Tanpınar roman ödüllü bir roman, “Boğazın Sularına Atılan Kitap.” Hem yok hem var; hem özlenilen hem de olmamış birisi. Şems hastalığına tutulmuş bir yazarın dilinden, gönlünden. Doksan sekizin kışı. “… ben hikâyelerinin kaybeden çocukların kaybolmadıklarını, boynuma yağlı urgan gibi dolandıklarını gördüm.”
Farklı bir Zeki Bulduk var bu romanda, yazarın üslubu farklı, romanın kurgusu farklı. Romanın başında, yazarın “Ekran Erkanını İzlerken” diye başlık verdiği bölümde, televizyondaki yarışma programlarına koyduğu isimlerle ne kadar aldatıldığımız da ortaya koyulmuş oluyor. “Halkın Yalnızları” yarışmasına katıldığını düşünen kahraman, “Halkın Yıldızları” yarışmasının jürisine kendini bir türlü anlatmayı başaramaz. “Yalnızlık” ve “Yıldızlık” üzerinde yeniden düşünmeye sevk ediliyoruz modern çağda.
Yazarın diğer kitaplarında olan direniş ve mücadele yok denebilir, bu kitapta. 28 Şubat sürecinde yaşanan olaylar, bize çok daha yakın kahramanlar var bu defa. İroniyle, espirilerle, kısa mesajlarla, kimi zaman modern insan diliyle ama daha çok dertli sözcüklerle örülmüş bir Zeki Bulduk romanı. Öyküleri seven ve “Beni öyküler terbiye etti” diyen bir yazarın hem hikâyelerinin hem de “Bağdat Düşerken” romanının izlerini görüyoruz kitapta. Şüphesiz romanda kendimizi buluyoruz. Postmodern darbeyi yaşayanlar! Unutamayanlar!... Ama en çok da onu yakından tanıyanlar, Zeki Bulduk’u bulacaklardır romanda. Diğer kitaplarındaki kahramanları, şehirleri, dostlukları, acıları, delileri… Zülayha’yı bile bulabilmek mümkün.
Boğazın Sularına Atılan Kitap’ta kahramanlar az, şehirler, mekanlar çok. Kalabalık bir şahıs kadrosu yok ama kahramanlar tek yönlü olmadığından, romana kâfi geliyorlar. “Bağdat Düşerken” romanında ve “Göçtü Kervan” öyküsünde yer alan; Saliha Reyna, Harut, Marut, Uzakşehirli, Asuryan, Elif, Ahmet, Musahhih, bize yakın, efsanevi olmayan, gerçekliği apaçık kahramanlar…
Herkes bir alışkanlıkla ve inatla dönüşüne devam eden dünyada hayatına devam etmektedir. “Herkesin bir hikâyesi vardır.” Musahhih, yayınevinden gelen kitapları düzeltir. “Bıktım şu dünyayı düzeltmeye, düzmeye kalkışanların yazdıklarını okumaktan! Roman dediğin, insanın boğazına kılçık gibi takılmayacak, değil mi ama Tepegöz!” der, düzeltip durur. Yaşlılar, Cennet Teyze, Paşanne, Hacı Salih, sevimli ve iyiliksever, iyimser tiplerdir. Uzakşehirli’ nin radyo programlarında okuduğu, sizden, bizden hikâyeler, masallara yaptığı yeni uyarlamalar, romana akıcı bir üslupla yerleşmiş. Masallar, hayal ürünü iken günümüze uyarlananlar, burada anlatılanlar; darbe yıllarının yaşanmışlıkları aslında. Herkesin mutlaka sekizinci cenneti ve sekizinci cehennemi vardır yaşadığı, yaşamakta olduğu veya yaşayacağı…Sabır ve şükür imtihanı. Saliha Reyna ve Elif’in trajedisi özellikle, romanın kalbi, yaşanmışlıktan ve bizim de yaşadıklarımızdan… Başörtüsü yasağına, farklı baskılara maruz kalmış Müslümanların hâli. Halimiz. Belki de darbeleri unutmamak, duygularımızı, cesaretimizi diri tutmak için daha çok yazılmalı yaşananlar. Edebiyatın gücüne inanarak.
Bağdat, Saliha Reyna’nın gönlündedir. Bursa da Elif’in… Düzce, İstanbul, Salacak, Çengelköy, Kerkük de var. Şehirlerin ruhu var, derler ya ruhu olan şehirlerin de hüznü ve derdi de var. İnsanlar gibi şehirler de bize yakın. Elif, başörtülü okula alınmadığı için bunalımlar yaşıyor romanda. Bursa’da, Numaniye Tekkesi’ne gidip orada huzur buluyor. Özellikle Perşembe günleri ve Miraç geceleri gidiyor tekkeye. Bursa’da üniversite öğrencisi olduğum yıllarda tam da doksan sekiz yılında, Numaniye Tekkesi’ne gider, halka zikirlerine katılırdım. Derdime deva arardım orada. Sanki Elif’le, Saliha Reyna ile Bursa’da karşılaşmış gibiyim. Musahhih de öyle, Uzakşehirli de… Hepsi tanıdık. Biz de o kurgulanan kahramanlarla konuşup dertleşecek gibiyiz okudukça.
Bizim de hayatımızda kimlik bunalımı yaşayan Müslümanlar oldu. “Bu da mı yaşanacaktı?” dediğimiz zamanlar. Başörtü düşmanlarına değil, kendi başörtülerine düşman olanlarımız oldu. Hele saçlarına düşman olanlar ve romanın kahramanı Elif gibi saçlarını kestiren, kazıtan güzelim kızlar oldu bir zamanlar. Şâhit olduk. İyi ki yalnızca bir zamanlar…İyi ki… Bu da geçti ya hu… O saçlarını kazıtan gül yüzlü güzellerin saçlarında asılı kalan âşıklarına ne oldu ki acep!... Halbuki tarak bile parça parça olurdu, o saçların kokusuyla mest!...
Eskiler anlatır, nişanlısını, kocasını yıllarca bekleyenleri, sabredenleri, sevgileri azalmayıp artanları… Bizim sabrımız, zamanımız var mı, emek vermeye, sevmeye acaba? Randevusuz, protokolsüz, plansız yaşamaya hakkımız var mı?...
“Ayaküstü atıştır, ayaküstü sohbet et, ayaküstü uyuyuver, ayaküstü metroya bin derken ayaküstü ölüver, gitsin.” devrindeyiz. Devrim ne ki? Eskiler bir ademoğlunun vefatını, “Yatağına beyaz çarşaflar serildi, abdestini aldı, çocuklarını topladı, Kur’an’ını okudu, duasını yaptı, nasihatını da etti, kıbleye dönüp şehadet getirerek ruhunu teslim etti” diye anlatırlardı. Biz şimdi ambulanslarda, yoğun bakımlarda öldüğümüzden hangisini yapmaya vakit buluyoruz ki? Ayaküstü ölmek için ayaküstü yaşamaya devam etmiyor muyuz?
Evet, “Boğazın Sularına Atılan Kitap”ta, Saliha Reyna, kızı Sabah ile Bağdat’ına varmalı, Ortadoğu’nun yaralı Bağdat’ına merhem olmalı! Elif, saçlarını yeniden uzatmalı. Bir kadının saçı, şiirin süsüdür çünkü… Deli Ejder, delilerin canı pek olduğundan ırmaktan çıkıp gelmeli, dönmeli ki romanın yüzü gülsün. Cennet Teyze’nin, Ahmet’in, Uzakşehir’in, Hacı Salih’in, türkülerin, masalların yüzü gülmeli... Musahhih, hiç hata kalmasın diye uğraşmamalı yazılan her ne varsa. Hatasız insan yoksa, hatasız yazı da, kitap da yoktur. Hatasız tek kitap, Kur’an-ı Kerim. “İnsan kusurludur” ancak eksiktir. Kendi kuyusundan çıkabilirse de eğer melektir, Harut, Marut olan! Peygamberdir Yusuf olan! “Hele akıllıyım, üstünüm” belasından kurtulan insan, kurtuluşa ermiştir!
“Kâinat büyük bir kitaptır; insan ise küçük kitaptır. Lakin okunması elzem olan en güzel kitap insandır.” On Emir’e yeni emirler de var romanda.
“Ben dünyayı sevmedim, sen de sevme.
Başkalarını affetmek kolaydır, önce kendini affet.
Sana verilen emirlere kulak asma!”
Küçük hikâyeler yazmaya, acı çekmeye devam ediyor Zeki Bulduk. “Ne çok acı var”, “İsmimin baş harfleri ACZ tutuyor” diyen Zarif üstadı, Yedi Güzel Adam’ı seviyor. Kendi Yedi Güzel Adam’ını da seviyor. Atasoy Müftüoğlu, İbrahim Çelik, Hasan Aycın, Mürsel Sönmez, Asım Gültekin, İbrahim Paşalı, İbrahim Tenekeci. Sevdiklerini de bir vesile kitaplarında yazıyor. Sanal yaşantılara inat, tadına vara vara “Kaderden ancak razı olunur,” düsturuyla yazmaya devam etmesini diliyoruz. Feryat figan belki yaşananlar, yazılanlar ama bizim. Ve bizim olan her zaman güzeldir.
“Söz bahane…”
MaşAllah Kardeşim!.. Bir roman ancak bu kadar güzel tanıtılır. Sürükleyici bir hikaye tadındaydı. Eline yüreğine sağlık.