Son haftalarda yayınlanmış dikkat çekici kitaplar gördüm. Kendi adıma, çevremdeki ilginin de tercümanı olduğu bu dikkat çeken kitaplardan birisi olarak Büyüyen Ay tarafından yayınlanmış bir kitaptan söz etmek isterim: ‘Başlangıcından Bugüne Ortadoğu’. Kitabın ismi önce bana fazla çekici gelmedi; ama arka kapaktaki tanıtım yazısına ve önsözüne göz attığımda kitabın, okuyucu olarak beni aradığı kadar, okuyucu olarak benim de arayışıma karşılık gelen bir muhtevaya sahip olabileceğini sezdim. Kitabın ilk sayfasında yer alan ithaf yazısı, kitapla aramda bir muhabbeti mayaladı. İthaf, “Nevzat” isimli bir kişiyeydi; Nevzat kimdi, kardeşliği ile ‘ayna’ olan kişiydi. Bu gizemli ithafın işaret ettiği Nevzat olmayı arzu ettim. 

‘Dikkat çekici’ olduğu kadar, odaklanışıyla birçok farklı alana dair temel gerçekliklerden bir demet derlemenin imkânını da sunan kitaba verilmiş olan isim aslında insanı çok da çeken bir isim değil. Okuduktan sonra muhtevası bu kadar zengin ve besleyici bu çalışmaya insan niye böyle çağrışımı sınırlı soğuk bir isim verildiğini düşünmeden edemedim. “Ben olsam ne isim koyardım?” diye de düşündüm. Ama gördüm ki bir kitaba isim koymak düşünüldüğü kadar kolay bir iş değilmiş. Ama yine de denemeye değer dedim, beğenmeyeceksiniz ama, düşündüklerim arasında ön plâna çıkan “Hakikat’in Ortadoğu Aynasındaki Yansımaları” oldu; neyse, en azından, bir kitaba muhtevasını tanımlayan cezbedici bir isim vermenin zor işlerden birisi olduğunu anlamış oldum. Galiba bir kitaba cezbedici bir isim vermek bir pazarlamacı bakışı istiyor; o da olmaz olsun.

Kitabın muhtevasının doluluğu ve güzelliğiyle bağdaşmayan bir diğer şey, kitapta yer alan çok sayıda haritanın amatörce hazırlanmış olması. Haritaların siyah-beyaz basılmış oluşu, bu amatörlüğü biraz daha belirgin hale getirmiş. Ama yine de bu haritalandırma çabasının kitabın önemli ve kitaba değer katan özelliklerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Kitaba dair bir diğer eleştirim muhtevayla ilgili. Kitabı okurken birkaç yerde, devam edeceği beklentisi içindeyken yapılan açıklamanın doyurucu detay verilmeksizin tamamlanmış olduğunu görüyorsunuz. Anlıyorum tabii; muhtevanın akışı içerisinde ‘Ortadoğu’ odak noktasından uzaklaşıp dikkat savrulmasına sebep olunmak istenmemiş ama ben kendi payıma kitapta değinilmiş olan bazı konu ve noktanın biraz daha detaylandırılmasının okumayı daha keyifli ve yararlı hale getireceği kanaatindeyim. Bu kısa tutuş bazen bir olayın gelişimiyle, bazen de bir kişi ya da durumun değerlendirmesiyle ilgili bir şey; örneğin, haklarındaki değerlendirmeleri ilgi çekici bulduğum Altın Orda Devleti ve Sultan Baybars ile ilgili olarak daha fazla detay görmek istemiştim. Diğer taraftan, Ortadoğu’da yükselen İslam toplumunun sürekli temas içinde olacağı iki büyük güç merkezi olan Sasâniler ve Bizanslılarla ilgili kısa da olsa derli toplu bir değerlendirme bulunmayışı bana bir eksiklik gibi göründü. Aslında, Ortadoğu’nun büyük hâkim etnik grubu olarak görünen Arapların İslâm öncesi dönemleriyle ilgili de kayda değer bir değerlendirme dikkatimi çekmedi. Tabii, bu tür değerlendirmelerin başka bazı değerlendirmeleri de gerektirebileceğini ve nihayet, çalışmanın mahiyeti ve hacmi için gözetilmiş sınırları zorlayacağını da göz ardı etmemek gerekiyor. Kitabın kapağının çok kimse tarafından ya anlaşılmaz bulunacağını ya da fazlasıyla eleştiri konusu edilebileceğini düşünerek konu dışı tutuyorum.

Kitapta doğru bir yaklaşım olarak Osmanlı Devleti’nin güç ve kan kaybedişinde dış etkenler olarak Batı Avrupa merkezli coğrafî keşiflerin, Avrupa Rönesans’ının ve hatta Hristiyanlık dünyasının yaşadığı reformların ve çağ değişiminde klasik sınıflandırmaya göre Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişte yeni Avrupa’nın doğuşunda asıl bu etkenlerin rolünün ve bu dönüşümde bir etken olarak İstanbul’un Müslümanların eline geçişinden çok, Osmanlı’nın bir büyük güç olarak zuhurunun Avrupa’yı Doğu’yla ilişki ve ticaret için yeni yol ve güzergâhlar aramaya (coğrafî keşiflere) zorlamış oluşunun vurgulanmış oluşu önemlidir. Kitapta okuduğum Coğrafî Keşifler, sömürgecilik ve Rönesans üzerine olan değerlendirmelerin İslâm dünyasına bakışımızla ilişkisinin kuruluş tarzı da çok yerinde göründü.

Yazar, önsözünde kitabın bir tarih kitabı olmadığını ama güvenilir tarihsel verilerle beslenmiş doğru ve entelektüel bir perspektif oluşturma gayretinin ürünü olduğunun altını çiziyor. Okurken bu tutumu çok bariz hissediyorsunuz; örneğin, doğrudan konusu olmamasına rağmen kitabın ana odağından uzaklaşmadan Hristiyanlığın yaşadığı bozulmaya ve ona can veren temel ruhun nasıl çarpıtılmış olduğuna ilişkin çok tutarlı ve özlü değerlendirmeler yapılmış.    

Kitapta önemli bulduğum bir özellik de kendimizi yakın hissettiğimiz çevrelerde konu edinilmekten kaçınılan birçok noktada doğru yaklaşımlar sergilenmesine özel bir önem verilmiş olması. Örneğin ‘halifelik’ ve ‘hilafet’ kurum ve unvanlarının kullanılmasına ilişkin değerlendirme ve tutum dikkat çekici. Çalışmanın diğer dikkat çekici bir özelliği ise Osmanlı tarihinin bir bütün olarak kutsanıp benimsenmesini zorlaştıran bazı sultanların gerek kişisel tutumları ve gerekse de izledikleri politikalar itibarıyla karnelerinin çok parlak olmadığına işaret ediyor oluşu.

Kitabın en önemli başarısı; isminin de ifade ettiği gibi Ortadoğu’nun hikâyesini, yani bizim hikâyemizi Hz. İbrahim’den günümüze neredeyse kesintisiz tarihsel bir çizgide önemli görülebilecek olay ve gelişmeleriyle ve entelektüel bir perspektiften verebilmiş olmasıdır. Büyüyen Ay bu kitabı yayınlamış olmakla iyi bir iş yapmış. Yusuf Yazar’ın ismini, birçoğu Ortadoğu’yla ilgili seyahatname çevirileriyle (hepsi de Büyüyen Ay Yayını) tanıdım. ‘Ortadoğu’nun Son Yüzyılı’ isimli eseri de tarzı ve sistematiği itibariyle özgün bir eserdi. Ama bu kitap, bir başka hoşluk sunuyor ve yalnızca İstanbul’da değil, Anadolu’nun her tarafında kendiliğinden oluştuğunu duyup işittiğimiz okuma gruplarının ilgisini hak ediyor.

Salih Yörük