Ölümünün 30. sene-i devriyesinde Ziyad Nemli ve hikâyeciliği

Trabzon'dan İstanbul'a, İstanbul'dan Trabzon'a bir ömrün serencamı

Adı Trabzon'la, Trabzonspor'la ve Trabzon Gazeteciler Cemiyeti'yle özdeşleşen değerli bir simadır Ziyad Nemli. O hem gazeteci hem hikâyeci hem de teşkilâtçıdır.

Merhum Ziyad Nemli 26 Mart 1931'de Trabzon'da dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Nesime, babasının adı ise Murat'tır. Nemli sırasıyla İskenderpaşa İlkokulu'nda, Kemerkaya Ortaokulu'nda ve Trabzon Ticaret Lisesi'nde okumuştur. Adıyla özdeşleşen gazeteciliğe profesyonel anlamda 1955 senesinde İstanbul''da başlamıştır. Bundan evvel de Yeniyol ve Halk gazetelerine imzasız haberler yazmış ve yayımlatmıştır. Türksesi, Dünya, Vatan ve Son Havadis gazetelerinde çalışmıştır. Vatanî vazifesini ifa ettikten sonra, biraz da 27 Mayıs Askerî Darbesi'nin etkisiyle 1961'de canından çok sevdiği memleketi Trabzon'a dönmüş, gazeteciliğe burada devam etmiştir. O sıralarda Hakimiyet, Yeni İstanbul, Sabah Postası, Yenigün ve Hizmet gazetelerinde yazmıştır.  Fakat ne yazık ki hikâyeciliğe zaman ayır(a)mamıştır. Bu aslında Türk edebiyatı için önemli bir kayıptır. Keşke devam etseydi.

Güçlü bir kaleme sahip olan Ziyad Nemli, İstanbul yıllarında sürekli edebiyat ikliminde soluklanmış; bu yıllarda edebiyatımızın köşe taşlarından Yahya Kemal Beyatlı, Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek, Abdülhak Şinasi Hisar, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Naim Tirali ve Said Maden gibi isimlerle tanışmış; bir kısmıyla şahsî ve edebî dostluklar kurmuştur. Bu önemli şahsiyetlerle aynı iklimde yaşaması onun sanat duyarlılığını ve yazma hevesini iyice kamçılamıştır. Bu önemli edebiyatçılarla ilişki içerisinde olması onu öykü yazmaya itmiş, çok da güzel öyküler yazmıştır.

Nemli, Trabzon yıllarında gazeteciliği hayatının öznesi hâline getirmiştir.

Merhum Ziyad Nemli, Trabzon yıllarında gazeteciliği hayatının öznesi hâline getirmiştir. Büyük şair ve yazarlardan uzak kalan Nemli, sanatçı yanını köreltmiş, tabir caizse ikinci plana itmiştir. Bundan sonra tek hedef olarak gazeteciliğe dört elle sarılmıştır.

Onun Trabzon'daki ilk yıllarında, farklı bir gazete olan Sabah Postası'na apayrı bir renk kattığını görürüz. Zira İstanbul tecrübelerini kullanarak yazma konusunda ustalaşmıştır. Söz konusu gazeteyi yöneten Nemli, bütün hünerlerini bu yayın organında göstererek büyük beğeni kazanmıştır. Bu durum, gazetenin sahibi Ali Kalkanoğlu'nu da çok mutlu etmiştir.

Ziyad Nemli, onca gayretine rağmen çok uzun bir yayın hayatı süremeyen Sabah Postası'ndan sonra Yenigün gazetecine geçmiştir. Bu gazetedeki köşesinin adı "Oltaya Vuranlar"dır. Bu başlık altında Trabzon'u ilgilendiren çok sayıda konuya değinmiştir. Trabzon'un siyaset ve toplum hayatına dair yazdıkları çok ses getirmiştir. Öyle ki köşesinin ismi gazetenin isminin önüne geçmiştir. Gazeteyi alanlar ilk olarak bu köşeye bakar olmuştur. "Oltaya Vuranlar"ın tiryakileri oluşmuştur. Bu köşenin bu kadar çok beğenilmesinin sebebi bu başlık altında kaleme aldığı söz konusu yazılarda mizahla karışık tatlı sert bir üslûp kullanmasıdır. Yani o, hem meselelere parmak basmış hem de okurları güldürmüştür.

Ziyad Nemli, 1975 yılında, benim de uzun yıllar köşe yazıları kaleme aldığım Türksesi Gazetesi'ni kurmuştur. 1953 yılında İstanbul'a giden Nemli, aslında bu şehirde bu isimde yayımlanmakta olan, Demokrat Parti'nin bir çeşit sözcülüğünü yapan Türksesi Gazetesi'nde düzeltmen olarak çalışmış; fakat söz konusu yayın organının ömrü uzun olmamıştır. Bu ismi beğenmiş olmalı ki Trabzon'a dönünce aynı isimdeki bu gazeteyi çıkarmaya başlamıştır. Daha sonraki yıllarda Karadeniz ve Kuzey Haber Gazeteleri'nde fıkra ve makaleler yazmıştır.

Büyük bir basın emekçisi olan ve basının her alanında hizmetlerde bulunan merhum Ziyad Nemli, Trabzon'da da tasarımı ve muhtevasıyla büyük bir bölge gazetesi olsun diye ofset olarak basılan Karadeniz gazetesinin kuruluşunda çok büyük emekler sarf etmiştir.

Ziyad Nemli deyince öncelikle ve özellikle onun adeta bir tiryakilik oluşturan "Oltaya Vuranlar" köşesi akla gelir. Bu isim bilinçli gazete okurlarının hafızasına kazınmıştır. Bu köşe, okurlardan çok büyük bir ilgi görmüştür. Merhum Nemli, bu isimle tabir caizse şehrin atan nabzını tutmuş; siyasî, içtimaî, edebî ve sportif gündeme dair tutarlı, isabetli yorum ve değerlendirmelerde bulunmuştur. Ziyad Nemli "Oltaya Vuranlar" köşesini Türksesi'nden Hizmet'e, Karadeniz'den Kuzey Haber'e kadar her gittiği yeni yere beraberinde götürmüştür. 

Biz Ziyad Nemli'yi gazeteci olarak bilsek de aslında o, yazı hayatına gazeteci olarak değil, hikâyeci olarak başlamıştır. Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli hikâyeler 1953-1963 yılları arasında tam on sene boyunca başta, yayımlandığı yılların tanınmış pek çok aydınını bünyesinde toplayan İstanbul dergisi olmak üzere, Türk Sanatı, Yenilik, Türk Yurdu, Yelken, Ezgi, Varlık ve Kıyı dergileri ile Dünya ve Vatan gazetelerinde yayımlanmıştır.

Merhum Ziyad Nemli, saygın ve seçkin bir kuruluş olan Trabzon Gazeteciler Cemiyeti'nin kurucusudur. 1980-1990 yılları arasında bu cemiyetin on yıl başkanlığını yapmıştır. Bu süre içerisinde asla hizipleşmeden, herkese aynı mesafede durarak, nasıl herkesle dost ve sarmaş dolaş başkanlık yapılacağını herkese bizzat göstermiştir.

Merhum Ziyad Nemli, İstanbul'daki müstakbel şöhreti ellerinin tersiyle iterek, ömrünü verdiği Trabzon basınında ekol olmuş bir muallimdi. O, kelimenin tam karşılığıyla bir mektepti. Bu basın mektebinde okuyup da başarısız olan yoktu. Bu yönüyle herkesin saygısını kazanmıştı. Trabzon'da gazetecilerin duayeni olan Nemli ne biliyorsa onları başkalarına öğretmekten büyük bir keyif almıştır. Gazetecilik alanında birçok kıymetli ismin yetişmesinde önayak olmuştur. Bunu yaparken de "ben bilirim" havasına girmemiş, hiç kimseye tepeden bakmamıştır. Bugün adı hâlâ yaşıyorsa, basında otorite (duayen) sayılıyorsa bundan dolayıdır.

Trabzon gibi köklü bir futbol şehrinde yaşanılır da futbola bulaşmadan olur mu? Olmaz tabii ki. Bu belki eşyanın da tabiatına aykırıdır. Zaman göstermiştir ki Trabzon demek biraz değil, ekseriyetle futbol demektir. Başta futbol olmak üzere, sporla da içli dışlı olan Ziyad Nemli, bir ara İdmanocağı Kulübü'nde yöneticilik yapmış, daha sonra da (1967'de) şehrin gözbebeği olan Trabzonspor'un kuruluşunda kurucu üye olarak yerini almıştır. Onun o engin ve tarifi muhal Trabzonspor sevdasını anlatmaya sanırım kelimeler kifayet etmez.

Hayatın eşiğinde ve hatıraların ışığında ömrün oltasına vuran Ziyad Nemli

Merhum Ziyad Nemli, çocukluğunu Trabzon'da geçirse de delikanlılığını kalabalık bir metropol olan, adeta Nuh'un gemisini andıran İstanbul'da geçirmiştir. İstanbul tecrübesi ona çok şey katmıştır. Orada kaldığı süre içerisinde çok çabuk olgunlaşmıştır. Bulunduğu velût edebiyat çevresi ona çok şey katmıştır. Tabir caizse bu çevre onu edebiyat kazanında pişirmiştir. Eğer o çevrede kalmaya devam etseydi gelecekte büyük bir hikâyeci olacaktı.           Güçlü bir kalem erbabı olan Ziyad Nemli'nin edebî açıdan zengin bir muhiti bırakması ve karlı bir kış gecesinde doğduğunu ifade ettiği memleketi Trabzon'a dönmesi, edebiyattan elini eteğini çekip sadece gazetecilikte yoğunlaşması normal şartlarda anlaşılır ve anlatılır gibi değildir. Çünkü dört bir tarafınızda birbirinden kıymetli edebiyatçılar var.  Siz o çevreyi bırakıp, o zaman itibariyle küçük bir Anadolu şehri olan Trabzon'a yerleşiyorsunuz. Şöhretli bir edebiyatçı (hikâyeci) olacakken hayatın size altın tasta sunduğu bu nimeti elinizin tersiyle gerisin geri çeviriyorsunuz. Bunu sırf memleket sevgisiyle de izah etmek mümkün değildir.

Merhum Ziyad Nemli'nin edebiyat çevresinde olanlardan biri de şair, hikâyeci, romancı ve edebiyat tarihçisi kimliğiyle tanıdığımız Ahmet Hamdi Tanpınar'dı. O, "Dünyamızda dostları için, dostluklarını pekiştirmek, dostluklarına dostluk katmak için yaşayan az rastlanır örnek insanlardan biri, belki de birincisi" dediği Tanpınar'la ilgili duygu ve düşüncelerini "İnanılmaz Bir Ayrılık" adlı hatıra türündeki yazısıyla anlatmıştır. Bu yazıda Türk edebiyatı binasının köşe taşlarından biri olan Tanpınar'la ilgili yaşadıklarına ve onun ölümünden duyduğu derin üzüntüye yer vermiştir. Bu yazı, derin bir üslûbun ve samimi bir anlatımın eseridir. Bu metnin başında ölüme dair dile getirdiği şu ifadeler şiirsel bir hava taşımaktadır: "Ölüm acı, ölüm korkunç ama kaçınılmaz son olması bizi ufuksuz kanatları altında barındıran tek avuntu. N'aparsınız ki yine de ölüm sevip saydıklarımızın gözlerine o ışıksız, o karanlık, o yokluk örtüsünü indirince daha bir acı daha bir korkunç..."

Genel ifadeyle edebiyatın, özel ifadeyle hikâyenin eşiğinden dönen, Ziyad Nemli'ye göre tanıdığı ve büyük bir hayranlıkla bağlı olduğu Tanpınar "Gerçek bir şair, usta bir romancı ve hikâyeci olduğu kadar da unutulmaz bir dosttu. Dost sözcüğünün derinliğinde ve genişliğinde bir gönül adamı." Nemli, az evvelki ifadelerle vasıflandırdığı Tanpınar'la ilgili dostluklarını, İstanbul gezmelerini ve Bebek'te buzlu rakı içişlerini de anlatır. Sonunda da Tanpınar'la ilgili şu doğru tespiti yapar: "Aşk adamı yaşadın ama tekliğin tutsağı oldun hocam" Buradaki ifadeyle Tanpınar'ın hiç evlenmeyişine vurgu yapar. Aynı yazıda Tanpınar'la ilgili şu duygusal ifadeleri sarf ederek ona olan bağlılığını ve saygısını gösterir: "Seni dinlemenin, seninle olmanın, seninle kadeh yudumlamanın tadına doyum yoktu hocam. Ömrüm oldukça o akşamı, o akşamın ağır ağır geceye, sanki Boğaz sularının derin karanlığına doğru sürüklenişini unutmayacağım. Her şey durmuş, her şey susmuş, tüm ışıklar karartılmıştı da yalnız sen kıpırdıyor, yalnız sen konuşuyor, yalnız sen ışıklandırıyordun çevreyi."

Merhum Ziyad Nemli "Yarım Asır ya da 50 Yaş" adlı hatıra yazısında ömrünün ilk elli yılına dair yaşadıklarından adeta bir demet sunmaktadır.  Kendi tabiriyle yarım asrın bilançosunu ve muhasebesini yapmaktadır. Bu muhasebede özellikle şunları vurgulamaktadır:

"Şimdi düşünüyorum da çocukluğumun en güzel, en çarpıcı günleri Atatürk döneminde geçmiş. Öyle ki, 1937 yılında Atatürk'ü çocuk gözlerimle görmüş, çocuk ellerimle alkışlamış ve bir yıl sonra ilkokulun ilk sınıfında çocuk gözlerle ağlamışım ardından.

Yirmi iki yaşın tüm heyecanı ve görüp tanıma ve öğrenme susamışlığı ile İstanbul'a ilk merhabayı çakmam. ‘İstanbul bir başka dünya diyorum kendi kendime ve ardından da dünyada benzeri yok İstanbul'un’ diye ekliyorum Galata Köprüsü'nde yürürken... Haldun Taner'le açılıyordu bu yeni dünya bana. Birkaç adım ötede Sait Faik'le tanışacağımı, bir başka gün Tarık Buğra ile ufuk çizgimin genişleyip derinleşeceğini bilmeden. Halbuki Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal'le İstanbul benim içimde bir başka kök tutacaktı."

Hatıralarında ifade ettiği gibi merhum Ziyad Nemli, İstanbul'u fazlasıyla sevmişti. Onu hayatının bir parçası hâline getirerek içselleştirmişti. Fakat 'her şeyin bir ömrü var' dercesine bir anda çok sevdiği İstanbul'dan Trabzon'a dönüş kararı almış, bunu da şöyle ifade etmişti:

"Elveda İstanbul dedikten sonra 5 Şubat 1961 günü çenemde bir tutam sakalla doğduğum topraklara, anama, babama ve tüm sevdiklerime geri döndüm."

Ziyad Nemli'nin hikâyeciliği yahut velût bir kalemin kısırlaştırılması

Merhum Ziyad Nemli, gazeteci olarak tanınıp bilinse de onun hikâyeciliği asla yabana atılacak cinsten değildir. Hatta bence üslûp sahibi iyi bir hikâyecidir de. Giresunlu kalem dostu Naim Tirali onun için boşuna "Hikâyeyi bırakmasaydı Türkiye'nin en önemli ve büyük hikâyecisi olurdu" dememiştir. Merhum Tirali'nin bu görüşüne ben de yürekten katılıyorum. Çünkü onun elimizde olan az sayıdaki hikâyesini okuyunca ben de bu kanaate vardım.

         

Ziyad Nemli, yaşarken maalesef çok istemesine rağmen hikâyelerini iki kapak arasına alamadan aramızdan ayrılmıştır. Yani onun müstakil bir hikâye kitabı yoktur. Merhum gazeteci, karikatürist ve yazar Hikmet Aksoy onunla ilgili "Kırmızı Paçalı Güvercin-Ziyad Nemli" adıyla, küçük hacimli olsa da, değerli bir vefa kitabı hazırlamıştır. 144 sayfalık bu kitapta merhum Ziyad Nemli'nin resmî biyografisine, yayın ve sanat hayatına, ardından yazılanlara, aile ve dost çevresinden fotoğraflara ve hikâyelerine yer verilmektedir.

           

Değerli araştırmacı yazar Hikmet Aksoy'un kaleme aldığı bu vefa kitabı olmasaydı onun dergilerde kalmış, zamanla unutulmuş o nefis hikâyelerini okuyamayacaktık. Bu kitapta Ziyad Nemli'nin, başta kitaba adını veren "Kırmızı Paçalı Güvercin" olmak üzere, 15 güzel hikâyesine ulaşabiliyoruz. Onun pek gizli kalmış usta hikâyeciliği hakkında kanaat sahibi olmamıza imkân veren bu kıymetli hikâyelerin isimleri şöyle sıralanıyor: "Kırmızı Paçalı Güvercin", "Yağdıkça Çaresiz İçeceksin", "Anı", "Islak Kız", "Kadavra Başında", "Unutulan Bir Şey", "Ver Yansın Elini", "Hikâye Bu", "Mektup Gibi", "Dünya Ekşidi", "İçmeye Gittiler", "Beş Parmak", "Dişi", "Kadınlar Hamamına Paso", "Mutlu Karanlık".

Gölgede kalmış usta hikâyeci Ziyad Nemli'nin hikâyelerine dikkatli bir gözle baktığımızda yazdıklarının daha çok gözlem ve yaşantılara dayandığını fark ederiz. Yani o, bazı hikâyelerinde yaşadıklarını edebî bir çizgide öyküleştirirken, bazı hikâyelerinde de gözlemlerine yer vermiştir. Zaten hikâyecinin temel kaynakları gözlem ve yaşantılardır.

Ziyad Nemli, Karadeniz'in karakteristik özelliklerinin en bariz olduğu şehirde, Trabzon'da yaşamıştır. Trabzon'a dair yaşanmışlıkları ömrünün önemli bir yekûnunu teşkil eder. Nemli'nin hikâyelerinin bir kısmı mekân olarak Trabzon'da geçer. Bunlar arasında "Unutulan Bir Şey", "Yağdıkça Çaresiz İçeceksin", "Anı" ve "Mutlu Karanlık" sayılabilir.

Karadeniz'in hırçın ikliminde, Trabzon'da doğmasına rağmen Ziyad Nemli'nin delikanlılık yıllarının önemli bir kısmı İstanbul'da geçmiştir. Bu yüzden hikâyelerinde İstanbul'dan kesitler görebiliriz. Onun hikâyelerinden İstanbul'da geçenler şunlardır: "Kırmızı Paçalı Güvercin", "Mektup Gibi", "Ver Yansın Elini", "Islak Kız" ve "Hikâye Bu"

Merhum Hikmet Aksoy'un Ziyad Nemli vefa kitabında "Kırmızı Paçalı Güvercin" hikâyesinin nerede yayımlandığı belirtilmese de öteki hikâyelerin yayımlanma tarihleri ve yerleri bellidir. Bu çerçevede "Yağdıkça Çaresiz İçeceksin" hikâyesinin 1954'te Hamsi dergisinde, "Anı" hikâyesinin yine 1956'da Hamsi dergisinde,"Islak Kız" hikâyesinin 22 Ocak 1959 tarihinde Vatan 1960 Yıllığı'nda, "Kadavra Başında " hikâyesinin Varlık 1960 Yıllığı'nda,"Unutulan Bir Şey" hikâyesinin Ocak 1955'te İstanbul dergisinde, yine "Ver Yansın Elini" hikâyesinin Şubat 1955'te, "Hikâye Bu" hikâyesinin Mart 1955'te, "Mektup Gibi" hikâyesinin Nisan 1955'te, "Dünya Ekşidi" hikâyesinin Mayıs 1955'te, "İçmeye Gittiler" hikâyesinin Temmuz 1955'te, "Beş Parmak" hikâyesinin Eylül 1955'te, "Dişi" hikâyesinin Aralık 1955'te, "Kadınlar Hamamına Paso" hikâyesinin Aralık 1955'te İstanbul dergisinde,  " "Mutlu Karanlık" hikâyesinin ise Ağustos 1962'de Trabzon'da yayımlanan Kıyı dergisinde neşredildiği görülmektedir. Kim bilir bunların dışındaki hikâyeleri nerelerde yayımlanmıştır?

Yazarın mahrem dünyası yahut Ziyad Nemli'nin hikâyelerinin tahlili denemesi

Bu kısımda merhum Hikmet Aksoy'un "Kırmızı Paçalı Güvercin-Ziyad Nemli" adlı kitabındaki örnek hikâyelerin tahlilini yapmaya çalışacağım. Bunu yaparken söz konusu hikâyelerdeki olay (konu), zaman, mekân, kurgu, deyimler ve halk söyleyişleriyle üslûp ve estetik unsurlar temel hareket noktam olacaktır. Bu ölçüler çerçevesinde Ziyad Nemli'nin hikâyelerinin bir kısmı üzerinde bir çeşit kazı (tahlil) çalışması yapacağım. Ona geçmeden evvel de Nemli'nin hikâyelerinin karakteristik özelliklerinden bahsedeceğim.

Ziyad Nemli'nin hikâyelerine baktığımızda (ki Kırmızı Paçalı Güvercin-Ziyad Nemli kitabında yer alan elimizdeki 15 hikâyesinden hareket ediyoruz) bunların genelde 2-3 sayfa uzunluğunda kısa hikâye tarzında olduklarını görüyoruz. Hacimlerinin kısalığı nedeniyle okuyucuyu yormuyorlar. Tabir caizse bir solukta rahatça ve de keyifle okunabiliyorlar.

Ziyad Nemli'nin hikâyelerinde öncelikle ve özellikle dikkat çeken şey, konularını halk kesiminden almasıdır. Bunun en büyük sebebi, kendisinin de halk içinde ve halkla iç içe yaşamış olmasıdır. Onun içindir ki hayata dair gözlemleri renkli, isabetli ve etkileyicidir.

Ziyad Nemli'nin hikâyelerine baktığımızda onun eserlerinde Türkçenin bütün güzelliklerini sergilediğini, dilin bütün imkânlarını kullandığını görüyoruz. Hikâyelerinin çok sevilmesi, yaşayan Türkçeyi ustaca kullanmasından dolayıdır. Zira Türkçe onun hikâyelerinde coşkun bir nehir gibi akar. Onu okurken sözlük karıştırma gereği duymazsınız.

Ziyad Nemli'nin hikâyelerinde işlenmiş, capcanlı bir dil göze çarpar. O, Türkçenin anlatım imkânlarına yenilerini ekler. Dilin ufkunu alabildiğine genişletir. Düz anlatımdan uzaklaşılarak süslü (imgeli, metaforlu) anlatıma yaklaşır. O, meselâ Trabzon'da her mevsim ve sürekli yağmur yağışını "damı delik memleketimin" özgün söyleyişiyle dillendirir.

Nemli'nin hikâyelerinde hayatın bütün zorluklarına rağmen yaşama sevinci dikkat çeker. Bütün olumsuzluklara rağmen yine de her doğan günün yeni güzellikler getireceğine inanılır. O, kahramanları olan insanları tabiatın bir parçası olarak görür, o bütünlük içerisinde anlatır. Onun hikâyelerindeki kahramanlar tutarlılıklarıyla ve çelişkileriyle harbi insanlardır.

Siyahı ve beyazıyla hayatı dolu dolu yaşayan Ziyad Nemli, hikâyelerinde anılarından da beslenir. Kahramanlarının sahiciliği onun güçlü gözlemlerinin ve yaşantılarının ürünüdür.

Kitaba adını veren "Kırmızı Paçalı Güvercin" bir iç muhasebe öyküsüdür.

Kitaba adını veren "Kırmızı Paçalı Güvercin" hikâyesinin ta başında bir yalnızlık, tükenmişlik, hasret ve umutsuzluk havası vardır. Bunu "Benim de işimden yorgun argın çıkıp evimin yolunu tutacağım gün sonu saatlerim olmayacak mı?" soru cümlesinden anlıyoruz.

"Kırmızı Paçalı Güvercin" hikâyesinde geçen "Beyazıt, Kapalıçarşı, Mercan Yokuşu, Aksaray, Şehzadebaşı, " gibi yer adları olayların İstanbul'da geçtiğini gösteriyor. Yazar kendi duygu ve düşünce dünyasını anlattığı için hikâye boyunca birinci kişili anlatım (ben ağzı) kullanılmıştır. Yazar hikâye boyunca iç dünyasına yönelik bir çeşit kazı (psikolojik tahlil) çalışması yapıyor. Onun içindir ki hikâyede dış çevreye yönelik izlenimler sönük kalıyor.

Bu hikâyede "gün ışığının son kırıntıları, günü akşama devirmenin umutsuzluğu, ürkek akşam kalabalığı, acılarını kafasının karatahtasına yazmak, gök kapısı, zembereği kopmuş saat gibi, gözlerin derin karanlığı, açlığın ıslak acılığı, yufka düşünce, hışımlı çığlık " gibi özgün ve edebî söyleyişler dikkat çekmektedir. Yine hikâyede "umut kapısı, can kulağıyla dinlemek, hâlden anlamak, canevi, har vurup harman savurmak "gibi deyimler ve halk söyleyişleri kullanılarak söz konusu hikâyelerin gelenekle olan bağı sıkılaştırılmıştır.

Bu hikâyede dişe dokunur belli bir olay yok. Hikâyenin başından sonuna kadar umutsuzluğun beslediği, ete kemiğe büründürdüğü bir iç konuşma sürüp gidiyor. Yazar yaşadıklarını ve muhtemelen gelecekte yaşayacaklarını sorguluyor. Bir anlamda da sesli düşünüyor. Anlatan (özne) da muhatap (nesne) da kendisidir. Hikâyenin sonuna doğru kendi deyimiyle "Bir güvercin uçup geliyor" ve hikâyeye dahil oluyor. Ondan sonraki kısımda "güvercine seslenme" diyebileceğimiz uzun bir monologla karşılaşıyoruz. Bu bölümde kendisiyle güvercini karşılaştırarak güvercinin tevekkülüne ve teslimiyetçi duruşuna gıpta ediyor. Bu son kısımda güvercine söylediklerinden, daha doğru bir ifadeyle belirtmek gerekirse sayıklamalarından anlıyoruz ki kahramanın/yazarın umutları filizlenmeye başlamıştır. Onun bu noktaya gelmesinde güvercinin vakur duruşu etkili olmuştur.

Bu hikâyede zamana dair ipuçları yoktur. Hikâyede olay veya olaylar olmadığı için kurgu duygusal kurgudan öteye gitmemektedir. Soyutlamalar ve özgün söyleyişler üslûp konusunda olumlu düşünceler beslememize kapı aralıyor. Ziyad Nemli'nin gelecekte yayımlamayı düşündüğü; fakat imkân bulamadığı kitabına ad olarak vermeyi tasarladığı bu metin hikâye gelenekleri içerisinde Çehov (Durum) Hikâyesi'ne daha yakın duruyor.  Bu metin yazarın sesli düşünmelerinden vücuda geldiği için hikâyede İç konuşma Tekniği hakimdir. Yazar anlatmak istediği duygu ve düşünceleri iç diyalogla açığa vurmaktadır.

"Kırmızı Paçalı Güvercin" hikâyesine dil ve anlatım açısından baktığımızda yazarın dilin bütün imkânlarını hakkıyla kullandığını ve sadelikte derinliği yakaladığını görüyoruz.

"Kadavra Başında" hikâyesinde anlatıcı/yazar vandallığın zirvesine çıkmaktadır.

Merhum Hikmet Aksoy'un "Kırmızı Paçalı Güvercin-Ziyad Nemli" adlı kitabındaki söz konusu usta yazara ait 15 hikâyeyi büyük bir keyifle, adeta bir solukta okusam da bazı hikâyeler benim için bir adım önde olmuştur. Kitaba adını veren "Kırmızı Paçalı Güvercin" dışında, benim için bir adım önde olan (favori) hikâyelerden biri de "Kadavra Başında" hikâyesidir. Zira bu hikâyede apayrı bir gözlem gücü ve psikolojik derinlik vardır.

Yazar "Kadavra Başında " hikâyesinde öylece upuzun uzanmış, yapayalnız bir ölüyü farklı bir açıdan anlatmaktadır. Daha doğrusu bir ölü üzerinden genel anlamda hayatı, özel anlamda da kendi yaşadıklarını sorgulamaktadır. Yazar hikâyenin başında "yataksız, yorgansız, çırılçıplak" diye tasvir ettiği ölünün şahsında kendi geleceğini (daha doğru bir tabirle kendi sonunu) hayal etmektedir. İçinde, kendi ifadesiyle "isimsiz bir duygunun halkacıkları genişledikçe genişlemektedir." Her şey olması gereken çizgide ilerlerken "Düpedüz bir cana kıymaya doğru yaklaşmanın sinsiliği var üstümde." diyen kahraman/yazar bir anda adeta vahşileşerek, (buna vandallaşma da diyebiliriz) bıçağını alarak ölünün üzerinde anlamsız bir operasyona başlıyor. Bunu yaparken de hayatın öznesi olan insanın fâniliğinden ve güçsüzlüğünden dem vurarak o insanın geçmişine dair hayal ürünü bir kısım şeyler sayıp döküyor. Cerrahî işlemlerde (ameliyatlarda) kullanılan çok keskin bir alet olan bisturiyi olanca vahşiliğiyle, adeta bir adlî tıp doktoru tavrıyla ölü üzerinde kullanışını en ince ayrıntısına kadar anlatıyor.  Bu çirkin eylem karşısında ölünün çaresizliğinden ve teslimiyetçi duruşundan söz ediyor.  Daha sonra da "Pensi, bisturiyi tutan parmaklarıma bakıyorum.  Ve onlardan utanıyorum." diyerek aslında gizli bir pişmanlık duyduğunu da itiraf ediyor.

Hikâyenin devamında Hallâc-ı Mansûr gibi derisini yüzdüğü ölünün başta gözleri olmak üzere, belli başlı uzuvlarına odaklanıyor ve bu organlara dair sesli düşüncelere dalarak şunları söylüyor: "Bir zamanlar bu göz de ışıl ışıl dünyamıza bakmıştı. Çeşitli renklerden, çeşitli güzelliklerden nasiplenmişti. Öyle mi? Bu göz ve öteki. Kim bilir güzel belleği kaç kadının, kaç genç kızın memelerine, bacaklarına, gözlerine, saçlarına saplanıp kalmıştı."

1960 senesinde Varlık Yıllığı'nda yayımlanmaya lâyık görülen bu hikâyede "isimsiz bir duygunun halkacıkları, yüreği avuçlarında atmak, çocuksu ürkeklik, bir serüven eşiğinin buzlu kıpırdanışları, düşüncelerin ucunun karanlığa saplanması, ölümsüz güzellikler kuyusu, kendi kitabını yaşamak (kader), bıçak ağzı gibi soğuk bir ürperti, insanoğlunu sobalık oduna çeviren gerçek ölüm, kalleş sevinci, ölüm mavisi göz, soğuk gülümseme" gibi özgün ve edebî söyleyişler metne apayrı bir güzellik ve estetik haz vermektedir. Yine metinde kullanılan "el etek çekmek, kirli çamaşırlarını ortaya dökmek, keçi inadı, caniko, can atmak, ipini koparmak" gibi deyimler de hikâyeye nostaljik bir hava ve geleneksel bir soluk katmaktadır.

"Kadavra Başında" hikâyesinde belli bir zaman ve mekân yoktur. Vurgulanmak istenen mekân değil, anlatılanlardır. Metnin genelinde bir iç sorgulama ve muhasebe havası vardır. Olayın kahramanları anlatıcı/yazar ve ölüdür. Ölü cevap veremeyeceği için yazarın iç konuşmaları metne hâkimdir. Yani hikâyede baskın olan anlatım tekniği iç konuşma (iç diyalog) dur. Böylece yazar hem kendinin hem de ölünün ahvâlini beyan etmektedir.

Bu hikâyede anlatım ben ağzından (birinci kişili anlatım) yapılmaktadır.  Kip olarak da Şimdiki Zaman kullanılmıştır. Ölçülü ve kontrollü olarak devrik cümlelere yer verilmiştir.

Ziyad Nemli, "Dişi" hikâyesinde hayata bir kadının gözüyle nazar eder.

Ziyad Nemli'nin üzerinde kazı (tahlil) yapmak istediğim hikâyelerinden biri de "Dişi"dir. Nemli, "Dişi" hikâyesinde hayata bir kadının nazarıyla bakıyor. Adı açıkça verilmeyen hikâye kahramanı kadın "Bu gece konuşmak, bildiklerimi, bilmediklerimi, düşündüklerimi niçin düşünemediğimi sıralamak ihtiyacıyla doluyum." diyerek söze giriş yapıyor. Bir anlamda eteğindeki taşları dökerek o ağırlıktan kurtulmak istiyor.

Daha evvel evlenip sudan sebeplerle boşandığı anlaşılan kadın kahraman, söylenenlere bakılırsa pek dağınık olduğu anlaşılan kendi odasını önce okuyucuya anlatıyor. Sonra karşı binadaki, aklının kaldığı sevdiği erkeğin odasını hayal ediyor. İsmi verilmeyen bu erkeğin vurdumduymazlığı, kadının ilgisine karşılık vermeyişi onu çileden çıkarmaya yetiyor. Kızgınlığını, söz konusu erkeğe "budala", "uyku tulumu" ve “sünepe” diyerek gösteriyor. "Perdeleri benim odamın aydınlığına inik, karanlık olan odasının uykusunu uyuyan akılsız sersemin erkek gözlerine bir susamışlık var içimde." ifadesinden erkek delisi bir kadın olduğu anlaşılıyor. Devamında "Bu gecemi ona vermeye can attığımı bilse uykusunu böler mi bu saat?" sözüyle de gerçek niyetini ortaya koyuyor. Bahsi geçen erkeğin ilgisizliği karşısında ona ağız dolusu kötü sözler sarf ederek erkeklerle ilgili kanaatini şöyle dile getiriyor: "Erkek dediğin göz diktiği kadını ayartmak için her çareye başvurmalı." Karşı komşusu olan erkeğe olan düşkünlüğünü derinden bir âh çekerek "Âh ben onun karısı olsam, yalnız bir gecelik olsam...", "Benim olmalı bu erkek yahut ben onun olmalıyım." sözleriyle sürdürüyor. Görünen o ki hem seven hem de kızan kadın rolündedir. Onun bu hâli, sevgisine karşılık bulamayışındandır. Bu duygular içerisinde dünle bugün arasında gidip gelirken çok samimi olduğu arkadaşı (kahramanın deyimiyle) Ağsuman (Asuman) gelir aklına. Onunla yaşadıkları bir film şeridi gibi geçer gözlerinin önünden. "Kocamdan niçin ayrıldığımı kendilerine söylesem beni taşa tutarlar her Allah'ın günü." diyerek liseli bir gence âşık olduğunu hatırlatır. Körpe liseli bir çocukla yaşadıklarını mâzinin aynasından seyredercesine anlatır okuyucuya. Hikâyenin sonunda da genç liseliyle, bir türlü elde edemediği karşı apartmanda uyuyan delikanlıyı karşılaştırır. Toy liseliye özlemini yineleyerek karşı dairede oturan sevdiğine "Budala, sen uyu ömrünce" der. Bu, güzelliği fark edilememiş bir kadının doğal tepkisidir.

"Dişi" hikâyesinde "eşyaların yerini yadırgaması, ten sızısı, gözlerine susamak, ölüce uzanmak, kanı kanına işlemek, karanlık düşünceler, hürriyetsizlikten çatlamak, erkekçe bakmak, karanlık perde, azgın azgın bakmak, dişiliğini haykırmak istemek, sesin sıcaklığı, rüzgârın pencerenin camlarını şamarlaması, akılsız rüzgâr, hoyratlığını sevmek, bakmasını iyi bilmek, dil döndürmek, odanın ışığının sızması, kadını tatmak, sevmesini becerememek, ömrünce uyumak, azgın ateş" ifadeleri özgün ve sıra dışı anlatımlar olarak karşımıza çıkıyor.

Yine hikâyede kullanılan "alt üst etmek, çileden çıkmak, yere bakandan kork, kalbi onun için atmak, akıl erdirmek, aklından geçirmek, maskara olmak, yerli yerine oturtmak,  tefe koymak, haz duymak, taşa tutmak, ders vermek, kazanç sağlamak, borçlu olmak, gelişi güzel, yabana atmak, göz dikmek, ayartmak, şımartılmak, pişman olmak, sözünü etmek, şaşırıp kalmak, dua etmek, Allah'ın günü, arzu etmek,  yetip de artmak, eli değmek, tatmak istemek" gibi deyimler ve halk sözleri metne bambaşka bir sıcaklık ve samimiyet katıyor.

"Dişi" hikâyesinde yaşanan ân'ın yanı sıra, içinde bulunulan zamandan geçmişe doğru gidip gelmeler de dikkat çekiyor. Hikâyenin özellikle son kısmında kadın kahramanın kocasından ayrılışı ve bu ayrılışa sebep olarak gösterdiği körpe bir liseli çocukla yaşadıkları, zamanlar arası yolculukların varlığını somut olarak gösterir. Buna biz hikâye terminolojisinde "Geriye Dönüş" deriz. Bu gibi geriye dönüşler hikâyenin çerçevesini genişleterek okuyucunun hadiselere bakış açısını artırır. Bununla birlikte söz konusu hikâyede "İç Konuşma (İç Monolog)" tekniğinin de başarıyla kullanıldığını görüyoruz. Kadın kahramanın büyük bir hazla bağlandığı erkekle ilgili değerlendirmeleri bunun ete kemiğe bürünmüş somut hâlidir.

"Dişi" hikâyesinde konunun nerede geçtiğine dair herhangi bir ipucu yoktur. Dikkat ederseniz konu diyorum; çünkü hikâyede olay diyebileceğimiz ciddiyette bir şey yoktur. Hikâyenin başından sonuna kadar kadın kahramanın erkek açlığı ve hasreti anlatılıyor. Metne konu derinliği ve ruh tahlilleri açısından baktığımızda Çehov (Durum) hikâyesine yakın olduğu görülür. Zira Çehov tarzı hikâyelerde olay değil, duygu ve hayaller ön plana çıkar.

"Dişi " hikâyesinde muğlak bir zaman (günün ân'ları) olsa da zamana vurgu yoktur. Vurgulanmak istenen zaman ve mekân değil, anlatılanlardır. Metnin genelinde bir iç dökme havası vardır. Kadın kahraman, içinde biriktirdiklerini anlatarak rahatlamaktadır. Olayın kahramanları, anlatıcı/yazar ve yazarın deyimiyle vurdumduymaz ve kendini beğenmiş budala sevdiğidir. Yazar hikâyenin sonunda eski arkadaşı Ağsuman'la yaşadıklarından da bahsetmektedir. Daha çok kahramanın/yazarın iç konuşmaları metne hâkimdir.

Bu hikâyede anlatım ben ağzından (birinci kişili anlatım) yapılmaktadır.  Kip olarak da Şimdiki Zaman kullanılmıştır. Devrik cümlelere yer verilerek metne şiirsel bir hava katılmıştır. Hikâyenin dili, yaşayan Türkçe olduğu için okuyucuyu zorlamamaktadır.

Dostlarının gözüyle Ziyad Nemli ve dolu dolu geçen bir ömrün hitamı

Dostlarının kanaatlerine bakılırsa merhum Ziyad Nemli her şeyden evvel dürüst ve kimsenin arkasından dümen çevirmeyen dobra bir insandı. Sıkıntılı anlarında bile yüzündeki tebessüm hiçbir zaman eksik olmazdı. Gönlü sevgi ve muhabbet doluydu. Tam bir arkadaş canlısıydı. Ömrü boyunca para değil, arkadaş biriktirmişti. Onun içindir ki başta gazetecilik ve yazarlık olmak üzere çok geniş bir dost halkası ve seveni vardı. İnsanlık adına hep yeni iyilik ve güzelliklerin peşinde koşardı. Hak bildiği yolda ısrarla yürürdü. Nefretin hükümran olduğu çevrelerde bile herkese yetecek büyüklükte bir sevgi ve hoşgörü çağlayanıydı.

Ziyad Nemli'nin gönül kapısı Mevlâna misali, hiçbir ayrım yapmadan bir ömür herkese açıktı. Yolu sevgiden geçenlerle hep karşılaşırdı. Kişisel egoları ve kaprisleri yoktu. Tıpkı hikâyelerindeki kahramanlar gibi kendisi de halktan bir insandı.  Hoşsohbetti. Sabahtan akşama kadar konuşsa da söz hazinesi bitmezdi. Konuşurken monologu değil, diyalogu esas alır, karşısındakini de sohbete dahil eder, ona da söz hakkı verirdi. Her konuda olduğu gibi bu mecrada da paylaşımcıydı. Dostlarının mutluluğuyla mutlanır, üzüntüleriyle kederlenirdi.

Usta bir kalem erbabı olan ve yazmaya hikâye türüyle başlayan Ziyad Nemli, hikâyenin dışında da hemen her konuda rahat yazmasıyla bilinirdi. Canından çok sevdiği memleketin meselelerini kendi meselesi bilir ve öncelerdi. Kelimeleri gönül teknesinde bir hamur gibi yoğurur, onlardan renkli edebî mahsuller ortaya çıkarırdı. Hemen her konuda sağlam ve tutarlı fikirleri vardı. Her zaman sözünün arkasında dururdu.  Kendisine zarar verecek olsa da doğru bildiği ve inandığı düşünceleri nezaket kuralları çerçevesinde her ortamda dile getirirdi. Gönül hatır için virgül gibi eğilmez, tabir caizse elif gibi dik dururdu.

Ziyad Nemli, Karadeniz kültürünün müşahhas bir numunesiydi. O sadece bir gazeteci değil, bir gönül adamıydı da. Sanattan edebiyata, siyasetten spora kadar; başta Trabzon olmak üzere, bütün Karadeniz'in, hatta Türkiye'nin meseleleriyle yakından ilgilenir, çözüm yolları arardı. Yazılarını kaleme alırken kantarın topuzunu kaçırmaz, ölçü üzere hareket ederdi. Fakat güçlülerin güçsüzleri ezmesine asla göz yummaz, olanca gücüyle ve cesaretiyle üzerlerine giderdi. Kin tutmaz, en ağır eleştiride bulunduklarıyla da yüz yüze karşılaştığında konuşurdu.

Çok renkli bir kişiliğe sahip olan Ziyad Nemli, ikliminde büyüyüp yetiştiği Karadeniz gibi coşkulu ve heyecanlı bir insandı. Bu özelliğinden dolayıdır ki çok kere kapına sığmazdı. Tabiatla iç içe yaşardı. Yerine göre kavgacı, yerine göre şakacı, yerine göre de sevecendi.

Ziyad Nemli, samimi bir Türk milliyetçisiydi. Yüreğinde besleyip büyüttüğü ülküleri vardı. Başta milliyetçi camiadan isimler olmak üzere Atsız'dan Zeki Velidî Togan'a, Fethi Gemuhluoğlu'ndan Mükrimin Halil Yınanç'a, Nezat Yalçıntaş'tan Mehmet Kaplan'a, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu'ndan Erol Güngör'e, Mümtaz Turhan'dan Mehmet Çavuşoğlu'na, Necip Fazıl Kısakürek'ten Halide Edip Adıvar'a, Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan Salah Birsel'e, Behçet Necatigil'den Nurullah Ataç'a, Sebahattin Kudret Aksal'dan Sait Faik'e, Necati Sepetçioğlu'ndan Abdülhak Şinasi Hisar'a, Bedii Faik'ten Falih Rıfkı Atay'a, Galip Erdem'den Prof. Dr. Osman Turan'a, Yücel Hacaloğlu'ndan Prof. Dr. Kaya Bilgegil'e, Ahmet Emin Yalman'dan Doğan Nadi'ye, Cemal Süreya'dan Muzaffer Ozak'a, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Naim Tirali'ye kadar birçok önemli isimle şahsî ve gıyabî dostlukları vardı. İdrakini düşünce, siyaset ve edebiyat alanındaki bu kişilerden beslemiştir. Onlardan haz ve hız almıştır.

Yükselir Hanım'la saygı ve sevgiye dayalı mutlu bir evlilik geçiren Ziyad Nemli, çocuklarına çok düşkündü. Aile hayatını önemseyen Nemli, ailenin toplumun temel direği olduğuna inanırdı. O, hâlden anlayan bir insandı. Onun için de herkesi idare etmesini bilirdi.

O, Nemlizâdeler gibi köklü bir aileden gelmesine rağmen hiçbir zaman şımarık ve kendini beğenen bir insan olmamıştır. Çevresinin iteklemesiyle zaman zaman siyasete girme teşebbüsleri olsa da bu girişimleri cılız kalmıştır. Böylece her kesime eşit mesafede durmuştur. Belli bir politik görüşü olsa da kendi gibi düşünmeyenlerle de iyi anlaşmış, hatta onlarla bile ciddi dostluklar kurmuştur. Kendisinin istemediğini başkasına reva görmemiştir.

Gazeteci, hikâyeci ve sanat adamı Ziyad Nemli; 1931'le 1990 yılları arasında 59 senelik kısa sayılabilecek bir ömür sürdükten sonra 30 Ağustos 1990 tarihinde, bir zafer bayramında aramızdan ayrılmıştır. Onun ebediyete irtihali dostlarını ve tüm Trabzonluları derinden üzmüştür. Kabri Trabzon'un Değirmendere semtindeki Sülüklü Mezarlığı'ndadır. Ölümünün 30. sene-i devriyesinde kendisine Allah'tan rahmet diliyoruz. Ruhu şâd olsun.

Ziyad Nemli'den bir hikâye örneği: "Kırmızı Paçalı Güvercin"

Benim de işimden yorgun argın çıkıp evimin yolunu tutacağım gün sonu saatlerim olmayacak mı? Çoğu akşamlar elleri dolu kafasında küçük hesapların ordu bozanlığı, şöyle gri bir gök altında sabırsız ya da bitkin adımlarla evine doğru yürüyen biri olmayacak mıyım ben de? O günler, o günler gerçekten ömrümün sonuna kadar bana hiç gelmeyecek mi? Gülmeyecek miyim yoksa?

Günümü akşam ettim yine.

Beyazıt havuzunun kenarında bir sıra, sıralar arasında. Günümü akşama devirmenin umutsuzluğu, yorgunluğu, yitikliği, nâçarlığı elinde kaskatı bir kıyısına ilişmişim şu sıranın.  Meydanın tedirgin, ürkek akşam kalabalığına karşı. Gün boyu yapacak bir işi olmamanın, çalacak bir umut kapısı bulamamanın sancıları, kahırlarıyla tüm sıkıntılarımı, acılarımı kafamın karatahtasına yazıp yazıp bozuyorum. Bunca kalabalıkta dört bir yanım paramparça bunun için. Ve bunun için oturmuş kalmışım şuracıkta, şaşkın.  Ama ne zamana kadar daha. Ne bileyim ne zamana kadar daha sürecek midemdeki kazınma, onun alnıma sıçramış ateşi?

Şu ışığı söndü sönecek, şu silik, şu boş gözlerle bakıyorum da gök kapısından bir aralığın bana aralandığını göremiyorum. Oysa giyim kuşamının utancını duyanı, duymayanı, elinde çıkını olanı, olmayanı, tıraşlısı tıraşsızı ayrı yönlere sırtlamışlar başları üstündeki aynı gökyüzünü. Yolların sonu noktacık noktacık da olsa, ev, evler... Düşüncelerimde bensiz evler... Kapalıçarşı'ya Mercan Yokuşu'na doğru payını kaçıran kaçırana. Tramvaylar, otobüsler, dolmuşlar aynı gökyüzünü büyük gürültülerle Aksaray'a, Çarşıkapı'ya, Şehzâdebaşı'na, Süleymaniye'ye çekip çekiştiriyorlar. En küçük ağırlıkların başımı döndürdüğünü, gözlerimi kararttığını, en küçük kımıltıların içimi titrettiğini bilseler, anlasalar ya. Hayır. Anlasalar, bilseler bu otobüsler, bu dolmuşlar, bu tramvaylar bana doğduğum kıyıların en ölü akşamlarının en ölü sessizliğini taşırlar.

İçimle dışımla bir alt üst oluşu yaşıyorum artık. Evler açıyorum kendime, iç içe sofalardan odalara geçiyorum. Denize yahut da bir demiryoluna bakan bir odada kendi kendime bir döşek serip hazırlıyorum.

Bana o günler gelmeyecek mi diyorum, o günler gelmeyecek mi bana? O günlerin birinde benim de "Efendiden bir adam" sözünü etmeyecekler mi arkamdan? Yine o günlerin birinde ihtiyar yüzlü anacığımla onun eliyle hazırlanmış bir sofra başına oturmayacak mıyım?

Bir güvercin uçtu geldi. Ne yandan geldiğinin farkına varamadım. Bir iki bakındı durdu, kuşkulu kuşkulu; bir iki sıçrayışla kendini topal bahçıvanın yetiştirdiği çimenlere attı sonra. İvedi kâfir. Çimenleri gagalamayı bir yana bırakmış, başını kaldırmış bana bakıyor. Bilmiş, halden anlar küçük gözlerine elimi açıyorum; ürkmüyor. Cümle sevdiklerinin sevgisini yitirmek üzere olan bir işsiz güçsüze, onun kirli avucuna can evinin en cömert bakışlarını akşam akşam dilsiz bir acıma duygusuyla kırpan bu küçük kuşa günlerimin hikâyesini namusluca anlatmaya koyulabilirim. Şimdi, şu bitkinliğimle; evet, bunu yapabilirim. Bu eski bir alışkanlığımdır benim; ta çocukluğumdan kalma. Sırlarımı en olmayacak hayallerimi, söylenmeyecek daha nice nice garipliklerimi anlatma ihtiyacıyla kıvrandığım ve o dayanılmaz boşalma isteği beni yerden yere çaldığı çılgın anlarımda en anlayışlı, en güvenilir dost hayvanları seçmişimdir kendime. Onlar, aldıklarını başkalarına vermezler çünkü; hele yüze hiç vurmazlar. Yüzden, davranıştan renk alır, hep dinler gözükürler.

İçine içinin karanlık dünyasına kapanık dilsiz, sevimli dostumun tüylerine gün ışığının son kırıntıları düşüyor. Susuyorum artık. Zembereği kopmuş bir saat gibi. Bir ömür boyu gökyüzünün olanca hışmını kanatları üstünde taşıyan kırmızı paçalı güvercine kendimde kalın sessizliğimle bakmak için. Küt, çirkin ama öpülesi gagasını önüne düşürmüş öylece sabırsız o; işte o sabırsızlıkla benim karamsarlığımı, yıkılmışlığımı gidermek için olsa gerek gözlerini çevreleyen kırmızımsı halkacıkları bana kırpıyor. Baktıkça, o küçücük gözlerin şikâyetsizliği, o öpülesi tüylerin bir şey yapamamanın ezintisinden ürperişi karşısında kendimden utanıyorum. Oysa, o gözlerin derin karanlığında da açlığın ıslak acılığı. Ama neden şikâyetsiz.? Bunun için, aç kalmanın namusunu hayvanlar bizden daha cesur, daha namuslu yaşamasını biliyorlar, diyeceğim.

Bense bir gün, iki gün aç, sigarasız, yol parasız kalmışım. Seyyar köftecinin önünden geçerken başımı başka yanlara çevirmiştim. Havayı bulandıran o tükürük köfteleri kokularının midemin kazınmasını daha da derinleştirmemesi için burnuma mendil tıkamışım yahut da sümüklü, pis mendilimin uçlarını ısırmış, kemirmişim. Evet bunlardan ötürü tüm inançlarımı sarsıyor, tüm dostluklarımı karalıyorum. İçten içe beni en anlayışlı arkadaşlarımdan daha can kulağıyla dinleyen bu küçük kırmızı paçalıya var olmanın kelimelere sığmayan dilsiz sevinçlerini adıyorum. İçimdeki sancılı bağları o çirkin ama sevimli gagasıyla kopardı ya, adıyorum.

"Sana karşı" diyorum, "sana karşı yalnız" diyorum., "ama yalnız sana karşı urbalarımın, tıraşı uzamışlığımın utancını duymuyorum. Gerçek dostum benim, biliyorum, anlıyorsun beni değil mi? Bir solukta sana can evindekileri vermeye hazırım, can evimi kanatlarına takmaya da hazırım artık. Uç git ananın babanın, çocukluk hatıralarımın, gençlik rüyalarımın kısır ülkesine. Orada da böyle havuz başları var, o havuz başlarında oturanlar da. Haziran, Temmuz öğlelerinde fıskiyelerden taşan beyaz köpüklere kanat açıp serinleyen paçalı, paçasız senin can yoldaşların da var; biliyorum. Fıskiyelerden taşan beyaz köpüklere, mavisi sarıya çalan aylarının lekesiz gökyüzlerine, küçük gözlü güvercinlere, sere serpe gezinen genç kızlara, kadınlara karşı oturmuş, kendi içlerinden yeni yeni dışa taşmayı öğrenen, öğrenmeye itilen delikanlılara var selâmımı ilet. Bir zamanlar onlardan biri olduğumu söyle. Kırmızı paçalı güvercinlere hep sevgi yüklü mısralar, hep yeni bir çocuksu tutkumu mırıldandığımı o bilmiş, o halden anlar kırmızı halkalı gözlerle duyur istiyorum. Baba ekmeği yemenin yufka düşünceleri elinde gençliğimi nasıl hoyratça har vurup harman savurduğumu da unutma sakın..."

“O günler gelecek diyorum şimdi, o günler gelecek diyorum. O günlerin birinde benim de evim olacak. Analı babalı günlerim olacak. Tek yatacağım çoğu geceler. O günlerin birinin gecesinde ana oğul, gecenin karanlığını hışımlı bir çığlıkla çiğneyip geçen bir treni seyredeceğiz, evimizin penceresinden. Belki bu günlerimize ağlayacağız ortaklaşa, belki de bu günleri unutmuş olacağız. Belki de evet belki de penceremde oturmuş bu günümle, bu günümün hikâyesiyle bağdaşmayacak bir hikâye düşüneceğim. Kim bilir belki de trende giden tanımadığım bir yolcuyla yer değiştirip bilmediğim, hazırlığını yapmadığım bir sefere çıkacağım.

"Neden, neden iki kanadını iki yanına açmış var gücünle çarpıyorsun dostum? Değişmeme bir alkış mı bu?  Bu gururlu, bu umutlu, bu efece alkış gerçekten bana mı? Doğru söyle bana mı, bu gece aç acına yatağına girecek olan bana mı?"

Alacağını almış, vereceğini vermiş, hem de on fazlasıyla vermiş bir güvercinin kanat çırpmaları havalandırdı onu. Beyazıt Camii'nin şerefelerinden yükselen ve aşağılara elenen ezan seslerine doğru.

"Hey benim kırmızı paçalı güvercinim, nereye?"

Kaynakça:

Mortaka Dergisi Ocak/Şubat 2021

                

YORUM EKLE
banner46