Türk kültür ve sanat hayatına katkı sağlamış birçok zevat-ı kîramın hayatlarını irdelediğimiz vakit, birçoğunun ehl-i tarik olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Çok uzaklara gitmeyip yakın tarihimize bir göz attığımızda ortaya çıkan tablo bu iddiamızı doğrular vaziyettedir. Mesela Süheyl Ünver’in, Türk kültürüne, özellikle ince sanatlara yaptığı katkı kitaplara sığmaz. Kendisi Şabanî dervişidir. Ahmed Tahir Efendi Hazretleri’nin halifesidir. Ekrem Hakkı Ayverdi Bey'in mimari alanında yaptığı katkılar ciltler dolusu kitap alır. Rifâî dervişidir. Son dönemin çok önemli bir bestekârı, bugün Türk musikisinde bir numarası olarak gösterilen Alâeddin Yavaşça’nın hocası Zeki Arif Ataergin, Halveti Nasuhi halifesidir. Üsküdar’daki Nasuhi Dergahı son şeyhi Kerâmettin Efendi Hazretleri’nin halifesidir. Enfî Hasan Ağa, bizzat Muhammed Nasuhi Hazretleri’nin halifesidir. Dede Efendiler, Zekai Dedeleri falan saymıyoruz… Türk musikisinde en çok eser vermiş bestekâr Ali Şiru Gani Dede, Şehremin’deki Gülşenî Tekkesi şeyhidir. Yahya Kemal Bey’in hocası Üsküp Rifâi Dergahı şeyhidir. Hacı Arif Bey'in bir tarikata mensup olduğu hakkında bilgimiz yok ama hocası Eyyubi Mehmet Bey, Otakçılar Halvetî Dergahı zâkirbaşısıdır.

Görüldüğü gibi sanatkârlarımızın, âlimlerimizin kısm-ı küllisi ya bizzat tasavvuf terbiyesi görmüştür ya da tasavvuf terbiyesi görenden görmüştür. Bu değerli zevat-ı kiramdan biri de Türkiye’nin ilk atom mühendisi olan Ahmed Yüksel Özemre Beyefendidir. Türkiye’nin ilk atom mühendisi olmak vasfıyla, bilim sahasındaki yerini ispatlamış olan Ahmed Yüksel Özemre, anı-hatıra sahasında kaleme aldığı eserlerle de edebi yönünü ortaya koymuş bir zâttır. Tüm bunlardan maada Ahmed Yüksel Özemre, tasavvuf üzerine kaleme aldığı eserleriyle de ciddi bir boşluğu doldurmuştur. Malumunuz Ahmed Yüksel Özemre Halveti- Uşşakî dervişidir.

Bilim adamı yönüyle, ilim sahasındaki değerli çalışmalarıyla ve anı tarzında kalem aldığı eserleriyle pek çok kişi tarafından saygıyla anılan ve gelecek kuşaklara örnek bir şahsiyet olarak aktarılan Ahmed Yüksel Özemre’nin sohbetine nail olmuş, onunla istişarede bulunmuş, soru – cevap karşılığında ondan birçok mevzuda istifade etmiş olan Abdullah Akın ile gerçekleştirdiğimiz röportajı dikkatlerinize sunuyoruz.

Efendim evvela tanış olmaktan başlayalım arzu ederseniz. Ahmed Yüksel Özemre Hoca’nın kendisi ile nasıl tanıştınız? Bu minvalde bizlere Ahmed Yüksel Özemre’nin genel bir portresini çizer misiniz?

Bendeniz Ahmed Yüksel Özemre Hoca ile ruberu 2004 senesinde tanışma imkanı buldum. Elbette o zamana kadar kitaplarından naşi hazreti tanıyor idim. Hayrullah Taceddin Yalım hakkında malumat almak maksadıyla kendisini rahatsız ettim ilk kez. Bir sene sonra da aşure takdimi vesilesi ile kendisiyle mülaki olduk ve irtihaline kadar zaman zaman görüşme imkanına vasıl olduk.

Ahmed Yüksel Özemre, her şeyden önce o kitaplarda okuduğumuz, numunelerine az rastlanır bir İstanbul beyefendisi portresinin müşahhas bir numunesiydi. Bunun yanında, ideal ilim adamı kimliğinin yanında, sırlı tasavvuf cihetine de mülaki olduk. Hülasa zülcenaheyn bir zât-ı âlî-kadir idi. Gönlü geniş, ancak düsturlarından da ödün vermeyen bir kimlik olarak kazınmış zihnime. Mesela, kendisini ziyarete gittiğimizde, vaktin durumuna göre “evladım, iki saat vaktimiz var” diye kibarca baştan ikaz eder, bu iki saatin ikmaline yaklaşınca da yine nazikâne bir tavırla süremizin bittiğini ima ederdi.

Efendim (varsa) kendisiyle olan birkaç anınızı bizlerle paylaşır mısınız?

“Eli boş gidilmez gidilen yere” düsturuyla, kendisini ziyarete gittiğimizde yiyecek, kolonya, çiçek vesaire olurdu elimizde. Her seferinde tatlı sert bir surette “Evladım, buraya eliniz boş, gönlünüz dolu gelin” derdi. Zamanla bu neredeyse itiyadımız olmuştu. O da her seferinde aynı tatlı-sert üslubuyla ikazdan da geri kalmazdı. Bir seferinde edepsizlik edip “eli boş gidilmezmiş gidilen yere efendim” dediğimizde, latif bir şekilde, “siz bir yerden bir yere gitmiyorsunuz, bizden bizi ziyaret ediyorsunuz” diyerek gönül almıştı.

Yine arz ettiğim vechile, evvelen vakti ikaz ederdi. Bir seferinde, evvelden randevu almadan dayandım kapısına. Zannederim Muharrem ayı idi. Öğle namazını Yeni Valide Camii'nde kılmış, orada aklıma düşüvermişti. Kapıyı çaldım, bekliyormuşçasına açtı, buyur etti. Devlethanesinde yalnızdı o gün. Mah-ı muharrem vesilesi ile tatlı bir Ehl-i Beyt-i Mustafa muhabbeti açtı. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. İkindi ezanı geçti. Kerahat vakti yaklaşırken “Sohbete kapılıp ikindi namazını güme getirmeyelim” deyiverdi. Vaktin nasıl geçtiğini doğrusu anlamamıştım.

Efendim Ahmed Yüksel Özemre’nin birbirinden değerli kitapları var. Hoca’nın bu kitapları içinde en çok sevdiğiniz hangisidir?

Hazreti evvelen “Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı” adlı maruf hâtıratı vesilesi ile tanımıştım zaten. Özellikle hâtırât sahasında müthiş bir kalemi vardı. Bu bâbda tüm hâtırâta matuf eserlerini ziyade severim. Lakin özellikle “ne kadarı yaşanmış, ne kadarı muhayyile, orası bana kalsın” dediği “Gel de Çık İşin İçinden” adlı kitabının nezdimde ayrı bir yeri vardır.

Ahmed Yüksel Özemre Beyefendi haberdar olduğumuz kadarıyla Türkiye’nin ilk atom mühendisidir. Yaşamı boyunca yapmış olduğu bilimsel çalışmalar göz önüne alındığında öyle görünüyor ki Ahmed Yüksel Özemre’nin bilim sahasındaki ilerlemesiyle, maneviyattaki ilerlemesi adeta at başı gitmiş. Onu tanıyan biri olarak bu macerasından bizlere neler aktarırsınız?

Bazı yerlerde sık sık ellerinde imza listeleri ile karşımıza çıkan nükleer enerji karşıtlarına, “ben nükleer enerjiye karşı değilim” diye cevap veririm. Elbette ilk refleks nükleer enerjinin zararları üzerine ezber bilgilerdir. Bendenizin destek dayanağı ise Ahmed Yüksel Özemre’nin “50 Soruda Türkiye'nin Nükleer Enerji Sorunu” adlı risalesi olmuştur. Herhalde bu hususta bir “rasyonel otorite” mevzuu olursa, o mevki Ahmed Yüksel Özemre’nin. Hazret, ilim sahasında doğru bildiklerinden şaşmayan, inandıklarının daima arkasında duran biriydi. Kendi doğrularında daima “sabit-kadem” olmuştur ki, böyle bir duruş da zaten maneviyatın olmazsa olmazlarındandır. Ama bunun yanında Ahmed Yüksel Özemre Hazretleri, imanî ve irfanî hakikatlerin, bazı fen bilimlerince zorlama bir şekilde izahına şiddetle karşıydı. Zahiri ve batınî ilimleri marecelbahreyn olarak telakki eder, ancak arada bir idrak hattı olduğunu ve bu iki sahanın birbirine karışmadığının üstünde dururdu. Sık sık tekrarladığı sözlerden biri de şuydu: “Evladım, Kur'an-ı Kerim bir fizik-kimya kitabı değildir. O beşeri insan kılmaya matuf bir rehberdir”.

Ahmed Yüksel Özemre gerek akademi alanında yaptığı çalışmalar gerekse de tasavvuf alanında kaleme aldığı eserleriyle insanlığa ciddi katkılar sunmuş bir isim. Lakin biliyoruz ki Türkiye’de din-i celil-i İslam üzere sabit kadem olmaya gayret eden isimler, bir şekilde, birileri tarafından karalanmaya çalışılır. Hele ki bu isimler, bilim sahasında önemli işler yapıyorlarsa… Çernobil faciasından sonra Ahmed Yüksel Özemre için böyle bir karalama başlatıldı desek doğru bir kelam etmiş olur muyuz? Bu süreçte Özemre Hoca’nın tutumu nasıldı?

Ne yazık ki, hazret hakkında da, Çernobil kazası sonrası demeçlerinden ötürü oldukça ağır ithamları haiz bir karalama kampanyası oldu ve bu sadece 80’lerle sınırlı kalmadı. Her Çernobil konusu açıldığında mutlaka Hazret’e dolaylı ya da doğrudan ithamlarda bulunuldu. Arzettiğim gibi, müsbet ilimlerde Ahmed Yüksel Özemre şaşmaz bir şekilde ilmî verileri ortaya koyarak tespit ve teşhisini yapardı. Sohbetlerimizde pek bu sahaya girmedik. Zira tevafuk odur ki, ilk mülakatlarımızın başında bize hediye ettiği iki kitabı, “50 Soruda Türkiye'nin Nükleer Enerji Sorunu” ve “Muhabbet ve Mücadelel Mektupları” olmuştu. Bu eserleri, hazretin ilgili süreçteki duruşuna yazılı birer vesikadır zaten.

Kendisinin, bilhassa tasavvufi hayat göz önüne alındığında, ısrarla vurguladığı konular nelerdi? İslam’la ilgili hangi tuzaklara dikkat çekerdi?

Öncelikle, Hazret tasavvufî cihetini mümkün mertebe sırlamayı itiyad edinmişti. Fakir, biraz dedektif-meşreb olduğumdan, Ganiyy-i Muhtefî mahlasıyla yazılmış “Nefesler” adlı bir manzum eserin, Ahmed Yüksel Özemre’nin kitaplarındaki verilerle kendisinin olduğuna kani olup, ilk mülakatlarımızdan birinde hazrete söylemiştim. Kendisi, “O zat gizli kalmayı murad etmiş ki, muhtefi mahlasıyla söylemiş. Tanınmayı murad etse kendi adıyla yazardı” diyerek geçiştirmişti mevzuyu. Ama biz Ganiyy-i Muhtefî’nin hazret olduğuna mutmain olmuştuk elbet. Hâliyle, fırsat buldukça sohbetlerimiz, Ganiyy-i Muhtefî’nin “Tevhid Risalesi” (Halifelerinden Necmettin Şahinler hazırlamıştı) ekseninde olurdu hep. Anlattıkları da bu minval üzere şekillenirdi.

Israrla üzerinde durduğu bir tabir vardı: “Zinde olmak”. Bundan kastı, seyr-i süluk gören bir kişinin her hâlukârda eşyaya hakikat nazarıyla bakması, her eşyada tecellî-i zâtı tefekkür ve temaşadan hâli olmamasıydı. Bu hâl üzere zinde olmanın, tevhidî bir gereklilik olduğunu söylerdi. Bunun yanında, elbette İslam âleminin içinde bulunduğu muzayaka-i hâl’den rahatsızdı ve bunun yegâne sebebinin tefrikalar olduğunu, ancak Muhammedî bir tevhîd şuuru ile İslam üzerine oynanan oyunların tersyüz edilebileceği kanaatindeydi. Özellikle siyaseti sevmez, tevhid-i İslam'ın siyaset üstü bir düstur olduğunun üzerinde dururdu.

Ahmed Yüksel Özemre Hoca’nın ehl-i tarikten yakın olduğu kişilerle ihtilafa düştüğü konular var mıydı?

Âşık Veysel’in bir kıtası vardır: “Kim okurdu kim yazardı / Bu düğümü kim çözerdi / Koyun kurt ile gezerdi / Fikir başka başk’olmasa”. Bu bağlamda elbette ki Hazretin kendine has fikirleri olduğu gibi, bazı ehl-i tarîk zevâtın fikir veya tavırlarına dair münekkid kelamları vardı. Mesela “hurde-i tarik” meselesi gibi. Yahut bir şeyhin çok sayıda dervişi olması gibi… Ancak bunları genelde üstü kapalı olarak dillendirir, pek fazla sohbet mevzuu yapmak istemezdi. Bazı fikirlerine min-gayr-i haddin muteriz olduğumuzda Nasreddin Hoca misali “Siz de haklısınız evladım.” der, geçiştirirdi.

Ahmed Yüksel Özemre Hoca, Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı isimli kitabında anlatıyordu, Gölpınarlı olan hadiseyi. Malum hadiseyi hatırlatıp, bu hadiseden sonra Yüksel Özemre’nin Gölpınarlı’ya karşı olan tutumu hakkında bilgi verir misiniz?

Alenen bu te bir sohbetimiz olmadı. Abdülbaki Gölpınarlı’nın ilim cihetini takdir etmekle beraber, melamet anlayışını pek sevmediğini ima eder bir kaç kelam etmişti ama biz üzerinde durmayıp o da açmamak heveskârı olduğundan öylece kaldı.

Ahmed Yüksel Özemre’nin Şule Yayınları’ndan çıkan ‘Vahye Göre Akıl’ kitabı malumunuzdur. Bu kitabın 132. sayfasında Özemre Hoca, “ümmetimin ihtilâfı rahmetir” sözünün asla Hz. Peygamber’e izâfe edilemeyeceğini söylüyor ve ardından “bozgunculuk yani fesad çıkarma da en azından iki cenah arasında bir ihtilâf doğurur. Tıpkı 4. Halîfe Hz. Ali’ye başkaldıran Muaviye’nin ve kezâ Hz. Ayşe ile Talha ve Zübeyr’in sebep oldukları fesadlarda olduğu gibi. Bu fesadlar binlerce Müslümanın kanının akmasına sebep olmuştur. Bunun neresi rahmetir?” diyor. Yüksel Özemre Hoca’nın Hz. Ali Efendimiz ile Hz. Aişe annemiz arasında yaşanan olaya bakışı bu şekilde. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu hususta Ahmed Yüksel Özemre’nin özel sohbetlerinde aktardığı başka bilgiler var mıdır?

Ahmed Yüksel Özemre’nin “hadis” anlayışında kendine has kriterleri vardı. Kendi kıstaslarınca Kur'an-ı Kerim’e uymadığı ve Ahlak-ı Muhammediye’ye mugayir olduğu hadisleri, rivayet zinciri ne kadar sağlam olursa olsun sahih olarak telakki etmezdi. Bir seferinde “Külliyat içerisinde bin kadar sahih hadis-i şerif tespit edip bunları kaydettim ve onlarla amel ediyorum” demişti. Hadisleri konumlandırmada kendine has kıstasları vardı. Aramızda geçen ciddi münakaşa konularından biri de “şakk-ı kamer” hadisesi babında olmuştu mesela. Hadis rivayetlerini, ilmî hakikatler çerçevesinde de telakki ederdi. Hazret’e bunun “mucize” kabilinden telakki edildiği takdirde fizikî realiteye uyması elzemiyetinin olmadığını söylemiştik. O bab’da da kendi doğrularından şaşmadığını söyleyebilirim.

Bahis buyurduğunuz veya benzeri hadis rivayetlerinde de aklî ve mantıkî uygunluğa büyük hassasiyet göstermek itiyadındaydı. Cemel vakası meselesini de kendi kriterleri çerçevesinde ela alır ve yorumlardı. Doğrusu biz de, dar vakitleri irfanî sohbete hasretmek kaygısıyla bu hususlarda fazlaca konuşmamayı tercih etmiştik.

Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı’nda, çocukluğundan başlayarak hayat macerasını anlatır. Bu macerada insanların en çok merak ettikleri şüphesiz Yüksel Özemre’nin şeyhinin kim olduğudur. Yüksel Özemre’nin şeyhi ve şeyhinin geldiği silsile hakkında bilgi verir misiniz?

Evvelce arzettiğim vechile, Hazret hakkında kitaplarından epeyi iz sürdüm. Devlethanesini ilk ziyaret ettiğimizde, baş köşede asılı üç resim vardı. “Sultanlarım” dediği bu zevat hakkında suallerimize “Onlar sırlı kalmayı tercih etmişlerdi, benim de onların bu sırlarını ifşam doğru değil” demişlerdi. Tabii fakir silsile-i aliyeye meraklı olduğumdan epeyi araştırarak, Hazretin tarîk-ı Uşşâkiyye üzere kendisine ulaşan silsileyi tespit edebilmiştim. Kendisi de artık âlem-i ervâhta sultanları ile hemdem olduğundan herhalde izahta bir mahzuru yoktur. Hâtıratında bahsettiği, ilk intisab ettiği şeyhi Rûhî Efendi denmekle maruf Ali Fuat Gönülere Efendi’dir. Özemre Hazretleri bu zattan 1954-1959 yılları arasında seyr-i süluk görmüş. Bu zatın irtihalinden sonra da Çelebi Sultan denmekle maruf Süleyman Fıstıkçıoğlu’ndan seyr-i sülukunu ekmal etmiş. Süleyman Efendi’nin irtihali 1994. Bu tarihten sonra da Özemre Hazretleri ihvanın terbiye ve süluku ile alakadar olmuş. Silsilesini de şöyle sıralayabiliriz: Süleyman Çelebi – Ali Fuat Efendi – Kazmi Sultan – Hüseyin Hüsnü Aziz- Ahmed Talib-i İrşadi. Ahmed Talib-i İrşadî Hazretleri de malumunuz Uşşakîye’nin İrşadîye kolunun atfedildiği zat. Yani silsile itibarıyla Halvetî-Uşşakîler.

Ahmed Yüksel Özemre Hoca, Üsküdar’ın Üç Sırlısı isimli kitabında üç veli şahsiyeti aktarıyor bizlere. Ancak Özemre Hoca’nın şeyhi başka bir zat-ı muhterem. O vakit bu üç veli şahsiyet Özemre’nin seyr-i sülukuna nasıl tesir etmiştir? Özel sohbetlerinde bu üç isimden kitapta yazanlardan farklı olarak ne şekilde bahsederdi?

Üsküdar’ın Üç Sırlısı: Nafiz Uncu Efendi, Eşref Ede Efendi ve Turgut Çulpan Efendi. Zannederim bu üç zat arasında en çok Eşref Dede’nin tesiri olmuş Özemre Hazretleri’nin üzerinde. “Hak'kın gizli Velî'si bir Hamzavî-Melâmî / Çocuk iken fakîre Sır'rıyla oldu hâmî” der Ganiyy-i Muhtefî mahlasıyla yazdığı bir nutkunda. Bildiğim kadarı ile, Özemre Hazretleri’nin süluk gördüğü Uşşakî silsilesinde, tavır olarak değil de yol olarak Melamilik mevzuu değil. Kanaatim, hazretin Uşşakî-Melâmî tavrındaki Melamiliğin menşei, Eşref Ede’dir. Ancak bunun bir silsile mi olduğu, yoksa bir meşreb olarak mı zuhur ettiği hususunda malumatım yok.

Nafiz Efendi, Nasuhi Dergâhı son şeyhi Kerameddin Efendi’ye mensup imiş. Onun da irtihal tarihi göz önünde bulundurulduğunda, Özemre Hazretleri’nin çocukluk ve gençlik devrelerinde nazarî feyzinden istifade ettiği düşünülebilir. Turgut Efendi ise Halvetî-Sinanîye’den müstefid olup, Özemre Hazretleri’nin mürşidinin de izniyle kendisine “sohbet şeyhi” olmuş. Turgut Çulpan Efendi’den her zaman sitayişle bahsederdi. Ama daha çok dilinde her zaman mürşidlerinin yanında düşürmediği isim Eşref Ede hazretleriydi.

Ahmed Yüksel Özemre hususunda insanların ekseriyetle merak ettikleri bir husus da, kendisinin şeyhlik yapıp yapmadığı mevzuu. Bu konuda bir bilginiz var mıdır? Eğer şeyhliği var ise kendisi terk-i dünya eyledikten sonra şeyhlik kime intikal etmiştir?

Kendisi “şeyh” tabirini sevmez ve kullanmazdı. Bir mürşid vasfıyla, şeyhi Süleyman Efendi’nin irtihalinden sonra ihvanın süluku ve terbiyesiyle meşgul olmuştu. Âlem-i cemâli teşrifinden sonra, bildiğim kadarıyla Necmettin Şahinler talebesi olarak ihvanı ile meşgul oluyor.

Özemre’nin Üsküdar’ından geri ne kaldı?

Bizim için eski fotoğraflar ve anılar kaldı. Hepsi bu.

Metin Erol, Abdullah Akın ile konuştu