otoyol-kavşak lehine kıracaktır.

Üçüncü bölümde “ev” olgusu üzerinden Müslümanın gündelik hayatını dönüştüren sürece eğilir. Ev-aile-mahalle bütünlüğü içinde inşa edilen mahremiyete karşı; modern kent, insanı sürekli bir güvensizlik ve saldırı altında bırakırken yorar ve sığınacak bir konuta mecbur bırakır. Bu “konut”, onu “ev” kılan özellikleri artık tamamen yitirmişken, insanları ömür boyu çalışmak mecburiyetinde olan ücretli işçi haline getirmiştir. Bu göçebelik ve güvensizlik, mekânda yurtlanamayan insanın Müslümanlığını tesis etmesini de zorlaştırmaktadır. Oysa Osmanlı-Anadolu sisteminde evlenen her aileye mahallede mesken tutabilme hakkı verilmekteydi ve bu hak ailenin bir toplumsallığa ait olma, değer etrafında örgütlenmiş bir hayatı yaşayabilme imkânını koruyordu.

Kentsel alan rant üreten bir metaya dönüştürüldü

Bu noktada Bergen’in kentleşmeye karşı dört önerisini dile getirmek yararlı olacaktır. İlk olarak kentler küçültülmeli ve metropolleşme politikalarından vazgeçilmelidir. Bu öneri aynı zamanda Turgut Cansever’in 1960’ların sonundan beri dile getirdiği bölgesel planlama eksenli galaksi kümesi kentselleşme önerisini hatırlatıyor. Bergen ikinci olarak, pazarların üreticiye aracısız açılmasını öneriyor. Pazarın bu şekilde üretici-tüketici arasında doğrudan ilişkinin mekânı olması, Müslüman şehrinin önemli bir özelliği olarak beliriyor ve bir taraftan doğrudan Hz. Peygamberin Medine pazarını kurması, diğer taraftan da Ahilerin şehri ile bir bağlantıyı imliyor. Üçüncü olarak, mahallenin muhtar bir birim olarak cemaatleşmenin merkezini sağlayacak şekilde tesisi öneriliyor. Bu öneri dizisi, çalışmanın yeniden tanzimi ile sonuçlanıyor. Bu da daha çok emek arzının yavaşlatılması için kadın emeğinin piyasa dışı konumlandırılması demek.

Burada önemli bir mesele, kentsel alanın rant üreten bir metaya dönüştürülmüş olmasıdır. Dünya kenti olma – metropolleşme tercihi bu süreci beslemektedir. Nüfusun çoğunluğunu uzun vadede mağdur edebilecek bu eğilime bir karşı-çıkış için bu metalaşmayı durduracak bir hukuki-siyasi düzenleme gerçekleştirilmelidir. Bergen’in andığı İsmail Abi (s:105) olayı, sürecin mağdurlarına bir örnektir. TOKİ gelmeden önce 105 metrekare gecekonduya sahipken, kendisine verilen 81 metrekarelik daire karşılığı arsası İsmail Abi’nin elinden alınmıştır. Üstelik bu dairenin aidatlarını ödemek için borçlanan İsmail Abi ve benzeri binlerce insan, yaşam alanı, ilişkileri ve kültürlerinin geri dönülemez şekilde tahrip edildiğine tanık olmuşlardır. Kentsel yoğunluğu arttırırken yaşamsal alanı tahrip eden bu düzenlemeler elbette insanların rızasını tahvil ederek gerçekleşiyor. Bu dönüşüme karşı Bergen, bir yerde “ev-konut arazisi kanunu” (s:205) çıkarılmasını önerirken, başka bir yerde mahalle mülkiyetine tescillenen “şehir mülkiyeti” (s:307) önerisini getiriyor. Her iki durumda da insanların meskenine devlet zoruyla el konulup kentsel rant artırımına karşı hukuki-siyasi bir sınırlama önerisi getirilmiş oluyor. Fakat sorunumuz şu ki, bu sınırlama siyasi failliğe ve bu failliği temsil edecek bir aktöre ihtiyaç duymaktadır.

Kitabın dördüncü bölümünde üç temel hak gündeme getiriliyor. Bu haklar, aynı zamanda mekansal düzenlemenin temel ilkeleri olarak beliriyor ve mekanın rant üreten bir alan olarak pazarlanmasına karşı duracak bir noktayı da gösteriyor. Manzara hakkı dikey yükselişin, mekân içinde yoğunlaşmanın sınırlandırılmasına karşıdır. Emniyet hakkı (bunu aynı zamanda mahremiyet hakkı olarak düşünebiliriz), mahallenin birbiri ile doğrudan bağlantı kurabilecek bir muhtariyete ve dolayısıyla yetkiye sahip olarak tanımlanmasını gerektirir. Yürüyüş mesafesi hakkı ise, gündelik hayatın kendine yeterli bir çevre içinde tanzimini önerirken, kentotomobilleşmenin karşıtı olarak belirir.

Beşinci ve altıncı bölümler ise daha çok, Anadolu Müslümanlığının sufiler liderliğinde toplumu örgütleyişi, ahilik, esnaflaşma ve tarımsal üretimin ilişkileri ve kültürüne dair. Son bölümde, karşımıza yoğun olarak uygarlık-medeniyet farklılığı üzerinden yürüyen tartışmalar geliyor. Kent-şehir farklılığına benzer şekilde bu yeni karşıtlık da Müslüman toplumun kalkınma gerekliliğini propaganda eden söyleme karşı ahlakî temelde farklılaşma önerisine açılıyor.

Hicret, bugün yeni bir toplum kurmak için yeterli mi?

Bergen, son on yılda bütün dünyadaki kentsel değişime baktığımızda, metropollerde “kent hakkı” odaklı isyan hareketlerini sürekli gördüğümüzü ve bundan sonra da görebileceğimizi söylüyor. Hatta Gezi Parkı olaylarının da bu ayaklanma türünün bir örneği olduğunu belirterek, bu isyanların dayandığı rahatsızlıkların yapısallığı ve haklılığı üzerinden bir alternatif düşünmemiz gerektiğini belirtiyor. Küresel kente karşı geleneksel şehrin inşasını tek çıkış yolu işaret eden Bergen, kitap boyunca gündemleştirdiği hicret seçeneğinin yeni bir toplum kurmaya yeterli olup olmayacağına dair güçlü bir düşünsel pratiği maalesef yürütmüyor. Hicretin, tekno-iktidar alanından çıkmak isteyen müminler için bir alternatif olarak varlığı elbette yadsınamaz. Ama konuştuğumuz ve yazdığımız alan bizzat bu tekno-iktidarın kurduğu zeminse, bu tekno-iktidara karşı geniş kitlelerin anlamlı göreceği bir siyasal-ahlakî faillik üretmek durumunda değil miyiz?

Bergen, failliğin aslî mecrası olarak Ahilere benzer şekilde iktisadî eylemin yeniden kuruluşunu öneriyor. Fakat burada sorun, Ahilerin bir model olarak belirginleşmesini sağlayan tarihsel koşulların dönüştüğünü göz ardı etmektir. Kapitalizm eşgüçlü tekniklerle diğer üretim örgütlenmelerini yenmedi. Katastrofik bir dönüşümle kavuştuğu teknik gücü, toplumların tarihsel süreçte hazırlanmış bütün imkânlarını ve kültürlerini de yok etti.

Tarihin bir döneminde insanların çabası ile kurulmuş bir üretim örgütlenmesi ve mekânsal düzenleme, hele de insanların hafızasında izlerini koruyorken, egemen metafiziğin çözülmesi ve başka bir hayatın mümkün olduğuna dair çağrı için güçlü bir imkân barındırıyor. Fakat bu imkânın yeniden inşası, daha önce olduğu gibi yine insanların emeği ve tercihlerine muhtaç. Bergen; fıkhın, bir hükümler kataloğu olarak düşünülemeyeceğini, bunun yerine “yaşayan fakih”le beraber bir hayatı inşa ederken tesis edilebileceğini belirtiyor. Bu tespit, aslında hiçbir modelin olduğu gibi devralınamayacağını, ancak bir hatırlatmanın somut zemini olarak işlevselleştirilebileceğini de ima ediyor.

Fakat yine de somut sorunumuz ortada duruyor: Kentleşmiş kitlelerin şehri ve kırsalı yeniden şenlendirmesini mümkün kılacak, kolaylaştırıcı siyasi-ahlakî aktörün inşası nasıl başarılacak? Bu aktörün inşası için neo-liberal kentleşmeye karşı siyasal riski üstlenecek bir ahlakî dirayet kimlerde aranacak? “Ahir zamanın kolonizatör dervişleri”, işçiliğin yarasını sağaltacak bu yeni melamiler kimler olacaktır?

Sinan Kızılkaya yazdı

YORUM EKLE

banner36