Tarihte hiçbir insan Peygamber Efendimiz kadar iftiraya uğramadı. Elbette diğer peygamberlerin de düşmanları oldu ancak onların vefatıyla birlikte düşmanları da yok olup gitti.

Peygamber-i âl-i şân Efendimiz'in Ebû Cehil'leri hiç eksilmedi. Belli ki bu din ayakta durduğu sürece onlar da Müslümanlar'ın başını ağrıtmaya devam edecek. Ancak Peygamber muhabbeti, Müslümanlar'ın gönlünde öylesine kök saldı ki Fahr-i Âlem Efendimiz hakkında üretilen hiçbir iftira bu muhabbeti zayıflatmaya yetmeyecek.

Tahlil Yayınları’ndan, Prof. Dr. Yaşar Kandemir imzasıyla çıkan “Peygamber Düşmanları Ne Demek İstiyor?” adlı eserin çağlar boyunca sürüp giden bir kin ve kir ırmağının tecellilerini ve gerekçelerini açık yüreklilikle masaya yatırıyor oluşu takdire şayandır. Çünkü bunca bilgi kirliliği ve takiyye gürültüsünün ortasında akıp giden bir nur ırmağından ve o ırmağa dalıp akıp gitmenin imkanlarından bahsetmek; “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olma”nın da bir gereğidir aynı zamanda.

Neden her dönemde bitmez bir din ve peygamber düşmanlığı sürüp gitmektedir? Bütün hakikatler bu kadar müşahhas ve ilme erişmek bu kadar kolay iken, neden bu akım, hiç de azımsanamayacak oranda taraftar bulmaya devam etmektedir? Yazarının ifadesiyle:

“Çünkü Peygamber düşmanları, aynı zamanda birer İslâm düşmanıdır ve onların asıl hedefi Kur'ân-Kerîm'dir. Doğrudan Kur'ân-Kerîm'e hücum etmek onların kötü niyetini ortaya çıkaracağı için, hedeflerine adım adım gitmeyi daha uygun buldular. : Bu plan gereğince hedef tahtasına öncelikle Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerîflerini koydular ve şöyle dediler: “Muhammed'in sözleri o hayatta iken yazılmadı. Müslümanlar yıllar sonra onun adına hadis uydurdu. Uydurulan bu hadisler üç asır sonra derlenip kitaplaştırıldı.”

Tevrat ve İncil gibi ilâhî kitaplarını peygamberlerinin vefatından yüzyıllar sonra kendi elleriyle yazanlara bu yakıştırma pek câzip geldi.

Hadislere yönelik iftiralarının bazı muhitlerde tutmaya başladığını görünce, bu defa hedef tahtasına Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin şahsını koydular ve onun hakkında yüzlerce iftira ürettiler. Ardından da Kur'ân-ı Kerîm'e yönelik iftiralarını sıralamaya başladılar.

Efendimiz hakkındaki o temelsiz suçlamaları ortaya dökmenin Müslümanlar'ın zihinlerini karıştırabileceğinden korktum. Çünkü misyoner şarkiyatçıların âdeta bir ibadet vecdiyle düzenledikleri bu iftiralar arasın da neler yoktu ki... Şöyle diyorlardı: “Tarihte Muhammed diye bir şahsiyet yoktur. Muhammed'e vahyi getiren melek değil şeytandı. Kendine tapılması için İslâmiyet'i Muhammed uydurdu. Şaraba düşkündü, içki komasında iken öldü. Evlatlığına karısını boşatıp onu hanımları arasına aldı. Hatice ile serveti için evlendi. Deli ve saralı idi...”

Bir süre sonra bu gönül yakan bahisleri gençlerimizin konuşmaya başladığını öğrenince, bu iftiralara cevap vermenin zamanı geldiğini anladım ve sizin irkilerek okuyacağınızdan şüphe etmediğim bu asılsız iddialardan elli beşine -onların iftiralarını kısa başlıklar haline getirerek-reddiye yazmaya karar verdim.

Bu işi yaparken kendi kendime şöyle dertlendim:

Değerlerimize pervâsızca saldıran Batılı İslâm düşmanları "hepsi uydurmadır” diyerek hadislerimize kara çalıyor, biz ise, delinin kuyuya attığı taşı çıkarmaya çalışan akıllı gibi, gerçeğin hiç de öyle olmadığını ispat etmek için didinip duruyoruz.

Onlar âlemlere rahmet olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz'e olmadık iftiralar atıyor, bizler bu ithamları reddetmek için çabalıyoruz.

Elbette biz, Batılı zalimlerin insafsızca yere çaldığı değerlerimizin birer cevher olduğunu ve onların yere atılmakla kıymetinden bir şey kaybetmeyeceğini biliyoruz.

Aynı zamanda biz, Resûlullah Efendimiz'e ve bize emanet edilen İslam mîrâsına sürülmeye çalışılan karaları temizlemenin bizim için bir şeref olduğuna bütün kalbimizle inanıyoruz.

Misyoner şarkiyatçıların Fahr-i Kâinât Efendimiz'e yönelttikleri ithamlara, onların dillerini iyi bilen genç ilim adamlarımızın, bundan böyle pek güzel cevaplar vereceklerine inanıyor, himmet ve gayretlerini heyecanla bekliyoruz. Zira Peygamber düşmanlarının Efendimiz aleyhisselâma attıkları iftiralara cevap vermek her Müslüman'ın, özellikle de dinî ilimleri tahsil etmiş olan herkesin görevidir.

Bu kitabın girişinde, "Allah'ın Savunduğu Peygamber" başlığı altında sıraladığım âyet-i kerîmelerde görüleceği üzere, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi kâfirlerin iftiralarına karşı ilk defa Cenâb-ı Hak savunmuş ve böyle ce bize vazifemizi hatırlatmıştır.

Burada üzüntüyle ifade etmek isterim ki fakültelerimizde unvan sahibi olan bazı kardeşlerimin, Efendimizle ilgili bazı konularda Batılılar gibi düşünmeleri gönlümüzü incitiyor. Bu kardeşlerimin görüşlerini tashih etmeleri için Rabbim’e dua ediyorum.

Konuya girerken

Hayatı bütün ayrıntılarıyla bilinen tek insan, tek peygamber, tek önder Muhammed aleyhisselâmdır. Çünkü ashâb-ı kirâm ve hanım annelerimiz onun doğumundan vefatına kadar yaptığı işleri, söylediği sözleri aktarmış, oturmasını kalkmasını, yemesini-içmesini, konuşma sini-susmasını, kısacası onunla ilgili her şeyi rivayet etmiş, sîret ve sünnet kaynaklarımız da bunları nakletmiştir.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatı efsane ve hurâfelerden uzak, gerçek bir hayat olduğu için Cenâb-ı Mevlâ kullarına,

"Allah'ın elçisinde size güzel bir örnek vardır”[1] buyurmuştur.

Hz. Ömer'in Hacerülesved'i öperken söylediği şu söz, işte bu örnekliğin ashâb-kirâmda nasıl bir iz bıraktığını dile getirmektedir:

“Senin bir taş olduğunu biliyorum; kimseye ne faydan dokunur ne de zararın. Eğer Resûlullah'ın öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim."[2]

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hayatının bütün açıklığıyla bilinmesini kıskanan misyoner şarkiyatçılar, bu güneş kadar parlak hayata leke sürmek için çeşitli düzenler kurmuşlar, zehirli dilleri ve kalemleriyle onun aleyhinde söylenmedik söz, yazmadık iftira bırakmamışlardır.

Günümüzde bile tarafsızlıkları kendilerinden menkul Batılı siyasîlerin, İslam dünyasını haritadan-silmek için ne oyunlar çevirdiklerini ayan beyan görmekteyiz. Öte yandan onların sözde tarafsız ilim adamlarının hem dinimizi tahrif hem de Fahr-i Cihân Efendimiz'i tezyif etmek için yakıştırdıkları ipe sapa gelmez iftiraları okumaktayız.

Kimi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Allah'tan vahiy almasını sara hastalığı diye nitelemiş[3], kimi olaya başka yönden bakarak bu durumu halüsinasyon (duyu organlarının gerçekte var olmayanı algılaması), kimi de sinir sistemi bozukluğu (isteri) diye değerlendirmeye kalkmıştır.

Peygamber Efendimiz'in bir dâhî olduğunu söyleyen cin fikirliler de var. Onların bu rüşvet-i kelâmiyesine aldanmamak gerekir. Zira bu kurnaz tipler, birini yere kuvvetlice vurmak için onu önce yükseğe kaldırırlar. Bunlar da Kur'ân-ı Kerîm gibi bir kitabı yazabilmek için dâhî olmak gerektiğini söyleyerek İslâmiyet'i Muhammed aleyhisselâmın uydurduğunu iddia ederler.

Allah'ın savunduğu peygamber

* Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin zamanındaki kâfirler ona hem sözlü, hem de fiilî olarak saldırdılar, tehdit ettiler, hatta öldürmeye kalktılar.

Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem'ini koruyacağını vaad bu yurdu ve bu vaadini şöyle dile getirdi:

"(Ey Resûlüm!) Sen Bizim gözetimimiz altındasın."[4]

"Elbette Biz seninle alay eden o müşriklerin hakkından geliriz."[5]

"Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[6]

Günümüzdeki Peygamber düşmanları gibi, Resûl-i Ekrem zamanındaki müşrikler de insanları onun etrafından uzaklaştırmak için kendisine çeşit çeşit iftiralar ettiler. Allah Teâlâ da vaad buyurduğu gibi onu savundu, kâfirlerin ona yönelttikleri ithamların hiçbir esasa dayanmadığını açıkladı.

* Meselâ Mekkeli müşrikler ona “şair, kâhin” dediler.? [7]

Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem'inin şair, Kur'ân-Kerîm'in de şiir ve kâhin sözü olmadığını ifade buyurdu.

* Kâfirler ona "sihirbaz, mecnûn” dediler.[8]

Allah Teâlâ birçok âyet-i kerîmede Fahr-i  Alem Efendimiz'in sihirbazlıkla, büyücülükle hiçbir ilgisi bulunmadığını, ayrıca onun mecnûn da olmadığını belirtti.[9]

* Mekkeli kâfirler Kur'ân-Kerîm'in Muhammed aleyhisselâm gibi bir fakire ve yetime değil, Mekke veya Tâif'in zenginlerinden birine gönderilmesi gerektiğini söylediler.[10]

Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara şu cevabı verdi:

 “Rabbinin rahmetini taksim etmek onlara mı düştü? Oysa dünya hayatında onların geçimlerini biz bölüştürdük ve bir kısmı diğerlerini yanında çalıştırsın diye kimini öte kinden üstün seviyelere yükselttik. Fakat Rabbinin rahmeti onların toplayıp biriktirdiği dünyalıktan daha hayırlıdır."[11]

* Kâfirler Resûl-i Ekrem'e, “Sen yalan söylüyorsun, Peygamber değilsin” dediler. Onların bu suçlamasına karşılık Allah Teâlâ Fahr-i Cihân Efendimiz'i şöyle teselli etti:

"Hiç şüphe yok ki sen peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin."[12]

* Peygamber ve İslâm düşmanları durmadan yeni iddialar ortaya attılar. Allah Teâlâ da onların her iddiasına cevap verdi. Mesela onlar,

"Eğer doğru söylüyorsan, bize melekleri getir!" de diler.[13]  

Allah Teâlâ onların bu isteğine şu cevabı verdi:

"Eğer onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, ölüler dile gelip kendileriyle konuşsaydı, karşılarına bütün varlıkları bölük bölük yığsaydık, yine de Allah'ın dilediklerinden başkası inanmayacaktı."[14]

* Kâfirler Peygamber Efendimiz'e inanmak için ondan şu isteklerde de bulundular:

Bize yerden bir pınar çıkar.

Hurma bahçelerin ve üzüm bağların olsun, onların arasından da gürül gürül ırmaklar aksin.

Şayet bunu yapmazsan, o takdirde gökyüzünü üzerimize parça parça düşür.

Allah'ı ve melekleri karşımıza getir.

Senin altından bir evin olsun. Göğe çık, oradan bize okuyacağımız bir kitap getir.[15]

Müşrikler işte böyle mânâsız isteklerde bulundular.

O zaman Allah Teâlâ Efendimiz'e, onlara şöyle demesini emretti:

"Bu ne biçim söz! Ben sadece peygamber olarak gön derilen bir insanım!"[16]

Allah Teâlâ melekleri onların karşısına neden dikmediğini şöyle açıkladı:

"Biz melekleri ancak insanlara hak ettikleri cezayı uygulamak için göndeririz. O zaman da artık kendileri ne yaşama fırsatı verilmez."[17]

Acaba istedikleri bütün mucizeler gösterilseydi, kâfirler îmân edecekler miydi? Allah Teâlâ bunu şöyle ifade buyurdu:

"Onlara gökten bir kapı açsak, oradan da semâlara çıksalar, yine de "Galiba gözümüz bağlandı; herhâl de biz büyülendik' derler."[18]

"(Ey Resûlüm!) Sana kâğıda yazılmış bir kitap gön derseydik de onu elleriyle tutsalardı, yine de o kâfirler, ‘Bu kesinlikle bir büyüdür' derlerdi."[19]

* Mekkeli müşriklerin itirazları ve istekleri hiç bitmedi:

Ey Muhammed! Kur'an sana böyle kısım kısım değil de bir defada, toplu halde indirilmeliydi, dediler.[20] Allah Teâlâ Kur'ân-Kerîm'i neden bir defada indirmediğini Resûl-i Ekrem'ine şöyle açıkladı:

"Biz Kur'an'la senin kalbini güçlendirmek için onu böyle parça parça indirdik ve tane tane okuduk."[21]

"Biz Kur'an'ı, insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bölümlere ayırdık ve parça parça indirdik."[22]

* Fahr-i Kâinât Efendimiz'in can düşmanları onu incit meye devam ettiler:

"O her söylenene kulak veriyor" dediler.[23] Onun iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıramadığını ileri sürdüler. Allah Teâlâ onların bu mânâsız sözlerine bile cevap verdi ve kendilerini şöyle uyardı:

"(Ey Resûlüm!) Onlara de ki: 'O peygamber sizin iyiliğinize olanları dinleyen hayırlı bir kulaktır. O, Allah'a inanır, mü'minlerin sözlerine güvenir. Îmân edenlerini için de bir rahmettir.' Allah'ın Resûlüne ezâ edip incitenle re ise pek acı bir azap vardır."[24]

* Kâfirler, "Bu nasıl peygamber? O da bizim gibi yiyip içiyor, sokakta geziyor, kadınlarla evleniyor” dediler.[25]

Allah Teâlâ onların bu itirazına da cevap verdi. Sadece Resûl-i Ekrem'in değil, daha önce gönderdiği peygamberlerin de evlenip çoluk çocuk sahibi olduklarını, zira kendilerine yiyip içmeden yaşayan bir beden vermediğini, onların ölümsüz olmadığını belirtti.[26]

* Kur'an-ı Kerîm'de geçmiş milletlerin kıssalarından bahsedilince, Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimiz'in bu kıssaları bir Rum köleden öğrendiğini iddia ettiler. O zaman Allah Teâlâ onların bu iddiasını şöyle reddetti:

“Onların, 'Kur'an'ı ona kesinlikle bir insan öğretiyor dediklerini elbette biliyoruz. Kur'an'ı ona öğrettiğini ileri sürdükleri kimsenin dili yabancıdır, Kur'an ise açık ve anlaşılır bir Arapçadır."[27]

Gerçekten de Kur'ân-Kerîm, üstün belâgatiyla en önde gelen Arap ediplerini bile aciz bırakmıştı. Onun gibi bir dil ve edebiyat hârikasını Arapça'yı doğru dürüst konuşamayan bir yabancı nasıl öğretebilirdi?

* Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin oğlu Kāsim verat edince, kâfirler: "Muhammed'in soyu kesildi” dedi er. Allah Teâla Kevser sûresini indirerek Resûlünü teselli etti ve: “Asıl soyu kesik olan, sana kin besleyendir”[28] buyurdu.

Görüldüğü üzere Allah Teâlâ müşriklerin her iddiasına cevap verdi, Resûl-i Ekrem'ini onlara karşı savundu. Onları kaçabilecekleri her köşede işte böyle kıstırdı ve sözlerini ağızlarına tıkadı.

Peygambere saygı

* Allah Teâlâ, Resûlü'nün kıymetini bilmeyenlere, ona saygı duymaları gerektiğini uygulamalı olarak gösterdi. Kendisi diğer peygamberlere, "ey  Adem, ey Nûh, ey İbrâhim, ey Mûsâ, ey Dâvûd" diye adlarıyla seslendiği hâlde,[29] Peygamber aleyhisselama, "ey Nebî, ey Resûl" diye hitap etti.[30]

* Bedeviler çölde yaşadıkları ve İslâmiyet'in üstün edep kurallarını henüz öğrenemedikleri için, Server-i Enbiyâ Efendimiz'i, “Yâ Muhammed! Ya Ebe'l-Kāsım!” diye adıyla çağırdılar. Allah Teâlâ Habib-i Edîb'ine böyle hitap edilmesini doğru bulmadı ve:

"Peygamber'i birbirinizi çağırır gibi çağırmayın"[31] buyurdu. Kendisinin de yaptığı gibi sevgili elçisine adıyla değil, “Yâ Resûlullah! Yâ Nebiyyallah!” diye hitap etmeleri gerektiğini öğretti.

* Kâinatın Rabbi, İki Cihân Güneşi Efendimiz'e kendisinin rahmet ettiğini hatırlatarak Müslümanlar'a şu göre vi verdi:

"Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin."[32]

* Cenâb-ı Hak Müslümanlar'a şu emri de verdi:

"Allah'a ve Resûlüne îmân ediniz, ona destek olunuz, ona saygı gösteriniz."[33]

* Daha önce kimsenin hayatına yemin etmeyen Allah Teâlâ, Habîb-i Ekrem'ine büyük değer verdiğini göstermek üzere: " Sel: Senin hayatına yemin olsun"[34] diye onun hayatına yemin etti.

* Süleyman Çelebi'nin: “Bile yazdım adım ile adını" dediği gibi, Cenâb-ı Mevlâ Resûlü'nün adını kendi adıyla yan yana zikretti. İşte o günden beri İslâm'a girilirken, ezan okunup kamet getirilirken, namazlarda tahiyyat oku nurken kelime-i şahadet söylenegeldi.

* Allah Teâlâ, Resûlünün konumunu ve önemini kullarına sık sık hatırlattı ve Müslümanlar'ın arasında bir anlaşmazlık meydana geldiğinde onu hakem yapmaları, sonra da verdiği hükümleri, içlerinde en küçük bir şüphe ve tedirginlik duymadan kabul etmeleri gerektiğini, böyle yapmadıkları takdirde mü'min olamayacaklarını bildirdi.[35]

* Rableri tarafından sevilmeyi ve günahlarından kurtulmayı isteyenlere, Allah Teâlâ yine Resûlünü gösterdi ve şöyle buyurdu:

"(Ey Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[36]

* Kâinâtın Rabbi Müslümanlar'a, sadece Resûl-i Ekrem'in şahsına değil, onun hanımlarına da farklı bir gözle bakmalarını emretti ve şöyle buyurdu:

“Peygamber'i üzmek de, onun ölümünden sonra hanımlarını nikâhlamak da size temelli yasaklanmıştır."[37]

* İkinci Abbâsî Halifesi Ebû Ca'fer Mansûr ile İmâm Mâlik Mescid-i Nebevî'de konuşuyorlardı. Bir ara halife sesini yükseltince İmâm Mâlik onu:

"Ey Mü'minlerin Emîri! Bu Mescitte sakın yüksek sesle konuşma!" diye uyardı, sonra da şu âyet-i kerîmeyi okudu:

'Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesin den fazla yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın! Yoksa yaptığınız iyilikler mahvolur gider de farkına bile varmazsınız!"[38]

 Halife Mansûr İmâm Mâlik'e saygı duyar ve ilmine güvenirdi. Ona şöyle bir soru sordu:

"Resûlullah'ın kabr-i saadetini ziyaret ettikten sonra kıbleye dönerek mi, yoksa kabr-i saadete dönerek mi dua edeyim?” İmam Mâlik de ona şu cevabı verdi:

"Kıyamet günü hem sana hem baban  Adem aleyhisselama şefaat edecek olan Resûl-i Ekrem'den yüzünü niye çevirecekmişsin? Hayır, hayır, yüzünü ona dön; şefaatini niyaz etki, Cenâb-ı Mevlâ da onun şefaatini kabul edip seni bağışlasın. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Onlar, nefislerine zulmedince hemen sana gelip Al lah'tan günahlarının bağışlanmasını isteselerdi ve sen de Allah'ın Resûlü olarak onlar için mağfiret dileseydin, onlar Allah'ın tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli olduğunu mutlaka görürlerdi.[39]

* Peygamber Efendimiz zamanındaki kâfirler adeta belâya davetiye çıkardılar ve asla istenmemesi gereken bir şey istediler:

“Eğer dediğin gibi Kur'an'ı Allah indirdiyse, O'na söyle de üzerimize gökten taş yağdırsın yahut ta bize acı bir azap göndersin" dediler. Merhametlilerin en merhametli si olan Allah Teâlâ, Resûl-i Ekrem'ine verdiği büyük değeri gösteren şu âyet-i kerîmeyi indirdi:

"Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez."[40]

Aziz okuyucu!

Biz, Peygamber düşmanlarını kendi acı akıbetleriyle baş başa bırakıp, bize düşen ümmet olma görevini hatırla malıyız. Her birimiz Allah Teâlâ'nın savunduğu, saygı gösterilmesini emrettiği, herkesten üstün tuttuğu[41] ve âlemle re rahmet olarak gönderdiği[42] Peygamberinin ne büyük bir insan olduğunu iyice düşünmeliyiz.

Onun hakkında konuşurken son derece saygılı ve dikkatli olmalı, onu düşmanlarına karşı var gücümüzle savun malı, bütün varlığımızla onun arkasında durmalıyız.

İşte o zaman onların iddia ve iftiraları değil, bizim inanç ve değerlerimiz gündemi oluşturur.

Dipnot:

[1] Ahzab 33/21.

[2] Buhârî, Hac 50, 60, nr. 1597 1610; Müslim, Hac 248-251, nr. 1270.

[3] Bu suçlama ve tenkidi için bkz. s. 372

[4] Tûr 52/48.

[5] Hicr 15/95.

[6] Mâide 5/67.

[7] Enbiyâ 21/5. (şair]

[8] Yâsîn 36/69; Hâkka 69/38-43.

[9] A'râf 7/164; Mü'minûn 23/70; Sebe 34/46; Zâriyât 51/52; Furkān 25/8-8; Kalem 68/2.

[10]  Zuhruf 43/31.

[11] Zuhruf 43/32.

[12] Yâsîn 36/2-3.

[13] Hicr 15/7.

[14] En'âm 6/111.

[15] İsrâ 17/90-92.

[16] İsrâ 17/93.

[17] Hicr 15/8.

[18] Hicr 15/14-15.

[19] En'âm 6/7. Şu âyet-i kerîmelerde de kâfirlerin hiçbir şekilde inanmayacakları belirtilmektedir: En'âm 6/111; A'râf 7/146; Yûnus 10/96,97.

[20] Furkān 25/32.

[21] Furkān 25/32.

[22] İsrâ 17/106.

[23] Tevbe 9/61.

[24] Tevbe 9/61.

[25] Furkân 25/7.

[26] Rad 13/38; Furkān 25/20; Enbiga 21/8.

[27] Nahl 16/103.

[28] Kevser 108/3.

[29] Bakara 2/35; Hûd 12/46, 76; Kasas 28/31; Sâd 38/26.

[30] Enfâl 8/64, 65, 70; Tevbe 9/73; Ahzab 33/1; Mâide 5/41, 67.

[31] Nûr 24/63.

[32] Ahzab 33/56.

[33] Fetih 48/9.

[34] Hicr 15/72.

[35] Nisâ 4/65.

[36] Ali İmrân 3/31.

[37] Ahzâb 33/53.

[38] Hucurât 49/2.

[39] Nisâ 4/64. Mehmet Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerif Şerhi, II, 364.

[40] Enfâl 8/32-33.

[41] Bkz. s. 257.

[42] Enbiyâ 21/107.