Giriş

Türk edebiyatının usta isimlerinden olan Peyami Safa, eserlerinde olaydan ziyade analize eğilmiş bir yazardır. Hasta bir gencin duygularını ustaca işlediği bu eserinde, on beş yaşındaki genç bir delikanlının hastalığı yüzünden yaşadığı sıkıntılar anlatılır.

Dizinde meçhul bir hastalığı olan bu genç, kimi zaman çocukça heyecanlara kapılır, kimi zaman ise bütün umutları yerle bir olur. Yine de umutlarını canlandırmayı başarır ve tedaviden vazgeçmez.

Kitap özetinden bölümler:

Çocuk Hastanesi

Sabah çocuk hastanesine geldim. Öğlene doğru kapının önü daha da kalabalık oldu. Saatlerce beklemeye alışık insanlar, kapının önünde sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Oturacak yer bulamayan bazı anneler, hasta çocuklarını oturtabilmek için yere çökerek yavrularına koltuk olmuşlardı. Muayenene kapısı açılıp kapanıyor, hastaların biri girip biri çıkıyordu. Bekleyenlerin hemen hemen hepsi kolundan, bacağından sargılı veya alçılıydı. Küçük çocukların hepsinde aynı endişeli ve korkulu yüz ifadesi vardı...

Senelerdir bu kapıdan veya başka kapılardan içeri girmeyi bekledim ben de. Sekiz yaşımdan beri meçhul hastalığım yüzünden doktor doktor geziyordum. Dokuzuncu hariciye koğuşuna gelirken yolda gördüğüm sağlıklı ağaçlara bile imrenerek yürürdüm. Şimdi, yeniden bu çocukların arasındaydım fakat onlar gibi yanımda bir büyüğüm bile yoktu.

Sıram gelince çağırdılar beni ve içeri girdim. Yedi senedir tedavi gördüğüm için prosedürü ezberlemiştim. Hızlıca soyundum, dizimi hastabakıcı kıza uzattım. O, sargımı çözerken benim gözüm doktorun geleceği kapıdaydı. Asistanlar da kendi işlerini yaparak defterlerine bir şeyler yazıyorlardı. Kimseden ses çıkmıyordu. Duyulan tek ses, madeni aletlerin çıkardıkları sesti. Oda, yoğun bir şekilde ilaç kokuyordu.

Sargıları açmak kolaydı fakat pamuğun ve gazlı bezin çıkarılmasının zor olduğunu bildiğim için korkmaya başlamıştım. Henüz hastabakıcı kızın elini tutmaya fırsat bulamadan pamuğu çekip çıkardı ve sıra gazlı beze geldi. Yaralı ete yapışan gazlı bez çıkarken duyacağım acıyı bildiğim için istemsizce yaramın üzerine eğildim. Bu sırada doktor gelmişti, “Yine mi azdı bacağın? Fistül, akıntı var mı?” diye sordu. “Üç tane fistül var. Akıntı da çok fazla...” diye güçlükle cevap verdim. Gazlı bezi çekmeleri öyle acıdı ki doktor ile konuşurken çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Doktor, son ameliyatı ne zaman olduğumu sordu ve üzerinden iki sene geçtiğini duyunca yeni bir ameliyat vaktinin geldiğini söyledi. Yaranın etrafındaki etlere baktı, “Bu fistüllerden ikisi yeni, temizledikten sonra alçıya almak da gerekir. Eklem kaynaşması olmazsa dizi kurtaramayız. Çok dikkat etmelisin. Bacak kısalacak ama böyle ağrı çekmekten iyidir.” dedi. Bense kederimi görmemesi için gözlerimi ondan kaçırdım. Dizim yeniden sarılmıştı, ayağa kalkacak gücü kendimde bulamıyordum.

Ağır ağır yürüyerek muayenehaneden çıktığımda pek çok farklı duyguyu aynı anda hissettim. Doktorun ani ameliyat kararına şaşkınlık, bacağımın geleceğiyle ilgili merak ve bir pansumandan daha kurtulmanın verdiği rahatlama... Bahçeye çıktığımda gördüğüm bahar güneşi bir anda tüm duygulardan uzaklaştırdı beni. Koğuşların birinden, bir çocuğun söylediği türkü çalındı kulağıma...

Eve gitmek için tramvaya doğru yürüdüm. Kenar mahallelerden birinde annemle yalnız yaşıyorduk. Annem döndüğümde doktorun ne dediğini soracaktı. İnsanlar, acılarını başkalarına anlattıkça acısını paylaşmanın verdiği bir rahatlık olur ya annelerde durum böyle değildi. Anne öğrenince acı daha da büyürdü. Anne ve evladın acıları, birbirlerine geçerek çoğalırdı. Gecikmek istedim bu haberi anneme hemen vermemek için. Biraz oyalandıktan sonra mecburen eve gittim. Ben gittiğimde evde yoktu. Gelmesi ve doktorun ne dediğini sorması çok sürmedi. “Bir daha muayene edecekler.” dedim. “Ameliyat mı gerekirmiş?” dedi bu defa, “Kalabalıktan iyi bakamadılar diye tekrar çağırdılar.” dedim. Yemek hazırlığına girişti. İçinin hiç rahat olmadığı her hâlinden belliydi. Yemek boyunca hiç konuşmadık. Kalmak için yakın akşam Erenköyü’ne gideceğimi söyledim aslında fakülteye gidip bacağımı bir de Mithat Bey’e gösterecektim. “İyi olur. Erenköyü’ndekiler de seni soruyordu. Paşa da seni görmek istiyormuş.” dedi.

Konuşurken bir an güldük birbirimize ama eski kederli hâlimize çabucak geri döndük. Ben kederimin sebebini biliyordum, annem bilmiyordu.

Erenköyü’ndeki Köşk

Gittiğimde Paşa’yı her zaman oturduğu koltukta buldum. Hastalığımdan çok tahsilimle ilgili sorular sordu bana. Açık olan balkon kapısından odaya ıhlamur ve gül kokusu doluyordu. Dizimi incitmemek için dikkat ederek hareket etmem, gözünden kaçmadı ve sıhhatimi sordu. Kısa ve yanlış bilgiler vererek sabah fakülteye gideceğimi söyledim ama tatmin olmuşa benzemiyordu. O sırada içeri, “Nerde benim kitaplarım?” diye sorarak Paşa’nın kızı, Nüzhet girdi. Getirdiğimi söyledim. Biraz yanımızda durup balkona çıktıktan sonra Paşa bana Doktor Ragıp’a da görünmemi söyledi, kabul ettim.

Paşa, uzak akrabamızdı ve beni de çok severdi. Dört-beş yaşlarımdayken bile büyük adam gibi sohbet ederdi benimle. Şimdilerde iyice yaşlandığı için kitap okuyordum ona. En çok da eğlenceli romanlar okurdum, çocukluğumdan hatırladığım kahkahalarını yeniden duymak için. Nüzhet’e de edebi romanlar götürürdüm. Paşa’ya bu defa cinayet romanı götürmüştüm. Herkes yatınca kanepesinin yanında kitabı okumaya başladım. Çok geçmemişti ki salon kapısından Nüzhet’in bana dışarı çıkmam için işaret ettiğini gördüm. Görmezden gelip okumaya devam ettim. Sonra o geldi yanıma ve kulağıma eğilip babasının uyuduğunu söyledi. Paşa’nın hafifçe horladığını fark etmemiştim.

Nüzhet’le bahçeye çıkıp havuz başındaki demir kanepeye oturduk. Böcek seslerinden başka hiçbir ses yoktu. Sadece sıcak bir rüzgâr hissediliyordu. Nüzhet kahkahalar atarak bir şeyler anlattı. Bense kahkahalarına son vermek için yarın hastaneye gideceğimi söyledim. “Hastalığın mı kötüleşti?” diye sordu. Yakında ameliyat olmam gerektiğini anlattım. Biraz sustuktan sonra bu kez babasının bana neden Doktor Ragıp’tan söz ettiğini sordu. “Hastalığımdan konuşurken onun da görmesinde fayda olabileceği için söz etti.” dedim ama merak etme sırası bana geçmişti şimdi. Nüzhet neden sormuştu, Doktor Ragıp konusunu? Geç olmadan evin hizmetlisi Nurefşan geldi yanımıza ve Nüzhet’in uyku saatinin geldiğini bildirdi. O gece ben de köşkte kaldım.

Yatağa girdiğimde Nüzhet’i düşündüm. Ona olan aşkımı, kendime bile itiraf edemiyordum. Dizimin ağrısı şiddetleniyor ama ben Nüzhet’i düşünmek istiyordum. Her gün koltuk değnekleriyle yürümem ve çokça dinlenmem gerekiyordu. Fakat o gün çok yürüyüp yormuştum kendimi, ağrıdan uyuyamıyordum. Ansızın Nüzhet’in doktorla evlenmesi ihtimali geldi aklıma. Benden dört yaş büyük bir Paşa kızı, benle evlenemeyeceğine göre pekala bir doktorla evlenebilirdi. Yine de şu an bu fikri çok kıskandığımı fark ettim. Beraber büyümüştük onunla. Küçük olmama rağmen ondan önce olgunlaşmıştım. O ise hâlâ çocuk gibiydi. Bir taraftan Nüzhet’i, diğer taraftan bacağımı ve geleceğimi düşünüyordum... Bacağımın kısalacak olması, beni dehşete düşürüyordu. Nüzhet istemezdi ki böyle kanlı, yaralı, irinli birini... Her genç kız mutlu, sağlıklı olmak isterdi. Ne yapsındı benim gibisini...

Biraz sonra Nüzhet odamdan içeri girdi. İnanması zor ama gerçekti. Beyaz gömleğinin üzerinde bir şal, ayakları çıplak gelmişti odama. Yaşadığım şaşkınlığı yüzümden anlamıştı ki “Ne var canım kaçamak yapıp odana geldimse? Uyuyor herkes.” dedi ve yatağıma oturdu. Her zamankinden farklı geldi gözüme. Açılan yakasını görmek heyecanlandırdı beni. O, Doktor Ragıp’ı düşünmekten uyuyamamıştı, ben ise pek çok şeyi... Doktor Ragıp onunla evlenmek istiyordu, Nüzhet benim fikrimi sordu. Gerçek hislerimi belli etmemeye çalışarak bir fikrimin olmadığını söyledim. Ertesi gün erkenden hastaneye gideceğimi söyleyince, “Uyu o zaman,” dedi. Şefkatle saçlarımı, ellerimi okşadı. Öyle heyecanlandım ki aniden kendime çekip öptüm onu. Kalbi yerinden çıkacak gibi oldu ve hızla çıktı odadan. Ne yaptığımı bilmeden, alev aldı sanki vücudum. Başımı yastığa koydum, uykuya daldım. Çok geçmeden kâbuslar içinde, dizimde sızıyla uyandım.

Vesveseli Adam

Ertesi sabah hastaneye giderken Paşa, beni yanına çağırıp para verdi ve dünkü kitabı beğenmediği için yeni bir kitap almamı istedi. Postaneden de anneme kart atıp bir ay burada kalacağım haber vermemi ve isterse onun da gelebileceğini söyledi. Çıktığımda Nüzhet hâlâ uyanmamıştı.

Fakülteye gittim. “Yaralılara ilk yardım” yazan büyük kapıdan koridora girdim ve doktorun odasını buldum. Operatör ameliyatta olduğu için biraz bekleyecektik. Doktor Mithat Bey bu sırada beni başka bir salona götürdü. Daha önce de laboratuvarlara, sınıflara götürmüştü. Şimdi girdiğimiz büyük odada büyük cam dolaplar ve iskeletler vardı. Masalardan birinde yatan ölüyü görünce “Bu taze kadavra yeni gelmiş.” diyerek anlatmaya başladı. “Kimsesiz insanlar genellikle kadavra olur ve bizim çok işimize yarar.” dedi. Tüylerim ürperdi söylediklerini duyunca. Odadan çıkıp biraz daha bekledik operatörün gelmesini ama gelir gelmez acil çıkması gerektiği için beni daha sonra muayene edeceğini söyledi. Yalnızca ayaküstü, “Böyle bir vakayı daha önce görmüştüm. Koltuk değneği kullanılması şart. Yoksa bacağı tamamen kaybederiz.” dedi. Doktor Mithat Bey, kolumdan tuttu ve bahçeye çıkarken, “Aman ihmal etme, hiç olmazsa bir baston kullan.” dedi. Yakındaki bir lokantaya girdik birlikte. Beslenmeme de dikkat etmem gerektiğini söyleyip et sipariş etti. Öteki doktorun kararına çok üzüldüğümü söyleyince kendilerinin başka bir çözüm yolu bulmak için çalışacaklarını söyledi. Gelen yemeği yemeye başladım. Az önce gördüğüm kadavrayı hatırlayınca lokma ağzımda büyüdü, bütün iştahım kaçmıştı. İğrendiğimi anlayınca, “Keşke girmeseydik oraya.” diyerek gezdirdiğine pişman oldu.

Köşke döndüğümde ev halkının sesi yatak odasından geliyordu. Nüzhet’in kahkahasını duyunca yanlarına girdim. Hizmetlileri Nurefşan da oradaydı. Ben girince hepsinin birden susmasından rahatsız oldum, hemen geri çıkamadım. Neler yaptığımı sordu Paşa, kısaca anlattım ancak odadaki sessizlik devam etti. Yengem, sebebini anlayamadığım bir nedenle aynalı dolaba girmişti. Biraz etrafa bakınıp izin isteyip çıktım odadan. Oradaki herkes bir anda yabancılaşmıştı sanki bana. Bahçeye çıkıp oturdum. Nüzhet’le burada oturduğumuzu hatırlayınca heyecanlandım ama az önceki sessizliği hatırlayınca içim yeniden karardı.

Arkamdan gelen Nüzhet’in kahkasını duydum. Beni arıyormuş deminden beri, dinlendiğimi söyledim. Odadan çıkışımdan bozularak çıktığımı anladığını söyledi, ben de ona özel bir şey konuştuklarını anladığım için çıktığımı söyledim. “Ne vesveseli adamsın, gizli bir şey konuşmuyorduk sen geldiğinde. Annem soyunuyordu, sen gelince de dolabın içine girdi.” dedi. “Yeter bu kadar dinlendiğin. Haydi, kalkıp bahçıvan görmeden salatalık toplayalım.” diyerek koluma girdi.

Paşa’nın okuduğum yeni romanı beğendiği belliydi. Orada geçen Paris tasvirlerini duydukça araya giriyor, kendi Paris anılarını anlatıyordu. Okumamız bittikten sonra odama girerken kapıda Nurefşan’la karşılaştık. Sinekler çoğaldığı için yatağıma cibinlik kurmuştu. Konuşturmak için kuşlarını sordum, bugün gelen misafirler yüzünden ilgilenemediğini söyledi. “Ragıp Bey’in annesi gelmişti. İşler ilerliyor, söz bir-iki güne kesilir herhâlde. Doktor Bey iyi de, düğünden sonra küçük hanımı alıp Berlin’e götürecek olması kötü. Paşa istemiyor da yengeniz bu işin olması için ısrar ediyor.” diye bir çırpıda içindekileri anlatıverdi. “Nüzhet ne diyor peki?” diye sorduğumda sadece güldüğünü söyledi. Bugün ben odaya girdiğimde de bu konuyu konuşuyorlarmış. Meğer Nüzhet’in kahkahasının sebebi buymuş.

Sonuç

Romanın ana kahramanı olan on beş yaşındaki genç, yedi senedir mustarip olduğu hastalık için doktor doktor gezmekte ve her türlü tedaviyi denemektedir. Doktorların çoğu çarenin bacağı kesmekte olduğunu söylerken günün birinde karşılaştığı bir başka doktor ona umut ışığı olur ve “Bir kasap gibi bacağı kesip atmak kolay olanı. Doktor olmak, o bacağı ve genci kurtarmaktır.” diyerek genci zorlu bir tedavi sürecine hazırlar.

Hastalığı süresince ailesinden ve etrafından yakın ilgi ile takip edilen bu hasta genç, duygularını kimi zaman bir çocuk kimi zaman da bir yetişkin gibi yaşar. Tedavinin sonunda hastaneden çıkarken defterine yazdığı son sözler, onun Dokuzuncu Hariciye Koğuşunda geçirdiği günleri özetleyecektir.

Peyami Safa’nın kaleme aldığı ve kendi yaşamından otobiyografik unsurlar da barındıran bu eserinde, hasta bir gencin endişeleri, umutları ve duyguları etkileyici bir şekilde okuyucuya anlatılır.

Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.

v