İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi Doç. Zeynep Tarım Ertuğ, Çemberlitaş’ta Türk Ocağı’nda ‘Osmanlı Şehri Olarak İstanbul ve Özgün Kimlik’ başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Gönül borcunu ödemek için yıllar sonra ocağa geldiği için mutlu olduğunu söyleyen Zeynep Ertuğ; konuşmasında sırasıyla 1453’te fethedilen İstanbul’a Fatih Sultan Mehmet’in neler kattığını ve Osmanlı halkının kimliğinin, İstanbul’u fetih sonrası yavaş yavaş nasıl şekillendirdiğini anlatacağını belirtti.
İstanbul’un ilk şehir plancısı Matrakçı Nasuh
İstanbul’un Fatih’in şehri olmadan önce Constantin’in şehri olduğunu söyleyen Ertuğ, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u yeniden kurduğunu ve nasıl ki kendisi Doğu ve Batının ‘Fatih’i ise İstanbul’un da Doğu ve Batının başkenti olduğunu söyledi. Zeynep Ertuğ ardından şunları söyledi: “Fethedildiği zamanlarda nüfusu 30-40 bin civarı olan İstanbul’u fetih sırasında korur Fatih Sultan Mehmet ve 3 gün hakları olmasına rağmen askerlere yağmalatmaz. Söylenilenlere göre bu durumu kendi cebinden harcadıkları ile telafi eder.
İmparatorluk kurmaktır Fatih’in hayali; cihan şümûl devlettir arzusu. Bir metropolün ticaret, kültür, eğitim ve sanat faaliyetlerinden ayrı anılamayacağını biliyordu. Bu yüzden tahrip edilmiş sarayda kalmadı ve sarayı restore ettirdi. İstanbul’un üçüncü tepesine, Beyazıt meydanını işgal etmeden köşkleri ile yeni bir tesis inşa ettirdi. Bu sırada Ayasofya Camii, vakıflar ve günümüzde Kapalı Çarşı’ya dönüşecek olan bedesten de fasılalar ile yavaş yavaş inşa oluyordu. Fatih Külliyesi de yine aynı zamanlarda ilk haline yavaş yavaş kavuştu.
İstanbul hızla Osmanlı Türk şehrine dönüşürken, Fatih sanatkârlar eşliğinde tamir çalışmalarına çok önemli bir şehir tecrübesi birikimi ile girişiyordu. Sivas, Amasya, Kütahya gibi tecrübeler ile kurulan Edirne ve Bursa’nın ardından Merv, Belh, Herat gibi şehirlerde de bu tecrübe tamamen durulaşıp, İstanbul’u oluşturabilecek saflığa ulaşıyordu.”
Şekillenen şehirde amacın sadece yapı inşa etmek olduğunu söyleyen Ertuğ, göç vermiş olan İstanbul’a zamanla Rum vatandaşların da vergi alınmayacağı vaadi ile çağrıldığını söyledi. Ertuğ’a göre, Amasra, Yenifoça, Trabzon gibi yerlerden de nitelikli nüfus getirildi. Beyazıt dönemine kadar bu nüfus memleketlerine gidip geliyordu, o dönemden sonra İstanbul nüfusu kısmen sabitlendi. Zeynep Ertuğ ayrıca, o dönemde Fatih Külliyesi’nin ise 50 bin nüfuslu İstanbul için fevkalade bir yapı olduğunu ekledi. Zeynep Hanım’ın verdiği ilginç bir bilgi ise, Matrakçı Nasuh’un haritasının ilk İstanbul planı olarak anılabilir olması. Zira bu harita bazı detaylar da içeriyor; özellikle yapıların kaç katlı olduğu ve yapım türleri bu plandan detaylıca anlaşılabiliyor.
Saray şehrin ortasına inşa edilmezdi
Zeynep Ertuğ, söyleşide şu noktalara da değindi: “O dönem Tarihi Yarımada ‘Nefs-i İstanbul’ olarak anılıyor ve bunun dışında kalan alan suriçi olarak geçiyor. Suriçi bölgesi de 3 kasabadan oluşuyor: Yoğun külliye bölgesi Eyüp, vakıfları ile çoktan berhayat Üsküdar, gayrimüslîmlerin ve Avrupalı tüccârların mekânı Galata. Halil İnalcık’a göre o dönem kayıtlarına ulaşılmış: 16 bin haneden 10 bini Müslüman, 3 bini Rum ve bin beş yüzü ise Yahudi nüfusu oluşturmaktadır.
Bir şehrin ruhunu anlamak için, o şehirde yaşayan halkın ortak tecrübelerini tahlil etmek gerekir. Anadolu’dan gelen nüfusun yanı sıra Batı Asya’dan ve Balkanlardan da gelen tecrübe ve birikim İstanbul’u zaman içinde bulunduğu noktaya getirmiştir.
Batı Asya’nın Oğuz kökenli bölgesinden Maverahünnehir’e, oradan Filibe’ye kadar şehirler külliyeli ve ulu camilidir. İstanbul’un etkilendiği birikimler içinde bu bölgelerin birikimleri baskın olarak gözlemlenebilir. Fatih’in İstanbul’unda ilk cami Ayasofya’dır. Şehrin ortasında oluşu, törenlere uygunluğu ve ulaşılabilirliği onu ilk cami kılmıştır. Fakat restorasyonlar sonrası bedesten ve Fatih Külliyesi hazır olduktan sonra orası kullanılmaya başlanmıştır.
Zaten o sıralar Fatih Sultan Mehmet Edirne’de yaşıyor idi. Anadolu ve Rumeli arası sürekli seyahat halinde bulunan Fatih, Bursa ve Edirne tecrübelerini İstanbul’a taşıyarak 15. ve 17. yüzyıllar arası fevkaladenin fevkinde bir İstanbul inşa ediyor.”
Saray dediğimiz yapının Türk kültüründe şehrin ortasına inşa edilmediğini de aktaran Zeynep Ertuğ, İslamiyet öncesi yerleşim yerlerinde merkezde görülen yönetim biriminin, Batı Asya’dan gelen kültürün etkisi ile Osmanlı’da şehre kenardan hâkimiyet kurduğunu söyledi. Buna örnek olarak Fatih’in sarayı gösterilebilir zira o da zaten Bizans surlarına sırtını vermiştir. Ertuğ devamında şunları söyledi: “Saray yapıldıktan sonra 1470’de Fatih adamlarına şehrin bir yerini seçip imaretlerini yapmalarını buyurur. Has adlı büyük toprakların bu memurlara verilmesinin sebebi kendi çalışanlarını idare etmelerinin istenmesidir fakat daha da önemlisi, onlardan bolca hayır işlemelerinin de beklenmesidir.
Bir külliye genel itibari ile cami merkezli oluşunun yanı sıra bünyesinde ilkokul, hamam, tekke, misafirhane ve imare yani aşevi barındırır. Bazen de çok daha mütevazı külliyeler inşa edilir.”
Tabiata tahakküm etmeyi dilemek yerine onunla barış halinde olan bir deha
Buraya kadar Sultan Mehmet ve Bayezıd dönemlerinden bahseden Ertuğ, konuşmasına Sultan Selim ve Kanuni dönemlerinden bahsederek devam etti: “Sultan Selim döneminde civar yerlere, İran ve Edirne taraflarına seferlere çıkıldı. Kanuni döneminde de şehir Osmanlı Türk şehri olma konusunda bir adım daha ilerledi. 1557 yılında Süleymaniye’nin yapımı tamamlandıktan sonra, Atikali ve Çorlulu gibi camiler de yapılmış. Süleymaniye’ye göre daha çukurda kalan Fatih Camii’nin aksine tepeye yumuşak bir oturuş yapan Süleymaniye Camii’nde Mimar Sinan’ın hayret verici dehası ortaya çıkar. Aynı deha Şehzadebaşı ve Mihrimah Sultan’da da bizleri kendisine hayran bırakır.
Sinan dehası, tabiatla uyumlu, tabiata tahakküm etmeyi dilemek yerine onunla barış halinde olan bir dehadır ki Türk insanının şehre müdahalesi de aynı zihniyete sahiptir. İnsan zevki bilinmeden oluşturacağı şehri tahayyül etmek zordur. Sözgelimi kelebek gibi tepeye konan Süleymaniye anlaşılmadan, Karamemi gibi Muhibbi’nin şiirine nakış nakış tezhip işleyeni anlamadan, Şeyh Hamdullah’ın Beyazid dönemi ile yazdıkları anlaşılmadan, Karahisari’nin Avrupa’da Rönesans varken yaptığı eserler incelenmeden Osmanlı’nın İstanbul’unu anlamak zordur.
Dönem kayıtlarına bakıldığı zaman 16 bin konak ve birkaç sadrazam sarayının varlığı tesbit edilmiştir. Bir şey sadece padişaha özgü değilmiş; parası olan kaftan da giyermiş, saray da yaptırırmış. Fransız sahne sanatçılarının Kral karşısında oynadıktan sonra halk için oyun sergileyemedikleri düşünülürse; bir meddahı çarşıda veya sarayda görmenin normalliği, bize adalet ve eşitliği açıkça anlatır.
Topkapı Sarayı’nı ziyaret eden yabancılara göre Avrupa sarayları daha görkemlidir. Bunun sebebi iç mimarideki eksiklikler değildir. Aksine Topkapı işlemeleri ve çinileri ile muazzam bir etki gücüne sahiptir. Asıl mütevazı görünümünü de göğe isyan edercesine uzanmamış ve çok katlı olmayan yatay yapısına borçludur.
17. yüzyıla bakıldığı zaman konak sayısı 1000’e düşmüş, 130 medrese ve 150 de cami bulunduğu görülmüştür. İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav) dönemindeki organizasyonuna uygun olarak Osmanlı’da da camiler sadece ibadethane olarak kullanılmıyordu. Bu yüzden sosyal bir aktivite olan camilere bakılmadan şehir hareketliliğinin tayini de imkânsızdır.”
Sadece saray ve camilere bakılarak dahi o dönemin konut mimarisi anlaşılabilir
Osmanlı toplumu için törenlerin önem arz ettiğini belirten Ertuğ, Topkapı Babüsselam kapısı civarının tören alanı olarak ayrıldığını belirtti ve ekledi: “Roma döneminde de törenler aynı mekânda yapılmaktaydı. Osmanlı toplumu için selam da törensel bir ritüeldir. Fakt selam bir tek mekâna özgü değildir; evde, tekkede, camide, sokakta kısacası her yerde selam verilir. Bu noktada Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘önce selam, sonra kelam’ sözünü hatırlatmadan geçmeyelim.
Törensel yapının mimariyi şekillendirdiği gerçeği, gelenek ve görenek ilişkilerinde kolaylıkla görülür ve bu bağlamda da bir şehrin özgün kimliği ortaya çıkar.
Osmanlı’da saray aslında padişahın değil, devletin evidir; askerler tarafından kullanılır. Babüssaade’nin girişi 3. Saray avlusuna açılır ve burası bir saray olmasa idi ve bir konut birimi olsa idi; mekân organizasyonu yine değişmeyecek, aynı kademeli yapıya sahip olacaktı. Sadece saray ve camilere bakılarak dahi o dönemin konut mimarisi anlaşılabilir. Avlu girişinde sağ tarafta dışa doğru mutfaklar bulunur. Anadolu’daki eski Türk evlerinde de koku istenmediği için mutfak dışardadır. Benzer mantıkla Beylerbeyi Sarayı’na da yemek Dolmabahçe’den gelirdi. Bütün bunlar birer Batı Asya geleneğinin hayat yansımasıdır.
Mevlevi yaşama adabı ile İstanbullu Türk’ün yaşamı birbirine benzer. Minyatürlerde Topkapı 2. Avlu tasvirlerine bakıldığında sağda solda kamusal alan yasağı olmadan halk, seyyar satıcılar ve hatta ceylanların gezindiği görünür. Bu imge tabiat ile barışık olmanın eseridir. Günümüzde böyle durumlar hoş karşılanmaz fakat o zaman arka bahçelerde koyun besleniyormuş, sebze de yetiştiriliyormuş. Sebzelerin saray için ihtiyaç kısmı alındıktan sonra kalanı da hiçbir kompleks hissedilmeden pazarda satılıyor imiş.
Yine 3. avluda bulunan arz odası her ne kadar zaman içinde restore edildi ise de, zamanın Türk evine en yakın mimariyi barındıran öğe olma özelliğini taşımaya devam etmektedir. O dönemin eserlerinden maalesef sivil mimari örneği hiç kalmamıştır. En eski örnek Boğaziçi’ndeki Amcazade Paşa Yalısı olarak sayılabilir.”
Ahlakın idealleştirildiği bir dünya görüşü yaygındı
Zeynep Ertuğ, şehri şekillendiren bir başka öğenin de şehri canlandıran faaliyetler olduğunu belirtti: “Şehre gelen elçiler ve kervanlar ile şehir canlanırdı. Elçiler sadece siyaset için gelmiyordu. Dünya ile ilgili fikir verecek eşyalar da getiriyorlardı. Yanı sıra gezginler de can güvenliği için kervanlarla seyahat ediyordu. Kültürel etkileşim böyle sağlanırdı. Şehre bir elçi geldiği zaman merasim olmazdı. Padişah av veya gezi sebebi ile şehir dışına çıkarılır, dönüşü ve halkın karşılaması elçilere izlettirilirdi.
Şehre gelen gezginlerin algısı ile alaylar ve Osmanlı kültürü dünyaya tanıtılıyor. Fakat Roma’da yapılanın aksine alay geçen yollara zafer takı yapılmıyor. Osmanlı herşeyi taşa dökmek istememiş. Alayların geçtiği yerde bir şeye zarar verildi ise tekrar yaptırılıyor. Normalde kapıların önleri ve kaldırımlar halk tarafından temizlenirken, alay günleri devlet tarafından temizleniyor.
Osmanlı kültüründe temel olarak kötüyü ilan etmemek, her daim iyiyi ve güzeli yaymak vardır. Bu yüzden padişah ok atarken veya insanlara yardım ederken tasvir edilir. Ahlakın idealleştirildiği bir dünya görüşü yaygındı.
Avrupalı, tahakkümü rahat gerçekleştirmek için gruplandırır ve ayırır
19. yüzyıl ile beraber hazcı ahlakın idealleştiğini görmek zor değil. 2. Mahmut ile başlayan değişimlerden biri eğlence anlayışıdır. Normalin aksine açık yerlerde ve balıkçı kasabalarından dönüşmüş sayfiye alanlarında eğlenilmeye ve vakit geçirilmeye başlanır.
Yine aynı dönemde Paris’e giden Çelebi Mehmet abartılı bir övgü ile gördüğü yerleri anlatır. Yurtdışından bir hevesle çağrılan mimarlar geleneksel saray bahçesi fikrini bozarak Rokoko tarza geçerler. Türk bahçesinde çiçekler gruplandırılmazken ve Asyalı’nın kimliği özgürken, Avrupalı, tahakkümü rahat gerçekleştirmek için gruplandırır ve ayırır.
Modernleşmenin tavan yaptığı zaman yani 19. yüzyıla kadar şehrin doğal herhangi bir yapısını bozacak elemanlar yapılmamıştır. Zaman içinde yabancı mimar ve plancıların çağırılıp plan ve düzenleme yaptırma geleneği yaygınlaşır. Reşit Paşa; 1865 yangınını kullanarak büyük emelini yani modern ızgara sistemini yavaş yavaş hayata geçirmektedir. Bir tek Soğukçeşme kalmıştır, o da turistlere sergilemek için. Özgün İstanbul yavaş yavaş değiştirilir. Hâlâ ezan sesleri düzenliyor olsa da şehri; bir defa modernleşmiştir şehir ve mimari. Geri dönüşü yoktur.”
Fatma Betül Demirel haber verdi