Değerli okuyucu. Şair, yazar, düşünce adamı Osman Olcay Yazıcı (1953-2010) bundan üç yıl önce, bir 12 Eylül gününde Hakk’a yürümüştü. Olcay Yazıcı’yı Zeytinburnu Emine İnanç Vakfı Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından dua ve tekbirlerle Topkapı’daki kabristanlıkta ahiret yolculuğuna uğurlamıştık.

Olcay Ağabey’i Tepe Edebiyat Sanat dergisini yayınladığımız yıllarda tanımıştım. Dergi, 1991 yılında yayın hayatına başladığına göre 22 yıl önce Cağaloğlu’nda Olcay Ağabey’in kapısını çalmış olmalıyım.

O yıllarda merhum büyüğümüzün çalıştığı Türkiye Gazetesi bir edebiyat mektebi hüviyetindeydi. Ergün Göze, Sevinç Çokum, Gürbüz Azaklı, Ekrem Kaftan, M. Nuri Yardım, Özcan Ünlü, Mehmet Göze gibi gazeteci, yazar ve şairler Türkiye Gazetesi’nin sayfalarında okuyucularıyla hasbıhal etme imkânı bulurdu. Dergimiz yayınlandıkça Cağaloğlu’nda mezkûr gazetede Olcay Ağabey’in yanına giderek, dergiyi takdim eder ve yazılarını, şiirlerini talep ederdik. Bizi sevmiş olmalı ki dergimizin hemen her sayısında şiiriyle ya da yazısıyla yer alırdı.

Türkiye Gazetesi’nden ayrıldıktan sonar Kültür Dünyası dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Dergi, Yazıcı’nın gayretleriyle ismiyle müsemma bir şekilde memleketin kültür sanat harmanı oldu. Duayen yazarların yanı sıra genç kalemlere de sayfalarının hoş kokulu satır aralıklarında yer verdi. Olcay Bey’in talebi üzerine hafta sonlarında vaktim elverdikçe derginin Fatih’teki yazıhanesine gider, yazıların redaksiyonuna yardım ederdim.

Diriliş rüyası gören bir zattı. Mankurtları sevmezdi.

İşte bu dönemde Olcay Ağabey’i yakından tanıma fırsatı elde ettim. Mümin ve mütevekkildi. Dost canlısı bir halet-i ruhiyeye sahipti. Ben demez, “biz” derdi. Ümmet-i Muhammed’in derdi ile dertlenir; dünyanın neresinde ızdırap çeken bir mazlum varsa sıkıntısını can evinde hissederdi.

Gönül insanıydı. Görül eriydi. Diriliş eriydi. Diriliş rüyası gören bir zattı. Mankurtları sevmezdi. Adam gibi adamdı.

Nezaket, zerafet, bilgelik, içtenlik, dürüstlük ve hepsinden bir adım öte insanlık Olcay Yazıcı’yı tarif eden sıfatlar arasındaydı.

Merhum için şu birkaç cümleyi geçtiğimiz yıl kaleme almıştım: “Olcay Yazıcı’nın şiirinde ilk tesbit edilen hususlardan biri, tefekkür zenginliği olarak karşımıza çıkıyor. Şairin mısralar arasına kurduğu dünyalar kendine has bir diyalektiğe sahip.

Cemiyete ait, has, saf, ölçülü, düşünülmüş, lirik bir edayla ilmek ilmek örülmüş latif şiirler kaleme alan Olcay Yazıcı’nın şiirlerine, üslubu kadar duru olan ruhundaki güzellikler de aksetmişti. ‘Eslim sümme festerih’ düsturuna tam bir mutabakatla bağlanan Yazıcı’nın hisseden, ayırt eden yüreğinin cemiyetin gidişatına yönelik kaygıları ince bir kuyumcu hassasiyetiyle dizildi dizelere…”

Şiiri nesriyle, nesri şiiriyle müsabaka halindedir

İnce düşünce ürünü şiirler yazardı. Düzenli, az ama öz yazardı. Birkaç satıra yüzlerce kıtada ifade edilebilecek manayı yükleme gibi bir hünere sahipti. Her bir kelimesi mahir bir duvar ustasının eliyle mısralar arasına yerleştirilmiş gibiydi. Ne bir eksiklik, ne de bir fazlalık olurdu şiirlerinde. Duru bir Türkçe ile içten ve bilge bir söyleyiş hâkimdi şiir atmosferine. Okuyucuyu yormaz, usandırmaz bir şiir kumaşı vardı Olcay Ağabeyin.

Yunus Emre’yi, Mevlana’yı, Abdülhakim Arvasi’yi, Necip Fazıl Kısakürek’i ve Sezai Karakoç’u Olcay Yazıcı’nın düşünce havzasına fikir yükleyen zatlar olarak sayabiliriz.

Olcay Yazıcı için “Şiiri nesriyle, nesri şiiriyle müsabaka halindedir” dersek mübalağa etmiş olmayız. Nesri de karii kendine bağlardı. Başladığınız bölümü bitirmeden kitaplarını elinizden bırakmanız mümkün olmazdı.

Malum her güzel şeyin bir müşterisi ve sonu var. Kültür Dünyası dergisine de bir zat genel yayın yönetmeni olarak müşteri oldu/müşteri bulundu. Haliyle, Olcay Ağabey’e yine yol gözüktü. Keyfiyetten haberdar olur olmaz derginin sahibini aradım. Patrona, “Kışın ortasında arkadaşımız işsiz kaldı. Bir kaç gün önce de bir çocuğu dünyaya geldi. Şu kararınızı bir daha gözden geçirebilir misiniz?” cümlelerim kâr etmedi.

Uzun sayılabilecek bir süre işsiz kaldı. O dönemde tashih, redaksiyon, partilerin seçim çalışmalarında danışmanlık ve geçici editörlük gibi işlerde çalıştı.

Olcay Ağabey’in uzun soluklu ikinci işine sanırım fakir tavassut etti. Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın Eresin Otel’de düzenlediği Türkiye ve Avrupa Paneli’nde Erhan Erken’le tanıştırdım Olcay Ağabeyi. Erhan Bey, Olcay Yazıcı’yı çok sevdi. İkinci başkanı olduğu MÜSİAD’a süreli yayınlar koordinatörü olarak yerleştirdi. Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği (MÜSİAD) bünyesinde en çok bildiği işle, tashihle, redaksiyonla, editörlükle ilgilendi. Yazı yazdı. Yazdı, çizdi, okudu. Olcay Ağabey tabiri caizse entelelektüel birikimini burada konuşturdu. Kısa sürede dergiye naif bir şair elinin değdiği hissedilmeye başladı.

“Tebdil-i görevde ferahlık vardır” diyerek kurum içindeki bir rotasyonla Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV)’na vakıf müdürü olarak geçti. Vakıf faaliyetlerine râm oldu. Aynı zamanda entelektüel çalışmalarını sürdürdü. MÜSİAD’ın marşını yazdı. Bir müddet sonra da “Herkes kendi ekibiyle çalışır” fehvasınca işinden oldu.

Bir türlü ekibini bulamadı Olcay Ağabey. Hem ekibini bulamadı, hem de ekibini kuramadı. Sanırım en iyi ekibi uzun yıllar çalıştığı Türkiye Gazetesi’nde bulmuştu. Orada şair arkadaşları Ekrem Kaftan, Özcan Ünlü ve Mehmet Göze ile uzun yıllar birlikte çalıştı. El ve gönül birliğiyle gazeteye kültür sanat sayfasından öte bir şeyler hazırlama telaşının içinde bulundu. Olcay Yazıcı merhumun Ötüken Yayınevi’nden çıkan şiir ve düşünce kitaplarının önemli bölümü Cağaloğlu’nda çalıştığı yıllara tarihlenir.

Ölüm, insana Olcay Yazıcı örnekliğinde olduğu gibi yakışmalı

Sevgili okuyucu. Ölüm insanın kapısını ansızın çalıyor. Azrail Aleyhisselâm haberci göndermiyor! Bir anda ölüm meleğiyle karşı karşıya kalıp ruhunuzu teslim ediyorsunuz, o kadar. Olcay Ağabeyin vefatı da böyle oldu. Sağlığı, sıhhati yerindeyken kalp krizi bahanesiyle aramızdan ayrıldı. Bir 12 Eylül günü Olcay Yazıcı’nın hayat gülünün dalı kırıldı.

“Yiğit körpe ölüler ağıtsız geçti çölü/ Destanlık öykümüzü güle anlat kır gülü” diyordu. 12 Eylül mağduru entelektüel şahsiyet, bir 12 Eylül günü ebedî âleme müşfik bir Şehbal kuşunun kanatlarına binerek gitti.

Ateş düştüğü yeri, can acısı çıktığı evi yakıyor. Olcay Ağabey’in vefatına çok üzüldüm. Kederine ailesiyle birlikte ortak oldum. Lakin güzel bir hayat yaşadığını bildiğimden gittiği yerin güzel bir mekân olduğu tesellisiyle üzüntüm hafifledi.

Nihayetinde hepimiz ölümlü insanlarız. Bu satırların yazarı gibi okuyucuları da ama er ama geç fani dünyadan baki âleme göç edecek. Ölüm de insan için. Faniye nihayetinde yakışan şey ölümdür. Ölüm, insana Olcay Yazıcı örnekliğinde olduğu gibi yakışmalı. İnsan, ölümü kendine yakıştırmalı. Çünkü ölüm, bir mukadderat... Ölüm bir hakikat... Ölüm bir vakıa... Olcay Ağabeyimiz “Sen türküler tutturursun/ Ölümleri anan benim/ Sen güllere dokunursun/ Âteşlerde yanan benim!” diye haykırarak vefatıyla da bizlere ders verdi.

Olcay Yazıcı merhumun Topkapı Matbaacılar Sitesi yakınındaki kabrini ziyaret ederim zaman zaman. Ona selâm verir, halini hatırını sorarım! Makberin çiçeklerini suya kandırırım. Kuş sebillerini suyla doldururum. Dualarla makamından ayrılırken Dilsiz Dîvan serlevhalı şiiri hafızama akın eder:

Sığınmış tenhalara melûl-mahzun minyatür/ Bir derviş edâsıyla susar elifte ötür

Hüzzam melâlimizi mahfuz tutan medrese/ Artık mümkün değil mi, geri-dönmek o sese?


İbrahim Ethem Gören yazdı