Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan İslâm dünyasının tekrar birlikte hareket etmesi gerektiğini belirten birçok yazı yayınlanmıştır. Bu ve buna benzer konularla ilgili yazanlar arasında Mehmet Akif, Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç vb. isimleri saymak mümkündür.
Diriliş Dergisi’nin 14 Haziran 1976 tarihli sayısında “Ortadoğu-Afrika İslâm Ülkeleri Politikası ve Biz” başlıklı muhtemelen Sezai Karakoç tarafından kaleme alındığını tahmin ettiğimiz bir yazı yayınlandı. (Bildiğim kadarıyla bu yazı bugüne kadar başka herhangi bir yerde yayınlanmadı). İslâm ülkelerinin birlikte hareket etmesi gerektiği düşüncesi Sezai Karakoç’un “Bin yıl ömrüm olsa yazmaktan bıkmam. Çünkü, bundan daha büyük bir dava bilmiyorum” dediği bir konudur. Tabii ki bu yazının yayınlandığı tarihten günümüze kadar dünyada birçok değişiklikler olmuştur. Yine de günümüz için de çıkarımlar yapılabilecek yanları vardır. Yazının tam metni aşağıdaki gibidir.
“Ortadoğu'nun bugünkü durumu, bir bakıma, Avrupa’nın bugünkü durumunu andırıyor. Şüphesiz, bu andırışı, güç eşitliği şeklinde anlamamak lâzımdır. Benzeyiş, dünyadaki durum alışları ve gelecek zamanı karşılayışları bakımındandır. Avrupa, süper güçler arasında güvenli ve güçlü bir yer almaya çalışırken bir yandan uzun vâdede birleşme ve anlaşma düşüncesi karşısında olduğunu, öte yandan, kısa vâdede, her ülkesiyle parça parça kendi güven ve gelişmesini sağlamak zorunda kaldığını görmekte, bu iki çelişmeli oluşumu her krizde uzlaştırmayla karşılaşma durumundan kaçamayacağı gerçeğini başının ucunda Demoklesin kılıcı gibi asılı bulmakta. Ortadoğu denilen İslâm ülkeleri de bir yandan kendi kısa vadeli iç ve dış problemleriyle uğraşırken, bir yandan da süper güçler tarafından ezilmemek için birleşmek, ya da en azından birlikte hareket etmek zorunda oldukları gerçeğiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Ama kimi zaman, bu iki politikayı güncel politika ile gelecek zaman perspektifli politikayı barıştırmak öyle kolay olmuyor. Çünkü her ülke, henüz gerçekleşmemiş ve uluslararası politikada bütün uygarlığıyla varlığını duyurmamış bir gelecek zaman gerçekleşimine güvenerek, kısa vadeli riskleri göğüslemeyi göze alamamakta, bu sebeple de şu veya bu derecede, şu veya bu süper güce angaje olmuş bulunmaktadır. Bu angajmanlar, uzun sürede gerçekleşecek birliği geciktirmekte ve bu gerçekleşmeyi güçleştirmekte, bu da ülkelerin tek tek, büyük devletlere bağlanmalarını perçinlemekte. Bu perçinlenme ise birliğin sağlanmasını daha da güçleştirmekte; böyle böyle, bu bütün Ortadoğu ve İslâm ülkelerini, bir fasit dairede dönüp durmaya mahkûm etmektedir.
Bu fasit daire kırılmadıkça, bu ülkeler, gittikçe birbirinden, büyük devletler tarafından daha çok izole edilecekler, çıkan her fırsatta da parça parça edilip lokma lokma yutulacaklardır.
Bu fasit daire nasıl kırılabilir? Şüphesiz, bir devletin sürükleyiciliğiyle Avrupa’yı, Amerika’yı ve Rusya’yı ürkütmeden ve âcil, köklü girişimlerde bulunmalarına meydan vermeden yavaş yavaş, bir devletin etrafında, askeri, ekonomik ve kültürel iş birliği yoluyla toplanmak ve dışa karşı genel ve sürekli bir politika izlemekle...
Avrupa'da da sıkıntı, lider devleti bulmaktan doğdu. Liderlik için ilkin Fransa’yla İngiltere çatıştı. Fakat uzun zaman içinde tarih şartları bu liderlik pozisyonuna ister istemez Almanya’yı itti. Almanya, henüz bunu kabul ettirmemiş bulunmakla birlikte öbür ülkeleri, çok dolaylı yollardan, kendi etrafında toplanmaya zorlamakta. Ama buna karşılık, Fransa hiç de böyle bir birliğe muhtaç değilmiş gibi okyanuslar ötesi politikalarla eski “Fransa İmparatorluğu” davranışı içine girmiş durumda. İngiltere, kendisine, yorganı başına çekmiş ihtiyar politikacı görünümünü vermeyi tercih ediyor şimdilik. İtalya ise tutumunu, komünizmle vermekte bulunduğu hesaplaşma savaşından sonraya ertelemiş durumda. Almanya, bu strüktürde, kesin ve başarılı adımlar atamamakta ise de Avrupa'yı bitiştirme ve birleştirme politikasını sürekli olarak izlemeğe devam etmekte. Bundan başka bir alternatif bulunmadığı bilincinde olan tek ülke Almanya oluyor Avrupa’da, bir bakıma.
Ortadoğu ve Afrika ülkeleri-ki çoğunlukla İslâm ülkeleridir- ayni dağınıklık manzarasını daha göze batar şekilde vermekte. Osmanlı Devleti'nin parçalanması, ya da ikinci Dünya Savaşı sonrası yeni düzenlemeleri ile ortaya çıkan küçük ve sun'i devletler, varlıklarını sürdürmekte inat ve ısrardan vazgeçmiyorlar. Bir ara, liderlik şartlarını taşır gibi görünen Mısır, bu görevin gerektirdiği suplesi hiçbir zaman gösterememiş, en sonunda kendi başına bir politika izlemeye başlamıştır. Bir nevi, Fransa'nın Avrupa'da yaptığını, o, Ortadoğu'da yapmakta. Afrika'da bir örgüt kurulmuşsa da bu örgütü sürükleyebilecek tek devlet olan Nijerya, içindeki ikilik sebebiyle büyük devletlerin oyunuyla sürekli iç kavgaya gömülerek, Afrika ve Ortadoğu için liderlik şansını uzun zaman yitirmiş bulunmaktadır. İslâm dünyasının liderliğini omuzlaması gereken ikinci büyük ülke Endonezya ise bu alemin merkezinde olmamak, liderlik geleneği bulunmamak, üstelik Amerikan dünya savaş stratejisinde çok önemli bir bölgede, komünizm istilası korkusuyla Amerika'ya angaje olmak gibi psikolojik ve jeopolitik faktörlerin çizdiği mahkûmluk sınırını aşamayarak bu sorumluluğa yanaşmamakta, geriye Pakistan ve Türkiye kalmaktadır. Bu iki ülke de bugüne kadar genel olarak birbirine yakın bir politika izlemekle beraber,bu politika, asla Ortadoğu ve Afrika'nın geleceğine biçim ve yön, güven ve sağlamlık, birlik ve bütünlük kazandırma gücüne ve bilincine bir türlü erememiş bulunmaktadır.
Oysa bu iki ülkeye ve bilhassa, Türkiye'ye, Almanya'nın Avrupa'da oynadığına benzer bir rol ve görev düşmektedir Ortadoğu-Afrika İslâm bölgesinde. Şüphesiz bu rol ne Rusya'da tutsak olan Türk-İslâm ülkelerini hemeninden kurtarma girişimi olabilir realist şartlarda ne de hemen İslâm ülkelerini ülkemize katma girişimi. Bunlar ülkelerdir ve çok uzun vadeli bir “uygarlık politikası” izlenmesi ve tarihi şartların oluşması ve oluşturulması süreciyle ilişkilidir. Türkiye'nin şimdi yapacağı iş, birinci planda, Ortadoğu ve Afrika ülkelerini somut bir yakınlaşmaya doğru ikna girişimidir. Çıkan her krizde beraber hareket etmek, zaman yitirmeden köklü tedbirlere ve çözümlere ulaşabilme melekesini güçlendirme yönünde çaba sarfetme şeklinde özetlenebilir; bu bölge için izlememiz gereken dış politika doğrultumuz. Her şeyden önce bir BÖLGE fikri oluşturulmalıdır. Bir BÖLGE’de yaşayanların mutlaka ortak problemleri olacağı, bunun çözümü için de dışa başvurulmaması gerektiği düşüncesi iyice canlandırılmalı, bunun aksine hareketin zararları iyice gözler önüne serilmelidir her fırsatta.
Olaylar, bizi, gittikçe, bu aleme açılmaya zorlamaktadır. Kıbrıs problemi, Filistin meselesi ve simdi de Lübnan faciası birbirlerinden ayrı krizler değildir. Bunu anlamak ve anlatmak gereklidir. Hatta Keşmir davası, Eritre ve Filipinler’de Müslümanların uğradığı kırımlar, Cibuti bağımsızlık girişimi ve daha bir nice durum, birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili olup bir devletin öncülüğünde birlikte hareket etmek zorunluluğuna çekmektedir bölge ülkelerini.
Ancak, ne bu ülkelerde bu birliğe doğru gidiş için ciddi ve kararlı, bilinçli ve sürekli bir dikkat mevcuttur. Ne de bu birliğin öncüsü olma tarihi durumuyla karşı karşıya bulunan nispeten büyük ve güçlü olan ülkelerde.
Panik, korku, çekingenlik duyguları geçmişin kötü ve başarısız tecrübelerinin verdiği hayal kırıklıkları ve umutsuzluklar, süper güçlerin iğfalleri ve diplomatik oyunları, tehditleri ve zorlamaları, zaruretin zarureti haline gelmiş yakınlaşmayı baltalamakta, bu bölge ülkeleri için bebek adımlarıyla ilerlemekten öte sonuç doğurmamaktadır.
Oysa dev adımlarıyla birliğe doğru yürümek bir hayaldir ama bebe adımlarıyla gidişten de bir hayır yoktur. Traji-komik sonuçlar doğurmaktan başka bir şeye yaramaz bu davranışlık ve acemilik. Ne dev gibi yürüme Don Kişotluğu’na girişip tepe taklak gitmek ne de yürüme temrini yapmaktan öteye gitmeyen bebekliğin çırpınışı içinde hep “dadı” kucağına sığınmayla biten yalancı ayakta durma denemeleriyle kendini kandırmaktır, bu ülkelere düşen. Bu ülkelere düşen, her türlü tehlikeye karşı tedbir alarak, ADAM GİBİ YÜRÜMEK’tir.
BÖLGE'mizin güvenini sağlamak için “Adam Gibi Yürüme”yi öğrenme ve öğretmede başlıca görev de “ne öğünelim ne döğünelim,” tarihi bir kader olarak bize düşmektedir. Ancak bunu, bir iddia gibi benimseyerek değil bunu öbürlerinin bize kendi iradeleriyle verecekleri bir vazife haline getirerek yüklenmemiz gerekmektedir. Tabii ki ön plandaki ülkeleri de eşit görevde kabul ettiğimizi ve bu ağır yükü paylaşma zorunda olduklarını da onlara sürekli olarak hatırlatmak veya en azından ima etmek şartıyla.
Bir strateji sonucunda Bölge gerçekten sürekli olarak entegrasyon, kültürel kaynaşma ve politik birlik perspektifini kazanırsa o zaman, ‘ülkü’ler yolunda da daha etkili adımlar atmanın sırası gelir. Ya da gelebilir. Ancak ona sıra o zaman gelebilir.”
Alıntılayan: Nizamettin YILDIZ
(Diriliş,14 Haziran 1976)