Söylediğine göre kırk üç senedir her gün yazıyormuş. Yaşadığı çağın Müslümanca günlüğünü tutmaya çalışıyormuş. Çok şeyler görmüş, çok şeyler yaşamış… Her insan kadar hatalar da yapmıştır mutlaka… Fakat kanaatim o ki gazetecilik mesleğini arıyla namusuyla yapmıştır.
Tanıdığım bildiğim gazeteciler onu çok önemsiyorlar. Sevdiğim yazarlardan da onunla ilgili iyi şeyler duydum. Yazılarında eleştirel davrandığı için, kimi kesimler ona karşı biraz soğuk olabilirler. Kendisi de bunu kabul ediyor ve “Eleştirdiğim için eleştirilmeye layığım” diyor…
Dev cüssesine rağmen, Allah’ın bir garip kulu aslında… Ama nasipli bir kulu… Öksüz ve yetim olarak dayılarının yanında büyümüş. Her yetim ve öksüz gibi Cenab-ı Allah’ın özel lütuflarına nail olmuş… Onunla Cenab-ı Allah arasında özel bir meseledir bu… Bana, “Nereden biliyorsun” diye soracak olursanız; “Az buçuk Kur’an okumuşluğum vardır” diye cevap veririm size… Kur’an’ın yetimlerden bahseden ayetleri, nasıl bir lütfa mazhar olduklarını gösteriyor.
Bu iri ve gür imanlı ağabeyimiz doğuştan yazardır. Adı bile tek başına oturaklı bir isim; Abdurrahman Dilipak… İsmini söylerken bile sanki putlar sallanıyor. Baş kefereye falan itibar etmeyişi, ideolojinin kirine pasına bulaşmamış olması benim onu sevmemin nedenini oluşturuyor.
Yıllar önce spor salonlarındaki ateşli konuşmalarını dinlemişliğim de var. Birkaç sene önce de rüya âleminde görüşmüştüm. Rüya âlemi deyince de nedense bazıları çok fazla garipsiyorlar. O da âlemlerden bir âlemdir oysa ki… Cenab-ı Allah bu ağabeyimizin duasını almayı nasip etsin bize…
Her şey kaderin tecellisi
Geçtiğimiz günlerde Abdurrahman Dilipak Ağabeyimizi, Bağcılar’daki Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezi’nde dinledim. Yakın tarihimize dair bazı meseleleri kendine bakan veçhesi ile anlattı. Yani bir nevi kişisel tanıklıklarını aktardı. Kader sırrına hayran her imanlı insan gibi, o da bütün bu yaşadıklarını kaderin bir tecellisi olarak gördüğü için, meseleleri hep bu bağlamda değerlendirdi.
İşte bu kader tecellilerinden birisi de 28 Şubat 1997’de başlayan o kötü günlerde yaşanmıştı. Abdurahman Dilipak, o günlerde Sincan’da Küdüs Gecesi düzenlemiş ama kendisi o geceye katılmadığı için onun yerine Nurettin Şirin yedi buçuk yıl yatmıştı. Her şeyde bir hikmet vardı. Bu olayı; “Dilipak acaba derin devletten bilgi mi sızdırmıştı da bu toplantıya katılmamıştı?” diye de yorumlanabilir. Fakat ben bu olayın onun yetim olması ile ilgili olduğuna inanıyorum.
Abdurrahman Dilipak bu önemli olayı şu cümleler ile anlattı: “28 Şubat’ta ben Kudüs Platformu’nun sözcüsüydüm. Bu platformun koordinasyon merkezi Mazlumder’di. Mazlumder beni Ankara’da bir kapalı spor salonu toplantısı yaparak Müslümanların Kudüs konusundaki duyarlılığını ve kararlılığını ifade etmekle görevlendirdi. Biz de Sincan’da uygun bir salon bulduk. Davetiyede benim adım yazıyordu. 28 Şubat’tan bir hafta önce küçük dilimden ameliyat olduğum için, o gün sesim kısıktı. Bu yüzden toplantıya ben katılamadım. Benim yerime Nurettin Şirin katıldı ve benim yerime yedi buçuk yıl yattı.”
Aksay’lar önemli figürler
Bilindiği gibi Abdurrahman Dilipak’ın dayıları Türkiye’nin yakın siyasi tarihindeki önemli figürlerdir. Dlipak’ın Adalet Partisi zamanından naklettiği şu anekdot aslında tam da Celal Bayar’ın nasıl bir adam olduğunu güzel özetliyor. Şöyle anlatıyor Dilipak: “Adalet Partisi Kongresi’nde dayım Osman Nuri Aksay, Celal Bayar’a; ‘Namaz için ara verilmesini istiyoruz’ diye bir teklif sundu. Celal Bayar; ‘Biraz sonra ihtiyaç molası vereceğim’ diye bir anons yaptı. Bunun üzerine dayım; ‘Namaz için ara verilmesini ve bunun okunmasını talep ediyoruz’ diye bir yazı daha gönderdi. Bunun üzerine Celal Bayar dayımı çağırtır ve ona bağırır çağırır. Dayım da o kongreye kadar hizmet ettiği partisinden istifa eder.”
Meclis'te toplam dört kişi namaz kılıyormuş
Abdurrahman Dilipak’ın diğer dayısı Hasan Aksay ise Adalet Partisi’nden seçilen en genç milletvekilidir. Onunla ilgili olarak da Dilipak şunları söyledi: “Dayım Ankara Üniversitesi’nde gençlik lideridir. Demirel de bunu partisi için iyi bir şans olarak görür ve onu partinin genel idare kuruluna alır. Hasan Aksay’ın müftü oğlu olduğunu bilen genel idare kurulunda bir başka kişi vardır ki o Hasan Aksay’a abilik yapar. Bu kişi -Allah ondan razı olsun- Mekke’de vefat eden ve Cennetül Baki’de defnedilen Arif Hikmet Güner’dir.”
O günlerden bir başka anekdotu ise Dilipak şöyle anlatır: “Genel İdare Kurulu Toplantısı başlamak üzere… Öğle namazı vakti girmiş… Partide namaza kalkan bir kişi bile yok. Arif Hikmet Güner, dayıma diyor ki; ‘Kalk Hasan kalk! Namazı kılıp gelelim.’ Sonra giderken diyor ki; ‘Hasan bizim bunların arasında işimiz ne?’ Hasan Aksay da ona: ‘Biz ne yapabiliriz, gücümüz yok, paramız yok’ falan gibi laflar ediyor. Bunun üzerine Arif Hükmet Güner; ‘Hasan sen bir bak bakalım mecliste kaç kişi namaz kılıyor?’ diyor. O da gidiyor, meclisteki bir temizlikçiye; ‘Mecliste namaz kılan var mı?’ diye soruyor. Adam; ‘İki milletvekili gelip benim tahtada namazını kılıyor’ diyor. Bu milletvekillerinden biri Süleyman Arif Emre, diğeri Fehmi Cumalioğlu… Fehmi Cumalioğlu İslam ilmihali yazmış bir zattır. Biz onu Çekirdek Yayınları’ndan teberrüken yayınladık. Bu namaz kılan milletvekilleri bir evde bir araya geliyorlar. Yeni bir parti kurulması yönünde istişare ediyorlar. İlk olarak genel başkanlık teklifini Ali Fuat Başgil’e götürüyorlar. Ali Fuat Başgil, ‘Ben doğru bir isim değilim’ diyerek kabul etmiyor.”
Daha sonraki süreçte ise yine Dilipak’ın anlattığına göre bu isimler Mehmet Zahit Kotku Efendi’ye müracaat ediyorlar. O ise; “Necmettin Bey’le görüşün” diyerek Necmettin Erbakan’ı işaret ediyor. Onunla görüşüyorlar. Fakat o ilk olarak Odalar Birliğinde etkili olmayı düşünüyor. İlerki yıllarda ise parti kuruluyor.
Kozmik belgeleri imha etmiş
12 Eylül darbesi esnasında Erbakan ile yakın mesai yapan Dilipak, o günlerle ilgili de polisiye romanlara konu olabilecek şu olayı anlatıyor: “12 Eylül darbesinden bir gün öncesinden Erbakan darbe olacağını biliyordu. Bana; ‘Yarın sabah erken gel’ dedi. Partinin mal varlığının bir kısmı benim üzerimeydi, kozmik arşivin de bir kısmı bendeydi. Partinin alt katındaki Milli Haber Ajansı’nın genel müdürüydüm ben. Hoca ‘Erken gel’ dediği için sabah namazından sonra kalkıp partiye gitmek için plan yaptım. Darbe olmuştu ve benim aranacağım kesindi. Sabah erkenden kalktım ama eşimi ve küçük çocuğumu birisinin evine bırakmam gerekiyordu. O gün apartmanda bir kişi hariç kimse eşimi ve çocuğumu evine kabul etmedi. Açıyorlar kapıyı; ‘Kusura bakma’ diyorlar, pat kapatıyorlar. Abdullah Yağlı diye Vanlı bir arkadaş bana evinin kapısını açtı.
Hanımı oraya bıraktıktan sonra bu arkadaşla birlikte sabahın erken saatinde arabayla parti binasına gittik. Oradaki belgeleri mutlaka kurtarmam gerekiyordu. Yolda giderken sekiz yerde askeri barikat vardı. Boş bir sayfa kağıdın üzerine gazeteci kimlik kartımı koydum ve bunu da arabanın camından dışarı uzattım. Barikatlarda durmadan, son sürat barikatları aştık. Eğer dursak yakalanacağız ve bu iş bitecek. Barikatlardaki genç askerler, onu özel bir izin belgesi zannettiler. Sabahın erken saatinde partiye gittik ve bütün belgeleri imha ettik. İşimiz bittikten sonra, askerler geldi baktı. ‘Efendim burası bir haber ajansı, biz gece evlerimize gitmedik, bize bir açıklama yapar mısınız’ falan dedik. ‘Biz basınla görüşemeyiz’ dediler, üst kata çıktılar. Sonra partiye topuzlu bir mühür yaptılar. Bizim çocuklar girecekleri zaman o topuzlu mührü çevirip açıyorlardı, sonra tekrar kapatıyorlardı.”
Askerden kaçarken askerdeymiş
Darbeden sonra asker tarafından aranan Abdurrahman Dilipak, bu ilginç aranma macerasını ise şöyle anlattı: “Darbeden sonra arandığımı bildiğim için her gün bir evde yatıyordum ve yakalanmaktan da korkuyordum. Tanıdık olan Albay Kenan Avşar’ı buldum; ‘Paşam beni yakarlarsalar ne yaparım, işkence yapıyorlar’ dedim. ‘Haklısın, seni askere alalım, askere alırsak bulamazlar’ dedi. Askere alma süresi on beş gün geçmişti biz Askere Alma Dairesi’ne gittiğimizde. Kenan Avşar, ‘Bu benim yeğenimdir’ dedi. ‘Avrupa’dan askerlik için izin almış, gelmiş’ dedi. On beş gün sonra kısa dönem er olarak askere gittim. Onlar beni orada bulamazdı ama bir kişi ihbar ederse halim o zaman kötü olurdu. Öyle bir şey olmadı. Sonra bir raporla GATA’ya yattım. Kızılay’da aranırken ben GATA’daydım.”
Aydın Başar haber verdi