Öyle ya, bilirsiniz bu destanı. Hallac, vatanında rahat duramamış, bir Duha suresinin tefsirinde açıldığı kayık, onu okyanusun engin uzaklıkları ve puslu sularına götürmüştü. Çıktığı en son ada 'Ene'l Hak'tı. Ama bu ada O'na güven ve refah temin etmiyor; aksine sıkıntı, çile ve imtihanı işaret ediyordu. Hem ne ağır bedelleri olacaktı bu büyük sırrı ifşanın!

Sopanın ucunu kırmızıya boyamanın sonu yakındırHallac-ı Mansur

Bağdat dar gelmiş olacaktı ki kendisine, yerinde duramamış başlamıştı Devr-i âleme. Bu yolculuğun menzili zindan olacaktı ya, habersizdi kendisi. Ama mutluydu belki de, zindana hacc görevini ifa ettikten sonra girmenin ayrı bir tadı olmalıydı. Hallac için de öyle olmuştu. Hac dönüşü hakkında yakalanma talimatı verilen Hüseyin, Halife'nin askerleri tarafından Sûs kentinde tutuklanacaktı.

Gidiyordu Hallac sahrada yanında iki muvazzafla beraber. Gidiyordu ama bu yolculuğun akıbetinden haberi yoktu. Nerde duracak, nerde mola verecek; bîhaberdi bütün bunlardan. Akıbetinden haberi yok dediysek aldanmayın! Dünya tarlasındaki akıbetinden haberi yok. Yoksa o içeceği şehadet şerbetini yıllar öncesinden bilmekteydi ki, çevresindekilere de söylerdi.

Bu noktada hemen hafızamız depreşiyor, Bağdadlı Cüneyd'le olan diyaloğu aklımıza geliyordu:

-Hallac, görüyorum ki bir sopanın ucunu kırmızıya boyamanın sonu yakındır.

-(Hallac'ta hiç şaşırma ifadesi yok) Ben sopanın ucunu kırmızıya boyadığımda, sen de irfan ehlinin kisvesine bürüneceksin!

Bağdat, serzenişim sana!

Hallac vatanında. Hallac Bağdat'da. Ama ömründe ilk kez bu şehre kafesin içine konulmuş bir serçe gibi girmişti. Her iki kolu tutulmuş, başı önde Hallac. ‘Heyhat’ diyorum tam da bu noktada. İçimden isyan geliyor. İsyanım o kullara. İsyanım halifeye. İsyanım Bağdat'a! “Ben ve Allah; ikimiz bir vücutta ruhlarız. O benim, ben O. Ben O'ndan ayrılamam, O da benden” diyen bir vech vardı karşınızda bre gafiller! Sizler bu insanın değerini bilemeyecek 'kâfir' ilan edecektiniz pervasızca.

Bağdat! Serzenişim sana… Tarihin sana hiç bu denli öfkelenmediği kadar öfkeliyim! Bilemedin Hallac'ın değerini. Taşlattın, eziyet ettirdin, infaz ettirdin. Sen şu hadisi de unuttun Bağdat: “İçinizde öyle salih kullar vardır ki, sizler onların hatırına rahmet görüyor, onların hürmetine üzerine yağmur yağdırılıyorsunuz”

Hallac-ı MansurMedrese-i Yusufiye’de 7 yıl

İşkencelerle, eziyetlerle, çilelerle geçecek 7 yılın ilk günleriydi bunlar. İşkenceler, dedim ya, buna da aldanmayın. Biz kalbi olan insanlara çile gibi gelir bu gördükleri. Ama kim bilir zindanda zannettiğimiz Hallac nerelerde dolaşıyordu o yıllarda? Hangi makamlarda; belki 'fena'da idi. O zindanın için de, Yusuf'a verilen cennet bahçesi verilmiş midir, bilemem. Ama zindan ona pek dar değildi ya, ondandır bu rivayet:İlk gün gelirler, Hallac zindanda yoktur. İkinci gün gelirler. Ne Hallac, ne de zindan; yoktur yerinde. Üçüncü gün geldiklerinde Hallac ve zindan yerinde. Sorarlar: ‘İlk gün neredeydin?’ ‘İlahî bir emir üzerine ayrılmıştım.’ ‘Ya ikinci gün sen ve zindan?’ ‘İlahî emre zindan da mutabık edildi.’ ‘Peki ya, üçüncü gün niye döndünüz?’ ‘Şeriatın emrine muvafakat etmek için.’

Öyle ya! Emir de şeriatın. Neticede infaz emri dönemin âlimlerinden mühürle verilmişti.

Hatta Cüneyd’ten de fetva istendiğinde ilkin çekimser kalsa da, ısrarlar sonucunda, 'Şeriat zahire bakar' deyip vuracaktı mührü.

Darağacı erenlerin miracıdır

Fetva toplanmıştı, ulemadan. 7 yıl çekilen cefa Hallac'ın yanına kalmış, şimdi de darağacı yolu gözükmüştü. 7 yıl geçmişti ama anlattığımız kadar kolay değildi elbet. Ne zorluklar, ne güçlükler boy göstermişti bu imtihanlı yıllarda. “Haydi Hallac! Vazgeç artık şu sevdadan. Enellah değil, Hüvellah de, kurtul!” dediklerinde ağlatan cümleler, nemli sözler dökülmüştü ağzından: “Yıllardan ve hatta bir ömürden sonra hakikati buldum, ballar balını buldum. Şimdi diyorsun ki, fitneye sebebiyet verme, terk et itikadını. Söyle? İçimdeki Allah'ı bunca yıldan sonra bulmuşken, terk mi edeyim?”

Bu cümlelere ne yürek dayanırdı, ne vicdan. Ama gardiyanın yüreği dayanmış olacak ki, isteğinde ısrarlıydı. Israrlı gardiyana mukabil, ısrarlı Hallac'ın cezası ise kırbaçtı.

Gün geldi, devran döndü. Hallac'ın cezası sona erdi. Artık suçunun cezasını ödeyen Hallac'a özgürlük yolu gözükmüştü. Hatta zindandan hemen sonra bir de düğün yapacaktı. Şeb-i Arus derler ya, düğünü oydu elbet. Özgürlüğü ise ebediyyete kavuşacak olmasıydı. Daha muhteşem bir kavuşma olabilir miydi hiç?

Zaten bundandır ya, Hallac mutlu, Hallac vakur. Elinden tutup Bağdat meydanına götüren gardiyanların eşliğinde yüz binlerce insan 'şu münafığa bir taş da ben atayım' düşüncesiyle toplanmıştı infaz mahalline. O gösterişli kalabalığın Hallac'ı korkutması beklenirken, o kararından hiç taviz vermiyordu: ‘İnne Enellah’ (Muhakkak ki, ben Allah'ım) Darağacının altına öğle saatlerinde getirilen Hallac; akşam vaktine kadar yüz binlerin taşlamasına, bütün organlarının lime lime edilmesine sabredecek, yârine kavuşacaktı.

Bilselerdi yapmazlardıErol Akyavaş'ın Hallac tablosu

Organları kesiliyordu ya. Son organı da diliydi. Bilirsiniz, dil ‘gönül’ anlamına da gelir. Hallac bu, gönlü kesiliyor. Aman Yarabbi! Buna tepkisiz kalamaz, son cümlelerini etmek isterdi Hallac! Gönlünü Allah'a veren, Allah'la fena bulup, Allah'a ziyadesiyle muhabbet etmesinden dolayı aynı vücutta olduğunu ifade eden ve bu büyük sırrı ifşa ettikten sonra ömründe hiç bir işi normal gitmeyen Hallac son kez gönül diliyle şu duaları edecekti: “Ya Rabbi! Ne mutlu bana ki, senin uğrunda taşlandım. Senin uğrunda ayağımı, ellerimi, kulaklarımı, burnumu ve her nevi organlarımı feda edebildim. Biraz sonra da Yarab, uğrunda elimde kalan son organlarımı, dilim ve başımı vereceğim. Sana içine büründüğüm kanlar içinde sesleniyorum. Ten rengimi kırmızı yapan kanları, bütün mevcudiyetimi sana feda ettiğime şahid eyle. Ya Rabbi! Bana taş atan müminlerin faziletini arttır. Onlara aman ha gazab eyleme. Onlar bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı, Yarab!”

Duasına amin dedikten sonra, son olarak:

“Vahid'in kendini vacide hasretmesi, o'na kâfidir!” (Bulana, bir yeter!)

 

 

Mehmet Bahadıroğlu ‘hüvellah’ dedi