Bir bahar gününde, hele hafta içi yapabiliyorsak İstanbul’un Anadolu yakasında uzun bir tenezzüh kadar dinlendirici pek az şey vardır.

Ayaklarımızın dermanı kesilir ama yine de bunun kadar dinlendirici iş bulmak hakikaten pek zordur. Avrupa taraflarında nadir mekânlarda duyabileceğimiz bülbül sesleri ve görebileceğimiz leziz manzaralar burada daha yaygın ve dikkat çekicidir.

İstanbul’da gezmek, tematik olduğu ya da bir hedef belirlendiği zaman daha güzeldir aslında. Öbür türlüsü salt dolaşmak anlamına geleceği için pek de mergup değildir ehlince. Bir tema belirlemek; mesela bir rota üzerinde camiler ya da harita üzerinde belli bir daire içinde dolanmak gibi.

Birkaç aydan beri yapageldiğimiz şey tam da bu: Çeşmeleri dolaşıyoruz, İstanbul’daki tarihî çeşmeleri. Kimi zaman unutkanlığımız ve ihmalkârlığımızı gözler önüne seriyor karşılaşmalarımız, bazen de gördüklerimizle mest olup gururlanıyoruz.

Mütekaddim yazıları takip edenler hatırlayacaktır, Üsküdar’a da birkaç defa uğradık çeşmeler vesilesiyle. Ama şimdi gideceğimiz yer daha önce sınırlarına girmediğimiz bir mıntıka: Çengelköy.

Bazılarının dediğine göre, tarihî bir meyve olan Çengelköy bademi (hıyar), şimdilerde çoktan kitap sayfalarına karışmıştır ve tezgâhlarda satılan yalnızca sıradan bir bademdir. Evlerimizin önünde kurulan pazarlara kadar gelenleri de kapsadığı söylenir bu hükmün. Ama siz de bilirsiniz ki ameller niyetlere göredir, semtin kıyı bölgesindeki satıcılardan birine selam verip çantanıza birkaç tanesini depolayın ve bir evin bahçesinde, tüm doğallığıyla yetişmiş gibi niyet edin.

1.

İşte Osmanlı’da vakıf bu

İlk göreceğimiz çeşme, Çınaraltı yakınındaki küçük meydanda duruyor (1). Sade mermerden ibaret ve galiba tek orijinal tarafı, altı satır hâlinde yazılmış kitabesi. Pek yaygın olmayan bir kitabe tarzı aslına bakarsanız. Ancak bu yazımın önemli tarafı elbette bizatihi kendisi: Zira bize çeşmeyi kimin yaptırdığı hakkında minik hikâyesini anlatıyor; ama kitabedeki bazı hurufatın biraz elden geçirilmesi lazım, burayı da hatırlatalım.

Mehmed Hüsrev Paşa’nın kavasbaşısı Ahmed Ağa, Çengelköy sınırları içinde kalan Çakaldağı bölgesindeki arazisinde yedi adet kuyu kazdırmış bu çeşmeye su getirebilmek için. Bu kadar değil, dahası var: “Hâsıl olan mâ-i leziz hasbeten lillâh ve taleben limerdâtihi karye-i mezbûrede inşâsına muvaffak oldukları iki adet çeşme ve bir musluk ve bir savağa cereyan ettirmiş…”

Elbette bunlar birer vakıf eser olduklarından, Ahmed Ağa’nın mezarında yüzünü güldürecekler ama tam da aynı sebepten tehlikeli bir tarafları var: Vakfiyenin beddua taşıyor olması: “Mütevellisi yedinde olan vakfiye-i mamûlünbihâsı mantûkunca vazolan yüz bin kuruşun vikâyesi ile nemâsından muhtâc-ı tamir ve termim olacakları suyolları mesârıfına sarf ve mürûr-ı ezmine ile mâ-i lezizi mezbûrun menbaından veyahud fazlası vardır denilerek bir damlası mahall-i âhara nakil ve sirkat olunmamak eğer ictisâr eder olur ise dü cihanda makhûr ve düçâr-ı zill u hasar olsun.”

2.
3.
4.
5.
6.

1270 tarihli kitabenin devamında da mütevellinin, çeşmenin vakfiyesinde zikredilen ikazlara hassasiyet gösterileceğine dair takipçi olacağı ve benzeri kayıtlar var. İşte Osmanlı’da vakıf bu. Ancak günümüzde çeşmenin ne yazık ki suyu çoktan kesilmiş ve muslukları akmaz olmuştur.

Şırıl şırıl etrafa canlılık saçması icap ediyor hâlbuki

Hemen önündeki Aya Yorgi Kilisesi’nin dış duvar çeşmesinin de akıbeti şimdilik farklı olmamış. Ayna taşından ibaret çeşmenin tepesinde ve testi setinde haç işaretleri var. Bir zamanlar taş kaplama olduğu da anlaşılıyor çevresinin, sonradan üzerine sıva-boya atılmış gibi. Bunun dahi şırıl şırıl etrafa canlılık saçması icap ediyor hâlbuki.(2)

Biraz daha iç bölgelere doğru ilerlemeye başladığımızda, dışarıdan bakarsak pek bir şey göremeyeceğimiz Kerime Hatun Camii avlusunda, aslından sadece kitabesi kalmış bir de çeşmeye rastlarız solumuzda. Arkada göreceğimiz şadırvana ait olma ihtimali çok zayıftır bu kitabenin. Zira şadırvanın tek ayetlik (Enbiya, 30) kitabesi (3) 1296 tarihini taşırken bu tek kitabe, Ahmed Ağa hayratı olarak bağımsız bir tarih taşır: 1270. Ancak kitabenin ait olduğu çeşme ortalıkta yok.(4)

Daha içlere, hepten bir köy manzarasına kavuşan mıntıkaya girdiğimizde Ulvi Sokak sonunda göreceğimiz iki cepheli bu çeşmenin bir yüzündeki ay-yıldız rozetler ve süslü sütunların çevrelediği bir perde motifi varken (5) diğer yüz daha sade kalmış (6). Ancak zorla sadeleştirilmiş olması da mümkün tabii: Süslü yüzde, iki ay-yıldız arasındaki boşlukta olması gereken tuğranın olmayışı gibi.

7.
8.
9.

 Bakıp geçemeyelim diye...

Muhtemelen Osmanlı’yla vedalaştığımız son anlardan birinin hatırası bu ayna taşından ve süslü bir mermerden ibaret çeşmeyi Güzeltepe Caddesi’nde, Yıldırım Bayezıt Camii önünde bırakmışız (7). Bırakmışız diyorum, zira iki sütun ve bir ayna taşından fazlasıymış bir zamanlar.

Bulunduğumuz caddenin diğer ucu, Çengelköy Caddesi’ne bağlanarak semtin merkezine çıkıyor. İşte tam bu bağlanma noktalarından birinde üç yüzlü harika bir mermer işçiliği daha duruyor. Testi setinde ve sol yüzün nişindeki kırık-çatlaklar, orta yüzdeki boyalar sebebiyle daha fazla ilgiye muhtaç durumda.(8)

Azıcık ileride ise bir sultanın hatırası durmaktadır ve çok şükür ki tuğrası yerli yerindedir. II. Mahmud Han, sadece yiyip içmemiş ve aziz milletine böyle kıyaklar da geçmiş muhterem bir ceddimizdir. Kısaca bakıp geçemeyelim diye bu beyaz güzelliği süslemiş de süslemiştir. Nişteki leziz kıvrımlar ve sütun başlıklarını izlemeyi bırakınca tuğranın iki yanındaki -herhâlde- vazo temsillerine uzanır bakışlarımız ve onların da zirvesinde duran sultan tuğrası, tüm esere harikulade bir ağırlık katar.(9)

 

Sadullah Yıldız, güneşli bir bahar gününde dolaştı