Bizim evimiz bir apartmanın altıncı katında. Her gün yüzlerce basamak çıkıp birkaç yılda menisküse yakalanmayalım diye binaya asansör koymuşlar, onunla inip çıkıyoruz, hoş oluyor.

İki-üç ay kadar var, bir sabah tam evden çıkacakken kapıyı açtığım gibi “miyuav” sesini duyup irkilmem bir olmuştu. Kar beyaz tüylü ve yemyeşil gözlü bir kedi tam kapının önünde bekliyor, sanki randevuyla gelmiş gibi kendinden emin bir tavırla yüzüme bakıp sürekli miyavlıyordu. Ne oluyor ne bitiyor diye konuşmaya fırsat bulamadan kedi “miyuav” seslerini bir bağırtıya dönüştürdü; apartman inliyor.

Baktım olacak gibi değil. Söylemesi ayıp, evde benim büyük bir zulam vardır, gidip bir konserve açtım ve alüminyum tabağa doldurup kedinin önüne koydum. Yüzümü kısa bir kesip ‘geç kaldın’ der gibi baktı, önündeki tabaktan doyana kadar yedi ve selam vermeden merdivenlerden pıtı pıtı inip gözden kayboldu.

Giyeceğim zaman fark ettim ki zavallı ayakkabım yamyassı olmuş, demek ki kedi bütün gece üzerinde uyumuştu. Ayakkabının hemen tabak gibi olmasının sebebi kullanılmaktan iyice dikişlerinin kopmaya başlaması ve şeklini kaybetmesiydi. Yine de giyip yoluma gittim.

Ertesi sabah kedi yine kapıdaydı. Bu sefer acele etmeden miyavladı ve beni görünce şöyle bir gerindi. Ayakkabı besbelli hoşuna gitmişti, bedava yatak. Yine yemeğini yedi paşa hazretleri ve konağından ayrıldı. Sonraki gece yine geldi.

O kedi yaklaşık üç aydır her gece kapımızda uyuyor. Efendi hazretlerinin geceden yemeğini önüne bırakıyoruz ve bazen sabah bizden de erken kalkıp yola düşmüş oluyor. Benim eski ayakkabımın yeni görev yeri de kendilerinin yataklığı. Kullandığımız ayakkabılarımıza yatamasın diye duvara dik dayayıp bırakıyoruz, zaten o hangi ayakkabıya yatacağını biliyor, gelip sessizce yatar. İyi günündeyse boynunu okşamamıza izin verir ve yüz vermeden işine gücüne gider.

Elli yazılık bir tarihi çeşmeler külliyatı

Kediyi şimdi boş verelim; benim zaten kedi yatmasa yakın zamanda emekliye ayrılması mecburî olan o ayakkabılarım nerede eskidi biliyor musunuz? Onlarla İstanbul’un dört bir yanını dolaştık ve tarihî çeşmelerin güncel durumlarının bir listesini oluşturmaktayız. Patikaları, sahilleri, asfaltları ve dar sokakları arşınladık. Şimdi elimizde elli yazılık bir külliyat(çık) var, içinde İstanbul’un her yerinden esinti bulabilirsiniz. İşte ayakkabılarım böyle eskidiler. Ama itiraf edeyim ki ayakkabı eskitmek için daha iyi bir sebebim de yoktu.

İlgili okurlar geçmişte biraz oyalanadursun, biz ellinci yazıda bazı küçük çeşmeleri konuk edeceğiz.

Küçük çeşmeler. Küçükler ama büyük çeşmelerle hemen hiç farkları yok. Hele sahiplerinin onları inşa etme maksadı açısından hiç yok: Çok büyük bir meydan çeşmesinin banisi de küçük bir avlu çeşmesinin sahibi de mezarında sevabını tıkır tıkır alıyor. Küçük çeşmelerin şirinlikte bir tık ileri oldukları söylenirse belki işler kızışabilir de.

Her ne kadar bütün İstanbul çeşmeleri musluklarının akmaması yüzünden görünürlüklerini büyük oranda kaybetmişlerse de küçük çeşmeler ebatları sebebiyle daha bir gariban durumdadırlar. Ancak bu onları görmezden gelmemizle ilgili bir mazerete elbette kapı aralayamaz, onlar dahi bizimdir ve çok kıymetlidirler.

Topkapı Sarayı’ndaki çeşmeler

Topkapı Sarayı’ndakilerden başlayıp daha sonra şehrin birkaç farklı semtine uğramak suretiyle on beş çeşmeyi ziyaret edeceğiz.

(İstanbul’un kalbi durumundaki bu müzeyi dolaşırken kenara köşeye atılmış çok sayıda çeşme nişi görebiliriz ancak yerinde bırakılmışlara ya da hâlâ bir duvara dayalı duranlara rastlamak da kabildir. Topkapı Sarayı dâhilinde bulunan çeşmelerin bir müzenin sınırları içinde olmaları mazeretiyle sularının akıtılamayacağı ileri sürülebilirse bu bizi enteresan bir noktaya getirir: Öyleyse tarihî çeşmeler bizatihi tarihî çeşme olduklarından mı yoksa müze içinde bulunduklarından dolayı mı değerli görülmektedirler? Bu bakış açısı çeşmelerin birer vakfedeni olduğu, zaten yapılış amacının bu vakfiyeden ibaret bulunduğu gerçeğini tamamıyla göz ardı eder. Eseri bize bırakana büyük bir saygısızlığın yanı sıra kendi içinde de tutarsız bir tavır olduğu söylenebilir.)

Bab-ı Hümayun ile Babüsselam arasındaki birinci avluda görebileceğimiz bu ilk çeşme ‘zerendud’ diye tabir edilen ve hat sanatında da sıkça rastlanabilecek kelimeyle anlatılan bir süsleme rengine sahip. Olanca güzelliğine ve lâle motiflerinin albenisine karşın musluğunun sökük manzarası ne çirkin bir kusur olarak göze çarpmaktadır ki olmasaydı dibindeki mor sümbüller daha gürbüz ve canlı açarlardı kim bilir.(1)

1.
2.
3.
4.
5.
6.

“Küçük, zarif çıkıntılar şeklinde su yalakları bulunan, bir duvara yerleştirilmek üzere yekpare mermerden çok ince bir işçilikle oyularak yapılmış çeşme aynası” (Kubbealtı Lügati) anlamına gelen ‘selsebil’ kelimesi tam da böyle bir şeyi ifade eder: (2). Ancak bu onun süs için yapılmaktan ibaret olduğunu da gösteriyor değil; maalesef musluğundan ayrı düşmüş bir çeşme de budur.

Yukarıdan ikinci oval boşluğun hemen altındaki küçük delik de büyük ihtimalle suyu hemen altındaki mermer tabaklara çarpa çarpa hoş şırıltılar çıkararak aşağı indiren bir vazife görmekteydi. Suyunun kesilmesiyle birlikte bu ikinci kaynak da alttaki musluk boşluğunda görüldüğü gibi işsiz bırakılmış.

Aynı duvarın devamında, diğer iki çeşmenin hizasında üçüncü bir tane var ama bu kez kimin hatırası olduğunu alnından bilebiliyoruz: En yukarıdaki Sultan II. Abdülhamid tuğrası, şehrin başka birçok yerinde çeşme hatırası bırakmış ulu hakanın yadigârlarından biridir ve kitabesinden anlaşıldığına göre eskiyen çeşme sultan tarafından tamir ettirilmiştir.(3)

Kitabe h. 1307’de talik hattının üstadı Mısrîzade Ali Rıza Efendi tarafından yazılmış: “El-gazi es-sultan Abdülhamid Han-ı Sani efendimiz hazretlerinin müceddeden bina ve inşa buyurdukları Hamidiye çeşmesidir.”

Babüssaade önünde, Divan-ı Hümayun odası yanındaki bu şirin kuyu da su temini için önemli bir ihtiyacı görüyordu olsa gerek (4). Yanından geçerken etrafı birdenbire güzelleştiren bir özelliği var, Eğrikapı’daki meslektaşının yaptığı gibi.

Hırka-i Saadet dairesinin önünde, küp biçimindeki çeşmenin ise yanında duran (Marmara Soroptımist Kulübü’nün 2006 tarihli imzasını taşıyan) künyesinde yazdığına göre bir hikâyesi var: Def-i Gam Hatun (cariye isimleri İstanbul tarihiyle ilgili enfes ayrıntılardan biridir, şekil a’da olduğu gibi) Topkapı Sarayı hareminde yaşayan bir cariyedir. Padişahın banyosunu temizlemekle görevlendirildiği bir gün haremden padişahı seyrederken âşık oluveriyor ve ayna üzerine sabun ile şu satırları bırakıyor:

-Padişahım, sizi seven neylesin?

+Kendini beyan eylesin.

-Ya korkuyorsa neylesin?

+Korkmasın, kendini beyan eylesin.

Ve bir gün bu yazılardan cesaret alarak padişahın karşısına çıkmaya cüret ediyorsa da o anda heyecandan düşüp bayılıyor. Padişah da bu hadise üzerine sarayın bahçesindeki bu noktaya Def-i Gam Hatun hatırasına h. 1226/m. 1811 yılında (Sultan II. Mahmud) çeşme yaptırıyor.(5)

İki satırlık kitabede ‘sahibu’l-hayrat’ olarak zikredilen ve hakkında ‘merhume’ denen kethüda Def-i Gam Hatun’un bu hikâyesi, tırnak içinde geçen iki kelimenin de şüphelendirebileceği üzere belki doğru değildir. Ancak bundan emin olamayız. Dahası, böyle tahkiyeleri dışarıda tuttuğumuzda bir eseri seyretmek oldukça kuru bir şeye dönüşür ve gerçekliğinden şüphe duyma lüksünü deneyebileceğimiz o hikâyenin yokluğu -ki varlığı tahripkâr değildir- bizi Osmanlı hakkında nice gerçeğe erişmekten alıkoyabilir.

Öyleyse Def-i Gam Hatun ki padişaha ilan-ı aşk etmiştir, çeşmesinin musluğu iade edilerek yaşatılmalı ve böylece hayır sahibinin mezardaki rahatı devam etmelidir.

Topkapı Sarayı’nda koridorların ve avluların sakladığı bir güzelliği daha (6) görerek birkaçı da restorasyon altında olan saray ufaklıklarına artık veda edelim. Bariz şekilde son dönem süslemeleri taşıyan bu eser yukarıda ve yanlarda perde motifleri olan, son devir çeşmelerinin bir özelliği olan sahne mizansenini kullanıyor. Zaten çeşme diye kullanmaya kıyılmayacak kadar özenilmiş.

Hayır yapmanın herkesin merak ve hobi alanı oluşu

7.
8.
9.
10.
11.
12.

Sarayın dışında, birinci avluda bulunan Darphane-i Amire binasının dış duvarındaki bir küçük çeşmeyi daha göreceksek de bunun dört satır hâlinde pek ince yazılmış kitabesini okuyamadık (7). Ancak tuğranın Sultan III. Selim’e ait olduğunu tespit edebiliriz. Yani nihayetinde bir padişah hatırasıyla karşı karşıyayız; akantüs başlığı kenarlarından sarkan iki gül, püsküllü süslemeler ve iki dolu üzüm salkımı taşıyan bir padişah hatırası. Suyunun akmaması ise şehrin birçok çeşmesinde olduğu gibi ayıp babından göze batıyor.

Ayasofya kenarındaki II. Selim, III. Murad, III. Mehmed ve birçok şehzadenin mezarının bulunduğu türbeler haziresinde, duvar dibindeki birkaç gözlü çeşme gözden kaçmasın (8). Tabii ki bir zamanlar çeşmeymiş ancak şimdi yalnızca mermerden dikdörtgen kutu olarak yer işgal ediyor…

Çemberlitaş’ta iş hanları, cami, çeşme ve medrese gibi uzuvları olan büyük bir külliye inşa ettiren, 16. asrın parlak devlet adamı Köprülü Mehmed Paşa’nın şimdi Kubbealtı Vakfı tarafından kullanılan medrese binası içinde tarihsiz bir kutu çeşme bulunuyor. Tarihsiz olduğundan hangi padişahın görevinde bulunduğunu değil ama görevini tespit edebiliriz: Mehmed Emin Ağa, sultanın silahlarından sorumlu memuru, yani silahtar-ı hazret-i şehriyarîydi.

Onun ruhu için vakfolunmuş bu şirin çeşmenin suyu akıyor ve gelen geçen serinlemek için yanında durakladıkça kabrinde Mehmed Ağa da çil çil sevapları saymaya devam ediyor. Bereket versin.(9)

Bir başka şirinlik de Emirgân’daki Hamid-i Evvel Camii avlusunda, şadırvanın hemen önündedir. Bu dururken şadırvandan abdest alınır mı hiç demeyin, çünkü birkaç satır sonra ters köşe olabilirsiniz. Adından da anlaşılabileceği üzere Sultan I. Abdülhamid tarafından inşa ettirilen caminin avlusundaki bu çeşme ondan 120 yıl kadar sonra, Sultan II. Abdülhamid devrinde yapılmış.(10)

Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın eşi Mümtaz Kadın Efendi’nin kalfalarından Renkgül Hanım’ın (ismin letafetine tav olanlar beri gelsin) vakfı olduğu yazılı bu birkaç gözlü çeşme bize Osmanlı hakkında konuşulacak pek çok malzeme veren meşhur bir cepheyi açmaktadır: Hayır yapmanın herkesin merak ve hobi alanı oluşu. Osmanlı’nın kurduğu medeniyet hakikaten bir zirveydi ve devasa bir imecenin mahsulüydü.

Renkgül Hanım’ın çeşmesini şadırvana erkenden tercih edenlerin yaşayacakları sukut-ı hayali önceden görmüş ve uyarmış, daha müthişi var diye ima etmiştik. Sabredip bekleyenler şadırvan duvarının ilerisinde, köşedeki bu dehşetli narinlikteki çeşmeyle tanışabilirler: (11)

Camiyi yaptıran hanedan ailesine ait olmadığını tahmin edebileceğimiz eser, yaptıranının karıncaezmez hâletini de düşündüren kitabesiz ve tarihsiz bir güzellik, bir mermer güzelliği. İnsanın gidip sarılası geliyor, gülleri sanki gerçekten kokuyor. Maalesef vazonun orta yerinde ufak bir kırığı olan ama iyi ki pek belli etmeyen, enafis-i asardan bu zenginlik ecdadımızın ‘yaptığınız işi en güzel şekilde yapın’ buyruğunu uyguladığı çok sayıda hatırasından sadece biri.

Kutu çeşmelerden biri de Fatih Camii’nde imam odasının çaprazında, hanımlar için ayrılmış bölümün önündedir. Bu da banisi için yüz güldürecek şekilde görevine devam etmekte ve nice duaya kapı aralamaktadır.(12)

İstanbul’a tarihinde en çok hizmet etmiş isimler

13.
14.
15.

İstanbul çeşmeleri dolaşılacaksa yamacına sıklıkla uğranacak isimlerden olduğunu anlayabileceğimiz ve İstanbul’a tarihinde en çok hizmet etmiş isimler arasında kolaylıkla yerini bulabilecek Hacı Beşir Ağa’nın 1744 tarihinde yaptırdığı cami, kütüphane, sebil, tekke, sıbyan mektebi ve medreseli külliyesine (çünkü çeşmeyle hızını alamamıştır) daha önce uğramıştık. Ancak caminin içinde meğer küçük bir çeşme daha varmış. Avluda, giriş kapısının önünde: (13)

Başka bir tane daha, Üsküdar’dan: İlk yerinin burası olmadığı tahmin edilebilecek portatif bir çeşmeyi Mihrimah Sultan Camii haziresinde görebiliriz: (14)

Özensizce yazılmış yazısının ne yazık ki çoğu yeri zaman içinde tahribe uğramış ve elimizde yalnızca Hacı Ragıp Ağa’nın hayratı olduğu bilgisi kalmış. Şimdilerde atıl durumda ve gözden uzak bırakıldığı köşesinde ilgi bekliyor.

Böyle bir başka çeşme de Yeni Valide Camii şadırvanının yanındadır ve diğer bütün çeşmeler gibi ciddiye alınması gereken bir vakıf eseridir. H. 1282/m. 1865 tarihini taşıyan kapağının köşe bölümünde yazdığına göre Duhancı Mehmed Ağa’nın bir hatırası olan bu eserin muslukları cüretle söküldükten sonra izleri de örtülmüş.(15)

Duhancı Mehmed Ağa ismini okuduktan sonra elini çenesine götüren okurlar olursa kendilerine yardım edebiliriz: Küçük Çamlıca’da hazretin adını taşıyan sokağın dibinde başka bir çeşmeyi ziyaret etmiştik. ‘Hayır ve hasenat sahibi’ olarak zikredilen bu zatın ismi belki yeni hikâyelere ve maceralara gebedir, bilinmez. Söz konusu İstanbul ise her isim için böyle bir ihtimali göz önünde tutmalı ve her an yeni rotalara hazır olmalıyız.

 

Sadullah Yıldız