Hollandalı filozof ve tarih profesörü Johan Huizinga’nın kaleminden çıkan Homo Ludens, Mehmet Ali Kılıçbay tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Ayrıntı Yayınları tarafından basılmıştır. Yazarımız kitabın ilk satırlarından başlayarak sonuna kadar ilgi çekici bir iddiada bulunmaktadır. İnsan önce oyun oynamıştır, kültür bu oyundan meydana gelmiştir. Yani henüz daha kültür yokken oyun vardı. Buna kanıt olarak hayvanların oyun oynama hallerine işaret eden Huizinga, kültürden önce oyunun olduğu savını güçlendirmektedir. İnsanın “Homo Sapiens” nitelemesini hak edecek kadar akıllı olmadığını, “Homo Faber” yani alet yapan demenin de anlamsız olduğunu kaydeden yazar üçüncü bir kavrama “Homo Ludens”e kapı aralamaktadır. Yazarın deyimiyle: “Her oyun bir anlam taşır. Eğer, oyuna bir öz yükleyen bu faal ilkeye zihin dersek aşırıya kaçmış oluruz; eğer ona içgüdü dersek hiçbir şey söylememiş oluruz. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın, oyunun bu ‘kasıtlı’ karakteri, bizatihi özünün içinde yer alan maddi olmayan bir unsurun varlığını açık etmektedir.” Oyunun içerisinde yer alan bu maddi olmayan unsur çağlar boyunca oyunun toplumsal işlevi üzerindeki tesirine işaret etmektedir.

Oyunun insan ruhunda yarattığı hava pek çok oluşumu beraberinde getirmiştir. Zira oyundaki bu havanın içinde yer alan yarışma ruhu, birinci olma isteği pek çok değer ve yargının üretimine dönüşmüştür. Ayinlerin yapılmasındaki oyunsal karakterden potlaca, hukuki olayların sporcu kimliğinden siyasi tartışmalara, şiirin oyun içerisinde yer alan bir unsur oluşundan sanatın oyunla ifadesine kadar pek çok noktada oyun gerçekliği gözler önüne serilmektedir.

Yunan sofistlerinin öğrencilerine adeta oyunsal bir karakterde öğrettiği bilmeceler ve söz oyunlarına Platon ve Aristo’nun getirmiş olduğu eleştirilerden bahseden Huizinga, onların da istemeseler de oyunsal karakterin unsurlarını kullandıklarının altını çizmektedir. Bununla birlikte oyunun boş zaman (schole) ve eğlence faktörleriyle işlendiği de kaydedilmektedir. Huizinga, Nietzsche’nin oyunsal karakterden fazlasıyla yararlandığının belirterek oyunların bilgelik yolundaki işlevselliğinin filozoflar nezdindeki katkılarını aktarmaktadır.  

Oyunun hayatın her sahasına süzülebilecek bir karaktere sahip olmasının yanında tarihsel süreç içerisinde XIX. yüzyıl itibariyle etkisinin azaldığını söyleyen yazarımızın vurguladıkları üzerinden düşünecek olursak bugün her ne kadar çok fazla dijital oyun oynasak da oyunun yapı taşlarına ne kadar sadık kaldığımız bir muammadır. Ama yine de uzun süre oyunlardan çık(a)mayan milyonlarca insanın varlığı oyunsal kimliğin varlığına işaret etmiyor mu? Neden oyunu bu kadar çok seviyoruz? Bu kitapta arkaik dönemden bu yana oyun kavramı üzerinden bir yanıtla karşılaşacaksınız. Bu karşılaşma bugünün oyunsallığını daha derin düşünmenize yol açacaktır.

Homo Ludens’te şu iki kavramın dâimi olarak bir zıtlık içerisinde yer aldığı vurgulanır: Oyun ve ciddiyet. Zira oyunun olduğu yerde büyük bir ciddiyet yoktur. Çocuksu olmaya içkin parıltılar vardır oyun karargâhında. Bu yüzden yazarımız günümüzde oyunun giderek ıssızlaştığını ve spor dallarının profesyonelleşmesi ile birlikte bu işin daha da ciddiye bindiğini ifade etmektedir. Kitabın son satırlarında: “Yüzyıllık oyun-ciddiyet dönüşümünün karşısında başı dönen kimse, mantığın ona sağlamayı reddettiği destek noktasını etikte bulur.” diyen yazarımızın söylediklerini düşündüğümüzde bugünün insanının bilimde, sanatta, siyasette, sporda ve kültürün açığa çıkmasında oyunsal karakteri nereye koyduğu, değişen toplumun kavram ve mantık dünyasını dayandırdığı yerin ikileme girdiğine şahit oluyoruz.

Yakuphan Güleç