Babam, benim ‘ilk’ kahramanımdı(r)…

Gözümü açtığımda gördüğüm en hakikatli adamdı. Nasıl yürüyorsa öyle yürüdüm, nasıl güldüyse, nasıl ağladıysa…

Merhameti, mesela, onda gördüm. En düşkün olduğu zamanlarda daha düşkün olanların varlığından haberdardı muhakkak ve hep en önce o koştu onlara; bazen beni ve kardeşlerimi de yanına katarak. Küçük bir eve bazen, küçük bir odaya, dağınık bir atölyeye…

Şimdilerde, ancak kavrayabildiğim bir şeyden söz ediyordu, 1970’li yılların o sisli-puslu, yoksul günlerinde: Paylaşın!

Neyi, ne kadar, ne zaman” sorularına gerek duymaksızın, nasıl paylaştığını gösterirdi bize: Bazen ekmeğini, bazen emeğini, kimi zaman sevgisini, öfkesini bazen de… Ama hep paylaştı.

Yukarı köyün minibüsleri bizim evin ardından geçerdi. Her akşam, hangi minibüs kaçta geçecek bilirdi babam. O saatlerde evin üst yanındaki çeşmenin başında, bir sepet içinde, her zaman ekmek, meyve, su bulundururdu. “Yol uzun, acıkırlar” derdi.

Hele Ramazan aylarında, küçücük bedeni devleşir, evden eve koşar, eksik-gedik ne varsa tamamlamaya, onarmaya çalışırdı.

Daima verecek bir şeyi olurdu: Ekmek, su, yumurta, selam…

Hiç unutmam:

Ramazan’ın ilk günü, iftara 10 dakika kala, evin 200 metre ötesindeki küçük gölcüğün kenarına kadar giderdi. Arkası eve, yüzü karşı yoldan gelecek birini karşılayacak şekilde o tarafa dönük olurdu. Ezan okunmaya başladığı anda, tıpkı bir asker çevikliğiyle olduğu yerde döner ve hızlı adımlarla eve doğru yürürdü. Sorduğumuzda, “Orucu karşılamaya gittim” derdi. Son iftarda ise aynı yerde, aynı ritüelle yolcu ederdi. Eve döndüğünde mahzun, ağlamaklı, “Rabbim, yenisine çıkarsın hepimizi inşallah.”

Çocukluğumun ilk orucu, yine yaz aylarına denk gelmişti. 40 derece sıcağın altında oruç tutmanın zorluğu malum… Daha çok küçüğüm. İlk sahura kalktığımda babam alnımdan öpmüş, “Helal olsun sana… Haydi bakalım” diyerek yanıbaşına oturtmuş, kendinden çok bana yedirmişti. Ancak ne kadar yiyebilirdim ki!.. Öğleden sonra susuzluk damağımı kuruttuğunda önce dudaklarıma sürdüğüm, sonra “birkaç yudumdan bir şey olmaz” diyerek doyuncaya kadar içtiğim sudan elbette haberi vardı. Görmezdi ama bilirdi. Bozuntuya vermez, iftar saati başköşeye oturtur, top patlar patlamaz ilk yudum suyu bana içirirdi.

Babam, yoksul bir adam olmasına rağmen daima verecek bir şeyi olurdu. Ekmek, su, yumurta, selam… Hepsi aynı kapıya çıkardı onun için…

Elma burada seni bekleyecek, yarın gelip alırsın

Yine o anlatmıştı:

İlk oruçlu Ramazan ayımdı. O gece sahura kalkmıştım. Beni çok sevmediğini bildiğim babamın yüzünde bile bir tebessüm belirmişti. Hiç konuşmadan sahuru yaptık. Annem, ben doğarken öldüğü için babam yeniden evlenmişti. Analığım da benden hoşlanmazdı.

Sabah oldu. Babam, “Atölyeye giderken iftarlık filan bir şeyler alalım” dedi. Arkasına düştüm, çarşıya indik. Vitrinlerde tatlılar, simitler, manav tezgâhlarında elma, üzüm, kiraz… Tatlıcıda sıra sıra baklavalar, şekerler… Derken, bir manavın önünde durduk. Hep bu manavın önünde dururdu babam… Niyazi amcanın iyi bir adam olduğunu söylerdi. Meyveler seçildi, tartıldı, kâğıt torbalara konuldu, filelendi. Ama benim bakışlarım, yeni geldiği belli olan bir sepet dolusu elmaya takılmıştı. Babam, hafifçe omzuma vurmuş ama duymamışım. “Ahmet” diye bağırdığında kendime geldim. Niyazi amca gülüyordu. Sepetin en üstünde, kıpkırmızı, al yanaklı bir elma, “Beni al” diyordu sanki gözlerime bakarak. Ama ilk orucumu tutuyordum. Babamdan korkuyordum biraz, biraz da Ramazan ayında herkes oruçlu iken bu elmayı istemem doğru olmazdı… Böyle şeyler geçip gidiyordu zihnimden.

Niyazi amca yanıma yaklaştı; “Aziz, kızma çocuğa. Elmaya takılmış gözü besbelli. Yer misin, vereyim mi?” diye sordu. Birden babamla göz göze geldik. Ondan bir işaret gelmeden, hemen, “Ben niyetliyim” deyiverdim. Babam gülümsedi. Elini omzuma koydu, “Haydi al sen bu fileleri eve götür, sonra atölyeye gelirsin” dedi.

Tam oradan ayrılacakken, Niyazi amca seslendi:

Bak Ahmet, bu elma senin. Madem bugün oruçlusun, elmayı alınca yemekten korkuyorsun, kendine güvenmiyorsun. Elma burada seni bekleyecek. Yarın gelip alırsın” dedi.

Önlüğünün eteğiyle kıpkırmızı elmanın yanağını biraz okşadıktan sonra tezgâhın üzerinde bir köşeye koydu.

O gün iftarda güzelce karnımı doyurdum. Büyükler teravihe gitti. Uyuyakalmışım. Ama rüyamda elmayı gördüm sabaha kadar. O gece sahura kalkamadım. Babam, ilk gün denememden memnun kalmış olmalı ki, bir gün dinlenmemi istemiş evdekilerden…

Sabah kalkar kalkmaz kardeşimi uyandırdım, “Selahattin, kalk!.. Hemen Niyazi amcanın manavına gitmeliyiz. Niyazi amca bize elma verecek” dedim ama Selahattin ne olduğunu anlamadan arkama düştü.

Koşar adımlarla yokuşu indik, postaneyi geçtik, manava doğru yürümeye başladık. Ancak içimde bir sıkıntı belirmişti. Tam manavın önüne gelmiştik. Kepenk açılmamış. Bitişiğindeki Ayhan berbere koştum, Niyazi amcayı sordum, ne zaman geleceğini filan… Ayhan berber, istifini bozmadan elindeki sakal tıraşına dalmıştı: “Niyazi dün gece öldü!...”

Hiçbir şey söyleyemedim. Olduğum yere çöktüm. Beş yaşlarında ya var, ya yokum işte… Neler yaşadığımı tahmin et artık.

O günden sonra Ramazan ayları hep buruk geçer benim için, o yüzden çok fazla neşelenemem. Onun için biri bir şey isterse hemen yapmak isterim, bekletmem, yarına bırakmam, “alacağın olmasın, ya şimdi al, ya unut” derim. Siz de öyle yapın, paylaşın ve ertelemeyin…

Babam işte…

Bu Ramazan’da yine hatırlattı kendini…

Ne iyi etti.

Mekânı cennet olsun…



Özcan Ünlü yazdı