Ocak 2021 dergilerine genel bir bakış-4

Mahalle Mektebi’nde Şevket Bulut Dosyası

Dosya hazırlamak bir derginin olmazsa olmazları arasındadır. Kişiler, temalar, olaylar üzerinden hazırlanan dosyalar, dergiye de bir canlılık getirir. Yeter ki özgün ve bakir bir alanda hazırlanmış olsun dosya.

Mahalle Mektebi Dergisi 2021’e Şevket Bulut dosyası ile girdi. Abdullah Harmancı ve Ahmet Sarı’nın editörlüğünde hazırlanan dosya Bulut’un adına yakışır bir titizlikte ve incelikte ulaşıyor okuyuculara. Şundan eminim ki Şevket Bulut adıyla birçok kişi bu dosya sayesinde tanışmış olacak. Böylelikle bir dosya gerçek amacına hizmet etmiştir diyeceğiz. Sürekli dillendirilen konular ve kişiler yerine bir köşede kalmış cevherleri ortaya çıkarmak edebiyat tarihi anlamında daha büyük bir hizmettir.

Tanımaktan ve okumaktan mutluluk duyduğum isimlerdendir Şevket Bulut. Aramızdan ayrılmadan bir yıl önce tanışıp sohbetinden istifade etmiştik. Rahmet diliyorum Anadolu sesli yazarımıza.

Dosyadan örnek paylaşımlar yapacağım. Devamı Mahalle Mektebi 57. sayıda. Özellikle bir hikâyecinin dünyasına girmek isteyenlerin bu sayıyı mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum. 

Şevket Bulut Sözlüğü

Ahmet Sarı, Bulut’un hikâyelerinin giriş kapısını sunuyor bizlere. Onu en iyi ifade eden sözcükleri örnekler eşliğinde ele alıyor. Ahmet Sarı’nın sözlüğündeki sözcükler; Alevi/lik, “Bulut Ozan” Mahlası, Cinler, Çocuk Gelin, Din Eleştirisi, Erzurum, Folklar, Gönül Defterim, Hikâye, Irgat, İdeoloji, Jandarma, Kaçakçılık, Lisan, Maraş, Namus, Olay Hikâyesi, Ömer Seyfettin, Para, Roman, Sadakatsizlik, Şaki / Eşkıyalık, Trajedi / Tekinsizlik, Uyarlama, Üslup, Vicdan, Yaratıklar, Zulüm.

Vicdan

Romantik döneme ait masallarda, aslında bütün masallarda nasıl toplumsal fayda bakımından bir koruyucu sansür, bir toplumsal vicdan varsa Şevket Bulut hikâyelerinde de bir vicdan olduğu söylenebilir. Bulut, Anadolu’da kendi memleketinde gerçekleşen hadiselere elbette bir muhafazakâr, milliyetçi damardan, gerçekçi ama toplumsal faydayı da gözeterek, merhameti ve vicdanı ön plana çekerek hikâyelerini şekillendirir. Bu hikâyeler kendisini okuyanda bir nefis murakabesi, bir vicdan sorgulaması da oluşturmalıdır. Klasik gelenekte masal-mesel ya da kıssa-hisse ne denli önemliyse Bulut hikâyelerinde vicdanı ve merhameti görme imkanımız vardır. Hikâyelerin çoğu kötü sonla bitse de bu kötü son aynen masallarda olduğu gibi kötünün cezalandırılacağı, iyinin ödüllendirileceği bir felsefeye ve mesaja dayanır.

Şevket Bulut’un Hikâyelerinde Korkunun Haritası

Ele aldığı konuya kavramlar üzerinden bakmayı daha çok tercih ediyor Hayrettin Orhanoğlu. Böylelikle konuyu daha çok detaylandırarak bir açılım da yakalamış oluyor. Şevket Bulut hikâyelerini “korku” teması üzerinden ele almış Orhanoğlu. Ne korkular varmış diyecekler çok olacaktır. Çünkü tüm detayların ele alındığı bir yazı var karşımızda. Birkaç örneği buraya alacağım.

Kuma Korkusu

 “Derin Kuyu”, kitaba adını veren hikâyelerdendir. Kaynana-gelin çatışmasının öne çıktığı bir anlatıda kuyudan su çekerken gerdanlığını düşüren Raife’yi, kocası döver. Çünkü gerdanlığın kuyuya düşmediğini aksine kayın biraderine sermaye olması için verildiğine inanmaktadır. Bu inanıştaki çıkış noktasıysa annesidir. Ölümüyle sonuçlanan uzun uğraşlar sonucu Kuyucu Cumbul, gerdanlığı çıkarır. Bu yoğun çabada kaynanasının geliniyle anlaşamaması ve bir kuma getirmek istemesi öne çıkar.

Eşkıya Korkusu

Diğer hikâyelerin aksine güler yüzlü kimi anlatılarda Şevket Bulut, devlet otoritesinin zayıfladığı Anadolu coğrafyasında eşkıya korkusunun da öne çıktığını örnekler. “Bir Salkım Üzüm” de Çerçi Kel Hasan dağda önünü kesen Cindaroğlu namında korku salan bir eşkıyayla karşılaşır. Katırına yüklediği üzümlerle yakalanan Kel Hasan’la bir oyuna tutuşurlar. Buna göre aldıkları bir salkımdan tek sayıda üzüm kalırsa hem canı bağışlanacak hem de eşkıyalardan her birinden altın alacaktır. Yok eğer çift çıkarsa hem canından hem malından olacaktır. Sonunda kazanan Çerçi olur.

Şevket Bulut’un Şiirleri

Şiir ve hikâyenin kardeşliğine her zaman inanmışımdır. Bu iki türün birbirini beslediğine de şüphe yok. Şevket Bulut’un da şiirleri var. Hakan Soydaş, Gönül Defterim kitabından hareketle Bulut’un şiir yolculuğuna davet ediyor bizi.

“Bulut, şiirlerinin mahallî olmaktan çıkmasını istediğinde ise hazırladığı şiir kitabı taslağını Hareket dergisine gönderir; fakat Prof. Dr. Mehmet Kaplan ilgili şiirleri beğenmez ve kitabı yayınlanmaz. Bunun üzerine Şevket Bulut da dosyaları arasında yer alan “Odacı Mehmet Efendi” başlıklı hikâyesini dergiye gönderir ve bu defa arzusunda muvaffak olur. Yayımlanan bu hikâyenin gördüğü ilgi, onun şiirden daha çok hikâye yazarlığına yönlendirir.

1954’te ilk şiirleri yayımlanan Şevket Bulut’un, Aralık 1960’ta Maraş’ta basılan Gönül Defterim’de pastoral ve lirik yönü ağır basan kırk şiir mevcuttur. Şevket Bulut bu eserleriyle birlikte yer yer mahallî söyleyiş özellikleri barındıran bir “saz şairi” üslubu ve duyarlığıyla temayüz eder. Şairin yirmili yaşlarda gurbet, özlem ve sevda gibi belirli temalar etrafında söylemiş olduğu manzumelerde halk edebiyatı tarzının müessir olduğu görülür. Şiir söylerken halk edebiyatının bilindik nazım şekillerinden ve söz sanatlarından yararlanır.”

“Şevket Bulut’un şiirleri vefatının ardından Şevket Bulut Şiirleri-Seçme Şiirler (2016) ismiyle Serdar Yakar tarafından yayıma hazırlanır. Belirtildiği üzere buradaki şiirler şairin tüm eserleri olmayıp 1970-1996 yılları arasında nazmedilen seçilmiş seksen yedi şiirinden ibarettir. Bunların içinde yer alan “Cümlemiz Şeklin Kurbanı” ve “Nasihat” başlıklı şiirler daha önce yukarıda belirtilen süreli yayınlarda yayımlanmıştır. Şevket Bulut, ilgili kitaptaki şiirlerinde halk şiirinin bilmece, cevap/nazire, mersiye ve taşlama gibi türlerinde mensureler kaleme almıştır. Muhteva açısından ise tasavvuf tarihine, Kur’an-ı Kerim kıssalarına ve Doğu mitolojisine ait motiflere atıfta bulunur.”

Şevket Bulut ve Yerlilik

Birbirine çok yakışan iki kavram Şevket Bulut ve yerlilik. Mehtap Nas, Bulut’un hikâyelerini yerlilik kavramı üzerinden ele alıyor. Kendi toprağının sesi olan bir yazarın sesi soluğu, noktası, virgülü yerlidir. Bu vurgu var yazıda.

“Şevket Bulut’un yazı damarında en çok dikkat çeken unsurlardan biri yerliliktir. Yazar, Anadolu insanının folklorik yapısına, inancına ve ırkına dair özelliklere yer yer psikolojik tahlil de ekleyerek kalem saplar. Öykülerinde yerli malzemeleri derleyip kullanır. Sahne ve dekor hep Anadolu’dur. Bölge halkının kullandığı yerel dilden yaşadıkları coğrafyanın iklimine, kültürel kodlarından dünya algısına kadar epeyce done verir. Bir sosyolog edasıyla insanı, içinde yaşadığı muhitle beraber markaja alır.”

“Yazar, yaşadığı coğrafyada tasvip etmediği geleneksel yapıları dile savurmada kalemini özgür bırakır. Ağalık sistemine sert bir eleştiri içeren Dördüncü Gelin öyküsünde oldukça merhametli karakterize edilen Ramazan Ağa’nın yaşı küçük bir kızı kendine dördünce eş olarak seçmesi yerilerek nazara verilir. Kırsaldaki insanın kente geçişteki adaptasyon sürecinde yaşadığı sonradan görme hallerini, Bir Tanker Su öyküsünde köylü uyanıklığını eleştirir. Yerlilik çizgisinde ele alınabilecek Anadolu insanının sınırsız güven hissini ise Çıkmazdaki Adam, Oyun, Kaplumbağa Tüccarı öykülerinde işler. Gene sınırda yaşayan insanların yaşam algısına dair ve geçim kaynağı olarak kaçakçılık yapılması üzerine de yerli motifler yerleştirir öyküsüne.”

Kefensiz Ölüler

Kefensiz Ölüler, Şevket Bulut’un en tanınan kitaplarından biri. Daha kitabın isminden başlayan merak, kitabın içine girdikçe daha üst seviyelere çıkıyor. Kamil Karapınar, Kefensiz Ölüler hakkında yazmış. Kitabın hassas noktalarını iyi yakalamış, kıymetli bir yazı bu.

“Kefensiz Ölüler kitabında geçen temalar genel olarak: Ölüm korkusu, fırsatçılık, sahtekârlık, dürüstlük, rüşvet, güvensizlik, pişmanlık, görevleri tam olarak yerine getirmeme, manevi değerler, örf ve adetler, namus, Anadolu insanının yaşantısı, Anadolu insanın saflığı, komşuluk gibi temaları işlemiştir.”

“Şevket Bulut bence sadece öykü yazmıyor. Yaşamlarından bihaber olduğumuz Güneydoğu, Doğu insanı ile okurunu yüz yüze getiriyor. Gözden kaçırdığımız hayatları, yaşanılan zorlukları, “Doğruluk” öyküsünde “Herkes hile yapıyorsa, senin doğru olman beş para etmez…” (sf. 100) sözü ile önce büyüyen hilenin, aldatmanın boyutunu ama öykünün devamında ise hile yapanın ölmesiyle alın terinin asla heba olmayacağını, aldatanın ise eninde sonunda cezasını çekeceğini ifade etmiştir.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Metin Çalı - Son Durağın Ötesi

“Lekeli tül perdeden geçerek odayı alacakaranlıktan kurtaran gün ışığı, iki yataktan birine yatmış kız çocuğunun üzerine bahçedeki ıhlamur ağacının gölgesini düşürüyor. Odanın içinde ağır bir hava. Kapı hafifçe aralık bırakılmış. Kızın ılık ve temiz nefesi havanın ağırlığını biraz yumuşatıyor. Geceden yeni güne ulaşan bu ağır kokular kapıdan süzülüp koridora doğru yol alıyor. Kıştan kalma kahverengi soba sanki kambur bir ağaç gibi kabuğuna çekilmiş duruyor köşede. Diğer yatak boş, duvarında asılmış bir poster. Bıyıklı bir adam hafifçe yan durarak poz vermiş, çiçekli bir gömlek giymiş, gülümsüyor. Fotoğrafın altında Müslüm Gürses Yaranamadım, sol üst köşesinde ise elenor yazıyor. Poster odaya canlılık katan tek öğe. Aynı yatağın dibinde dolu bir küllük, yatağın üzerindeki çarşaf ve battaniye az önce biri yatıyormuş da yeni kalkmış gibi dağınık.”

“Belki de bulabilirdi annesini. Bu istasyonun son durağındaki şehre gittiğini söylüyorlardı. Oraya gitse. Annesinin adı soyadı belliydi. Polisten yardım istese. Annesinin adını söylese. Polis araştırıp bulsa. Onun yanında kalsa. Ne demeye terk etmişti ki zaten onları. Annesinin yanında güvende olurdu. Okula giderdi, abisi de askerliğini yapınca yanlarına gelirdi. Olmayacak bir şey değildi.”

“Kadın, önce çeşitli yerlerinden bıçakladığı sonra da hadım ettiği adamın uzun zamandan beri görmediği tanıdık yüzüne donuk bir ifadeyle bakmaya devam ederken adam vücuduna yediği bıçak darbelerinin acısıyla kısa süreli baygınlıklar geçiriyor. Ayıldığı zaman iniltiye benzer sesler çıkarıyor. Belki bir şeyler söylemek istiyor ama gücü kelimeleri dilinde döndürecek düzeye ulaşamıyor. Tamamen çıplak olduğu için tüm bıçak yaraları kolayca seçilebiliyor.”

Özay Erdem - Ezelden Yaya

“On iki yaşımdan beri bu saygın ve ağırbaşlı dükkânda bulunuyordum. Başlarda sadece yaz tatillerinde çalışırken liseyi bitirince tam zamanlı sigortalı elemanı olmuştum Affan Bey’in. Yıllardır beraberiz, on beş seneyi geçmiş olmalı, ama hem ona duyduğum saygıdan hem de hiçbir zaman gereksiz samimiyet gösterilerine girmediğimizden, Bey diye hitap ediyordum kendisine. Ayrıca iki senedir bizimle çalışan Berna Hanım da vardı çekirdek kadromuzda. Otuz yaşında, henüz evlenmemiş, saçlarını maviye boyatmış bebek yüzlü güzel bir kadındı. Zaman zaman kendisiyle dükkânda edebi eserler üzerine uzun tartışmalara giriyorduk. Gerçi akşam seyredilen bir dizinin kritiğini yapmaktan öteye gitmiyordu bunlar, ama olsun. Şimdilerde ise Berna Hanım, birkaç haftadan beri, babasıyla her gün telefonda konuşuyor ve internetten bir şeyler araştırıyordu. Galiba onu da sanal âlemde başlayan büyük indirim günlerinin cazibesi sarmıştı.”

“On dakika sonra kitapçının önündeydik. Elimdeki simit poşetini göstererek mütevazı soframa davet ettim Cansel’i. Beraber kafe olarak hizmet veren salona geçtik. Affan Bey ve Berna Hanım henüz gelmemişti. Bir çırpıda hazır ettiğim masaya oturup hem kahvaltı yaptık hem de geçen sefer yarım kalan bir roman hakkındaki sohbetimizi tamamladık. Onun Berna Hanım’a göre daha geniş bir kültürü vardı edebiyat sahasında. Öyle ki, bilinç akışı tekniğinden bile haberdardı.”

Fatma Nur Uysal Pınar - Kadriye

“Ezan ben yoldayken okundu, uzaktan bir gölge gördüm, Bayram dayıymış, camiden çıkmış belli. Beni fark etmese bari. Sanki suç işlemişim gibi şu halime bak. Alt tarafı yarım saat geç kaldım. Kendi kendimi yatıştırmaya çalışırken zile bastım. Annem namaza durmuş olsun da kapıyı Kadriye açsın, diye içimden dua etmeyi de ihmal etmedim. İnadına açmaz o da. Ahh Kadriye yaktın beni, diyerek zile yeniden bastım. Geç geldiğimi yaygara yapmak için beni kapı önlerinde bekletmene gerek yoktu. Tellal çağırtsaydın, 5 kuruşa komşulara duyururdu. Abi, alacak başka kız yok muydu da ala ala Kadriye’yi aldın? Senin güzel hatırın olmasa ben bilirdim ağzının payını vermeyi.”

“Kavgalar genelde üçüncü kişi yüzünden çıkarmış. Bizim üçüncü kişimiz Kadriye. Ben ona diş biledikçe annem koruması altına alırdı. Tartışma esnasında gerim gerim gerilirdi Kadriye. Utanmasa sevincinden göbek atacak. O anlarda içimden Hüsnüüü diyordum, Hüsnüüüü neredesin Sümüklü Hüsnü? Gel kurtar beni. Hüsnü, elektrik işleriyle uğraşırdı, işinde aşında kimseye zararı yoktu. Mahallede onun hakkında tek bir olumsuz laf duyulmazdı. Kime sorsak, “Bizim Hüsnü mü? Dört dörtlük delikanlı, tam aile babası” derdi. Bildim bileli de gönlü bende. Anneme sorsan, bana biçilmiş kaftan. İs te mi yo rummmmmm. İçim ısınmadı yahu, zorla mı?”

Mahalle Mektebi’nden Şiirler

Aralık bir kapıdan geçiyor sessiz, sakin ve usul

Yılı yıla bağlayan bir efkârlı ay tadında

Bir ocak başında kasımla yan yana ısınan çocuklar

Yeni bir seneye ermek telaşı şimdi aklında

Takvimin yetimidir aralık, ardılı olmayan kadın

En çok da mahcupluğudur esmer bir azizenin

Kar yağar, toprak yorulur, başlar kış uykuları

Aralıkta insan en çok kendi kelimeleriyle vurulur

Burhan Sakallı

bana kendinden bir şeyler kat

diye geldim bunca yolu nefes

nefese binbir zahmetle ormanın

kıyısından sürükleyerek ayaklarımı

terü taze çileklere bakarak içimin kor

yangınını kandırarak bir uçtan bir uca

tasasız kuşların gölgesini takip ederek

hatırıma gelen türkülerin ahdine ortak

ederek ahdimi tüm ihtimallerin köşesinde

merhametin zulmü geçtiğini vaad eden Rabbimin

kayrasına iman ederek dilimde peltek mayhoş tadı

yunus’un mağaradaki sofrasını hayal ederek bir başıma

mecnun sükunetinde kara gözlerinin benden başkasına yar

olmayacağını düşünerek benden bir parça kabul ederek serinliği

o melâl halini ürkütmeden taşı kayayı dağı küstürmeden kazmamın

kararlı vuruşlarına düşürmeden o eşsiz kelimeyi hani senin hiç duymadığın

ağzımdan kulaklarına o tek kelime heyecanlı telaşlı çavlan misali denize varıncaya dek

Yunus Emre Altuntaş

Kovana bir koyuluk sürüyor

alazlı tıkırtılar

düşman topraklarındaki şapel

geceleri gezegenleri öpüyor

göğsünüz bir kırınım

kimsenin okumak istemediği notlar

titanlar

sizi bekliyorlar

kullar arasında bir forsunuz var

melezler, halüsinasyonlar, tanrı

ve gayriihtiyari selam verdiğini

z birkaç yabancı

hepsi buradalar

bu suyun aksırması kadar can sıkıcı

Kemal S. Sayar

Muhit’ten Ahmet Kekeç’e Vefa

Muhit Dergisi 13. sayısında bir Ahmet Kekeç dosyası hazırlayarak bir vefa örneği göstermiş oldu. Muhit’in 1. ve 2. sayısında yer alan isimlerdendi Kekeç. Aramızdan ayrıldığında da yine yazılar ile uğurlanmıştı dergide Kekeç. Şimdi de geniş bir dosya ile anılıyor Ahmet Kekeç. Dua niyetine geçmesi dileğiyle dosyadan paylaşımlar yapacağım.

Hasan Aycın - İnnâ Lillâh

“Pazartesi, Yeryüzü’nün bir köşesinde Ahmet Kot’la Yazıevi Tanıtım’a bismillah diyoruz. Hayırlı olsuna ilk gelen Ahmet Kekeç oluyor. Kara yağız kalıp gibi delikanlı. Abi benim adım Hasan aslında, diyor; adaşız yani. E, neden Ahmet? diyorum. Öyle işte, diyor. Konuşmaları ağırdan ve esprili. İlk günden abi kardeş oluyoruz.”

“Bir sabah işe geldiğimde arkadaşlarca tebrik ediliyorum, ilk tebrik eden de Ahmet. Hayırdır diyorum. Yılın karikatüristi seçilmişsin, diyor. Haberi ilk ondan alıyorum. E, biz seni bekliyorduk, diyorum. Kendine has üslubuyla, yok abi ya bana vermemişler, diyor.”

“Bir gün hastalığını duyup arıyorum, telefonu cevap vermiyor; mesaj atıyorum. Karşılık geliyor: Dualarınızla iyi olacağım inşallah... İyi oluyor. Sonra... İnnâ lillâh”

Sibel Eraslan - Yağmurdan Sonra Melekler Geçermiş Şehirden

“Ahmet Kekeç, dert ve dava sahibi bir ağabeyimizdi. Kendisini tanıdığımda İstanbul Hukuk öğrencisiydim. Çevresindeki gençlere okuma önerilerinde bulunan, felsefeden siyasete, sanattan yayıncılığa kadar geniş bir akerdeonda konuşan, kibar, hoş sohbet bir ağabeydi.”

“Akit gazetesinde yazıyorduk. O postmodern darbe günlerinde başörtü yasakları yüzünden okullarından atılan kızların, bilekleri kelepçelenen imam hatiplilerin yanında durdu. Yazdığı yazılar dolayısıyla, haftada üç gün mahkemeye taşındığı günler oldu. Hasan Karakaya ile birlikte müthiş bir ikiliydiler.”

“Ben onu, Yağmurdan Sonra’daki çocukların arasında, gri puslu havada, yağmur altında dolaşırken, nöbet tutarken, uzaklara dalarken hatırlayacağım hep... Allah’ın rahmeti mağfireti üzerine olsun Ağabey.”

Hüseyin Akın - Ahmet Kekeç’in kaleminden “Kalanlar”

“Ahmet Kekeç ismiyle Aylık Dergi, Vahdet ve İmza dergileri vasıtasıyla tanıştım. Her üç dergide de onu okunur kılan temel özellik: Sahici öfke ve yazdığına yabancılaşmayan karakteriydi. Rol yapmıyordu ve maskeye ihtiyaç duymuyordu. Profesyonellik gibi bir mazeretin arkasına sığınanlardan hiç olmadı. Dünyada ve memlekette olup biten ya da oldubittiye getirilen şeylerin yükünü hep hançeresinde taşıdı. İlerleyen zamanlarda kültür sayfası editörlüğünden gazete köşe yazarlığına kadar birçok yerde aktüel ve siyasi kamuya dair yazılar yazdı. Oralarda yazarken de öyle gazetelerin koridorlarında kaybolup gitmedi. Samimiyetle yoğurduğu düşüncesini her fırsatta hikâyeye tahvil etti ve siyasi kamu için yazdığı yazılara ironik ve özgün bir deneme tadı kattı. Bir şeylerin değişmesi için yazının kifayetsizliğinin de gayet farkındaydı. Belki de bu yüzden yazının arkasından değil hep önünden gitmeyi tercih etti. Bu yaşadıklarına yazdıklarından gerekçeler üretmek ya da yazdıklarına yaşadıklarından mazeretler bulmak değil, yazmakla yaşamayı hayatın üzerine birlikte sürmekti.”

“Kanamalı Haydut günlüğüne düşülen ilk nota dikkatle bakalım. “Kahvenin önünden otomobiller geçiyor. Bir tane de at arabası. Seni düşününce o atı da seviyorum…” diye başlayan günlük Cemal Süreya’nın eşi Zuhal’e yazdığı mektuptan bir kesittir. Cemal Süreya’nın duygu dünyasıyla vahiy referanslı bir yazarın selamlaşması yeterince anlaşılır bir şeydir sanırım. Sahih bir insan olmayı yazarlığın her zaman önünde tutmuş birinin güzel ve nitelikli olana sırf kendisi gibi düşünmeyen birinden sadır oldu diye sırt dönmesi zaten beklenemez. Cemal Süreya’nın düşünce dünyası ile Ahmet Kekeç’in fikir ve kanaat dünyası arasında ne denli derinlikli mesafeler olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.”

İbrahim Tenekeci - Bir kitabın hikâyesi

“Kâğıthane ilçesinde, yirmi yıl önce. Neredeyse sıfır imkânla Kırklar dergisini çıkarıyoruz.

Kıymetli Ağabeyimiz Ahmet Kekeç’in gazeteci kimliği edebiyatçı yönünün üstünü örtmüş gibi görünüyor. Kendisini arıyorum. Buluşuyoruz. Bu durumu anlatıyorum ona. Dergimizde yazmasını istiyor, biraz da ısrar ediyorum. Günlük gibi kısa metinlerde anlaşıyoruz. Böylece Kalanlar kitabının hikâyesi başlamış oluyor.

İsim konusunda bir hatırlatma yapıyorum. Çünkü aynı isimle yayınlanmış bir kitap var. Nedendir bilmem, bu durum Ahmet Ağabeyi rahatsız etmiyor. O kelimeyle bir ünsiyet kurduğu anlaşılıyor.”

On sekiz yıl önce ilk okuduğumda doğrusu pek anlamamıştım. Fakat şimdi anlıyorum. Hatta aynı duyguları taşıyorum. Aziz Ağabeyimizin 8 Eylül 2002 tarihli günlüğünden: “Ne zaman yazarlığımın bana kattıkları ve benden eksilttikleri üzerine düşünsem, içimden ağlamak geliyor. / Elimden başka bir şey gelmediği için yazıyorum.”

Mehmet Hakan Kekeç - Bir dağım kalmadı

“İlk defa bir yazımı babama okutmadan yayımlatmak zorundayım. O da kendisi hakkında karaladığım bu yazı. Hatalarım olacaktır. Bundan sonra da birçok hata yapacağım muhakkak. Benim için Ahmet Kekeçsiz olmanın en büyük ispatı sanırım bu olacak: Gizlenecek bir dağım kalmadı. Bilen bilir: İnsanı şüpheye düşürecek kadar öngörülü ve sezgileri güçlü biriydi babam. Bundan elbette faydalandım. Benim için gerçek bir sağduyu ve rehberdi. Umarım yolu öğrenebilmişimdir, ne diyebilirim ki.”

“Babam hakkında anlatabilece ğim çok fazla detay ve hatıra var. Ama ben Ahmet Kekeç’i anladığınız için şimdilik teşekkürle yetinmek istiyorum. Anlaşılmak, yaşamasak bile hâlâ hayatta olmanın bir işaretidir. Ahmet Kekeç hayatta. Tesellimizdir. Teselli olan dostların ömrüne bereket diliyorum.”

Ne içindeyim Zamanın

Zaman kavramı üzerine söz söylenemeye başlandığı zaman ortaya çıkan açılım insanın idrak sınırlarını zorlayacak denli yoğun bir içerik çıkarıyor karşımıza. Geçişler eşliğinde bir hayat çizgisinin kayıp gitmesinin zaman üzerindeki yoğunluğuna şahit olamadan yaşamaya devam ediyoruz. Erol Göka “Ne içindeyim Zamanın” diyerek bizi zamanın içinden dışına, kıyısından köşesine doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

“Zaman konusunda kıymetli bir eser, Marc Wittman’ın Hissedilen Zaman’ı. ‘Hissedilen zaman nedir? Zaman duygumuz nasıl oluşur? Zaman neden bazen yavaş bazen de hızlı geçiyormuş gibi gelir? Hayatın çeşitli evrelerinde zaman algımız nasıl değişir? Neden bazı insanlar beklemeyi becerebilirken bazıları sabırsızdır? İçsel saatimiz nasıl işler? Duygular ve beden ritmi zaman algımızı nasıl etkiler?’ gibi sorulara bilimsel ve psikolojik açıdan cevaplar vermeye çalışmasının yanı sıra kitap, bizim ilgilendiğimiz zaman algısı farklılıklarını da ele alıyor. Wittman’a göre zamanın hissedilişi, bırakın önceki devirleri günümüzde dahi ülkeden ülkeye hatta aynı ülkede kırsalda yaşayanlar ile şehirde yaşayanlar arasında dahi değişim gösteriyor.”

“Zaman algımız, yaşadığımız kültürün kodlarına, yaşımıza ve o sıradaki halet-i ruhiyemize bağlı. Modernliği ve kadim zaman algımıza ne yaptığını hep konuşuyoruz, konuşacağız. Yaşlıyken genel olarak zaman çok hızlı geçer. Bunda menzili maksuda yaklaşmış olmamızın yanı sıra, yaşadığımız pek çok olayın, sürdürdüğümüz bağlılık ve ilişkilerin fazlalığının payı var. Gençlerde ise zaman, çoğunlukla geçmek bilmez. Bunun nedeni de oturmuş bir kimlik algımızın, belirli yerleşik ideallerimizin bulunmaması olsa gerek. Gençken sıkıntılı ve bir hayli kendimize çakılı oluşumuzun payını da buraya ilave etmeliyiz…”

“Ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında / yekpare geniş bir anın / Parçalanmaz akışında…” Böyle diyor Ahmet Hamdi Tanpınar; fevkalade anlatıyor zaman karşısındaki konumumuzu. Ama bu dizelerdeki zaman algımız, atom bombası karşısında Eski Yunan’daki atomun parçalanamayacağını sanan Demokritos gibi düşünürlerin mesabesinde. Zira zamanı da parçaladılar artık… Zaman atomlaştı. Zamanın her dokunuşunda cıva gibi dağılıp gidiveriyoruz. “Diskroni” (zaman algısının bozulması-EG) adını veriyor bu tabloya Han, zaman algımız darmadağın oldu, zamanla birlikte hayatımız ve kimliklerimiz de atomlaştı, zamanın anlamı ve kokusu kayboldu diyor. Han, hız döneminin kapandığını, zaman algımızın tamamen bozulduğu “Diskroni” devrinin başladığını söylüyor. Hızlı ya da değil, zamanla mekânla temasımız, bir türlü eskisi olamıyor artık.

Arz etmek üzerine

Hüsrev Hatemi, anılar eşliğinde “arz etmek” üzerine bir yazı kaleme almış. Genelde dilekçelerde ve sunumlarda karşımıza çıkan bu kavrama şairane bir bakış var yazıda.

“Enderûnî Ali Bey’in “Derdimi arzetmeğe ol şuha bir dem bulmadım” bestesini her zaman çok severek dinler fakat “arz etmek” deyimi üzerinde fazla düşünmezdim. 1972 Ekim ayı gelip de Samsun Sahra Sıhhiye Okulu günleri başlayınca bu arz etme deyiminin aslında muvazzaf subay olduğunu, benim o zamana kadar onu yalnız sivil elbisesiyle tanımış olduğumun farkına vardım. Sıhhiye Okulunun ilk derslerinden birinde “Askerlikte rica ederim demek, emretmektir. Siz rica değil, arz edeceksiniz. Özellikle yazışmalarda sizden büyük rütbelilere yazılan yazı ‘arz ederim’ diye bitirilir. Yüksek rütbeli bir subay da yazıyı yazdığı makamın başında kendisinden yüksek rütbeli bir subay olup olmadığını bilmiyorsa ‘arz ve rica ederim’ diyerek yazıyı bitirir” denmişti.”

“Dilekçeye de arzuhal (hâlini arz etme belgesi) adını vermişlerdir. “Çıkayım gideyim Urumeline / Arzuhal vereyim Beylerbeyine” çok güzel bir Rumeli türküsüdür. “Menekşe kokulu yârim / Kime arz edeyim hâlim” diyen Hüseyni İstanbul türküsü de arz ederimli türkülere çok güzel bir örnektir. Bir düşünelim ki sevilenlere ‘manita’ değil ‘cânân’ deniyordu. “Manitaya ayar verdim” denmiyor, “hâlimi arz ettim” deniyordu. Yalnız bizde değil Batı Edebiyatında da değişim yaşandı. Bukowski’nin romanlarındaki tabirler yanında manita, cânân kelimesi gibi kalıyor. Almanların dediği gibi “Die schöne Zeit ist vorbei” diyorum. Arz ve rica ederim.”

Bir Öteki Olarak Yazar

Yazar ve öteki. Daha da çok öteki. Bir başkası gözüyle bakmak. Dışardan bir bakış açısını kuşanmak, yazılanları öteki nazarıyla temaşa etmek. Kâmil Yeşil, Bir Öteki Olarak Yazar isimli yazısında yazara öteki gözüyle bakıyor. Özellikle dışta kalmak ve dışta tutulmak ayrımının altını çiziyor.

“İngilizcede, “yabancı, dışlanan, dışarıda kalan, marjinal, uzak, öteki, kenarda kalmış, orada kalmayı arzulayan” anlamlarını içeren “outsider” kavramı ile yazarın duruşu, toplum ve diğer insanlarla araya koyduğu çizgi, mesafe arasında bir ilişki kurulabilir mi? Kurulursa bunun bağlamı, içeriği, sınırları neler olur?

Bu konuda Camus’nün L’etranger romanı, (Türkçeye Yabancı diye çevrilmiştir) bize yardımcı olabilir mi? Bana olamaz gibi geliyor; çünkü “bizim” yabancı’lığımız Camus’nün yabancısı değil.”

“Kendi tarihimize geldiğimizde ilk outsiderımız Mehmet Akif gibi geliyor bana. Akif ’in dışta kalmışlığı değil de dışta tutulmuşluğundan söz edebiliriz. Cemiyetin tam ortasında olan biri olarak Âkif ’in dışta tutuluşu, devrimlere karşı takındığı tavır ile yakından alakalıdır. Devlet, bazılarını dışlaştırırken, Tekin Alp gibileri içleştirmiştir. Bu zincir Necip Fazıl’da da kendini gösterir. Ancak Necip Fazıl’ın dışta tutulması onu dışta tutmaya yetmez çünkü o başka bir yerde içerdedir. Hatta şöyle denilebilir. Necip Fazıl, bir yerin içinde olmak için, bir yerin dışında olmayı göze almış ve bunu seçmiş bir kişidir. Çünkü bu iki yerin kesişme kümesi yoktur. Çemberin ya içindesinizdir ya dışında. Necip Fazıl bir çemberin dışına çıkmış diğer çemberin içine yerleşmiştir. Nuri Pakdil de iç-dış olayının en tipik örneğidir denilebilir. O da bile isteye kendini toplumdan hatta çevresinden dışlamış, kendini dışta tutmuş bir kimliktir. Bir hicret mi? Hayır! Bir inziva.. Belki. Kendini toplumdan dışta tuttuğunun bilinmesini istemiş, bunun için özel gayret sarf etmiştir Pakdil. Toplumun bundan haberi olmasa da bu böyledir.”

Ayşegül Genç ile Söyleşi

Ayşegül Genç, romanlarını severek okuduğum bir yazar. Başarılarını ödülle de taçlandırdı. Kendi özgün dilini kurarak özellikle insana dair anlatımlarındaki sıcaklığı kitaplarının tümüne yansıyor. Ayrıca Genç’in elinde bir zenginlik olarak türler arası geçişi görüyorum ben. Deneme, öykü ve roman yazan Genç,  bu türleri yazdıklarında harmanlayarak kullanıyor ve bu da anlatımına zenginlik katıyor.

Muhit’te Hüseyin Ahmet Çelik’in sorularını cevaplamış Genç. Altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.

“Meşhur bir söz vardır, bilirsiniz “Ne anlatacağımı biliyorum ama nasıl anlatacağımı bilmiyorum.” diye, türler burada devreye giriyor sanırım. Telkin mi edeceksiniz, teklif mi edeceksiniz? Yoksa sadece hazırlık mı yapacaksınız? Edebiyat bir buluşma olduğu kadar bir denk gelmedir de. Okur ummadığı anda kendinde olan bir hisle karşılaşır. Bu karşılaşma randevu verilmediğinde, kararlaştırılmadığında ve aniden gerçekleşiverdiğinde en samimi hislerin ortaya çıkmasına neden olur. Okur ile bir buluşma anı tertip etmek yerine bir karşılaşma anı için her daim hazır olmak bizi sonuca daha çabuk ulaştırır. Bu anlayış; biçimleri ve türleri aşan bir anlayış belki de. Hayatın bir parçasını almak, üzerinde düşünmek, onu kelimelerle sarmak, daha iyi bir hale taşımak için hazırlanmak belki edebiyatı da aşan bir anlayış. Aşkın bir bakış.”

“Bir gençlik dergisinde çokça yazdığım için belki de gençler ile çok haşır neşirim ve çok soru alırım. Yazmak üzerine o kadar çok sorusu var ki gençlerin. Bu kitabı bir nasihatname temelinde yazmak için yola çıkmıştım. Edebiyatımızda çok büyük yeri vardır nasihatnamelerin. Mesnevi, Risaletün Nushiyye, Bostan ve Gülistan birer nasihat kitabıdır. Siyasetnameler, pendnameler, ruznameler çokça rağbet görmüştür. Modern nasihatname olarak kabul edilen Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Baş Başa eseri hâlâ okunmaktadır. Ahlaki ve didaktik öğeler barındıran bu eserlerin ardına kendi kaygılarım ve anlayışımla düşmek istedim. Lakin faydalı olanı değil gerekli olanı yazma arzusu ile kurgu bir yerden sonra kendi istediği noktaya taşıdı beni.”

“Jack London’un Yabanın Çağrısı romanında arabası hafiflesin diye eşyalarını tek tek atan Mercedes karakteri için bir ifadesi var: “Bir yandan genel ağlıyor, diğer yandan atılan her eşya için özel ağlıyordu.” 2020 yılı benim için böyle geçti diyebilirim:) Ufukta henüz yeni bir kitap yok ama elimden geldiğince dergilerde yazmaya devam edeceğim.”

Muhit’ten Öyküler

Münire Daniş - Kararı kim verecek?

“Bir hafta önce Pazar sabahı kocası, elli dokuzuncu yaşını kutlamaya heveslenen çocuklarını kırmamak için hazırlanıyordu. Tıraş olurken çene altında minik bir bezeyi fark etmişti. Gayet belirgin bir sertlik olması şaşırtıcıydı. Ama öyle emindi ki önemsiz bir yağ bezesi olduğuna üzerinde durmamıştı.”

“Kadın, kocasının haber vermesini bekleyememiş, öğleden sonra telefonla arayıp, “Randevu aldın mı?” diye sormuştu. “Aldım, yarın sabah görüneceğim. Antibiyotiği de sordum, kendisi görmeden kullanmamalıymışım. Bugün eve erken geleceğim kendimi çok yorgun hissediyorum.” Kocasının keyifsiz sesi içindeki kara bulutu iyice büyütmüştü.”

“İlk defa kocasına soramayacağı, onun tarafından rahatlatılamayacağı, memnun edilemeyeceği bir çaresizlik içinde sıkışıp kalmıştı. Adamın tok güvenli sesine, tereddüt etmeden vereceği cevaba, seçenekleri kendi tercihine bağlayan ikna yöntemine, aldığı karara uyulmasını bekleyen kesin görüşüne hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyordu. Kocası kendinden hep hoşnuttu, kusursuz görünmeyi hep başarmıştı bu güven veriyordu. Her açmaza bir çözümü, her soruya bir cevabı, her planlamada bir stratejisi vardı. Sadece kendine değil hepsine yetecek kadar akıllı ve becerikliydi. Sanki hep olduğu gibi karar adama kalsa ölümün elinden kurtulabilirmiş, bir çözüm yolu bulabilirmiş gibi geliyordu.”

Doğukan İşler – Dilrübâ

“Anlatılanlara göre, şehrin bir ucundaki otobüs terminali o gün yine birbirinin fotokopisi günlerinden birini yaşıyormuş. Aynı otobüsler, birbirinden farklı gibi görünse de nihayetinde aynı yerlerden aynı yerlere giden hep o aynı yolcular, tekerleklerinden en az biri kırık bavullar, çokoprens kutularında tarhanalar, öğrenci evlerine taşınan yün yorganlar, bol sigara izmariti, bol kül, bol duman, çok asfalt, çok akrep, çok yelkovan, çok gri…

Zamanın durduğu yerlerdendir otobüs terminalleri.”

“Büfeciye soracak olursanız, size sadece mavi dermiş. Mavi. Kadının gözlerinin rengi. Öyle bir sonsuz mavi, öyle bir deniz, öyle bir derya, öyle bir gökyüzüymüş ki kadının bir çift mavi gözü, büfeci bu maviliğe dalıp gitmiş o kısacık zamanda. Pardon, demiş kadın. Büfeci hesap kitap işlerinden başını kaldırıp gelen sese doğru kaldırmış kafasını, sonrası mavi. Kadın ne sormuş, ne istemiş, ne almış, ne olmuş ne bitmiş farkında bile değilmiş kadın dönüp gittiğinde. Hayal mi gördüm demiş kendi kendine büfeci. Şaşırmış, afallamış. İki paket kemılsoft almak isteyen bir başka müşteri gelene kadar öylece bakıp kalmış, az önce mavi olan o büyük boşluğa. Birkaç kez, abi iki kemılsoft versene, demiş yeni müşteri de ancak kendine gelip vermiş sigaraları. Müşterinin uzattığı elli liralık banknotu almış, para üstü olarak yüz liralık banknot uzatmış hatta o mavi boşluğun içinde salınırken. Neyse ki insaflı, dürüst biriymiş de, abi ben elli verdim zaten sana, demiş müşteri. Büfeci o an ayılır gibi olmuş, yüzlük banknotu geri alıp yirmiliği uzatmış adama.

Mavi nerede? Mavi yok.”

Muhit’ten Şiirler

Gizli bir damar yalnızlığın, kalbinden boynuna uzanıyor

korumak için onu

en karanlık ormanı, en derin kuyuyu

çiziyorsun, çizmiyorsun: açıyorsun, açmıyorsun

ölüme işte o kadar benziyorsun

ne bastırılan ne duyulan bir ses yalnızlığın

uzanıp kalbimden boynuma: nerelisin?

gökyüzü göğsümde: ne bir yerim var, ne ismim, içindeyim senin

resmimi çizebilirsen ne ala, çizemezsen tek istediğim sessiz bir gece

Zeynep Kot Tan

Yanık ten kınalı sakal sahabilerdi bir vakit

Taşkın olup doldulardı saraya

Çıkıp giderlerken üleşmeden önce

Zarif kılıçlarıyla biçtilerdi

Cennet bahçesine öykünen halıyı

La gâlibe illallah

Ahmet Murat

en güzel giysilerini giyiniyor işte

sürünüyor en güzel kokusunu

semazen yüzünde o son bakış

ahlar köprüsünden geçiyor

nice baharlardan özür dileyerek

özür dileyerek kalemin kağıdı öptüğü yerden

bir tetiği çekiyor ömrüne, küskün beyaz

uzak gök, yorgun incir dalları, gülümseyen acı

dökülüyor son yaprağı gülün toprağa

Aynur Dilber

Ben, bu nasırlı dünyada bir parmak ucu meleği

Kesilen tüm kadınları, birbirine dikeceğim

Boynumuz upuzun bir barikat olacak kılıcın karşısında

Sonra dönüp her akşam

Hamal bir babanın gözlerinden öpeceğim.

Ödünç kanatlar dikecek terziler ödül için bana

Göğe doğru çıktığım leylâk arayışında

Dokunduğum kim varsa hepsinin kalbinde bir açık yara

Bu ne mucizesizlik, sanki balık yunus’un tabağında

Küheylân aklımın, süresi doluyor kanatlarımın,

Sıkılma dünya, sana barikatlar kuracağım

Dilara Ayşe Akdeniz

Bir kızı sevmiştim abisini de sevmiştim 

Çok uzaktan bakardı taranmış saçlarıma 

Ha gök ha İstanbul Yuhanna ya da alkol 

İpek gibi inerdi paslı kılıçlarıma 

Sevmek modaydı sanki mevsimsiz hızlanırdı 

Merhaba gibi bir şey alnımdaki parıltı 

Aha oturum açtı deyip turuncu sözler 

Turuncu sonsuz umut gong sesiyle parıltı 

Mor bir yüzüğü vardı uzundu elbisesi 

Yağmursuz akşamların tüm yükünü alırdı 

Uykudan bakar bakmaz sesime çocuk sesi 

Cennetin toprakları ikimize kalırdı 

Süleyman Unutmaz

eskinin kuşları da

bir hoş uçardı

en güzel gökyüzünü

örtmek için

şehirlerin üstüne

sen o zamanlar

buğulu bir sabahtın

koşardın kuşluk vaktine

dağılırdı gamı çarşıların

pencere önlerinde

ninelerin dualarından

kuşlara dönerdi gönüller de

Arif Ay

gülmemiz öfkemiz sevincimiz

ağlamamız varsa hâlâ

her birimizin eli önünde gözü altında

örtülmüş değilsek dünya toprağıyla

değil maskesi gözümüzdeyse ama

düşer kımıltılarda büyüyen soru

koyunun köpeği kuşun çocuğu

havanın toprağı sorunun cevabı

karanlığın ışığı var da

benlerimizin biznesi yok mu

Mehmet Narlı

bir davet mektubu bıraksan kapıda asılı metal kutuya

metal kutuya bakarak geçen sayısız göz olduğunu bilsen

bir gözün bütün ayrıntılarını bilsen

sanat eseri desen, sevilmeden çürüyen bakışlar desen

onun gözlerine sen bakmadan toprak eritti desen

nasıl yaşardın kahvaltılardan mutluluk bekleyerek

sevincini paspas ederek yeraltı zenginliğiyle

yürümenin içine içine onun aydınlık olduğunu bilerek

şimdi kaybolmuş nice tırnak vardır kendi tenine gömülü

nice şehir, nice gece, nice gündüz, nice kayaçlar

hani ay bilene bilene düşer ya denize

kelime bilene bilene dizeye

aynı gözün binlerce çeşit bakması var Allah’ım

bakması ve düşmesi her yere

Âdem Yazıcı

Senin gökyüzünü seyredişini anlatacağım arkadaşlara

Sabahına başaklar kadar inandığımız, güneşin eskimediği günleri

-Saatinle demirleri kemirdin, pek azımız dayanmıştı
Sert zeminleri öpen tertemiz alınları

Evimizi anlatacağım arkadaşlara

Yeşil penceremizde açan gülleri

Gökyüzüne ayarlanmış vakti ve elbiseleri

Henüz keşfetmemiştik inşaatı, Amerika’nın keşfi gibi

Harun Yakarer

Yıl:1 Sayı:1 – Kenar Şehir

Ülkemizin herhangi bir köşesinde yeni ve güzel şeyler yapılınca içimizdeki umut denen çiçeğin açtığını hissediyoruz. Bir söz düşüyor dilimize, bir saz, bir şiir.

Kenar Şehir Dergisi, Karaman’dan çıkageldi. Mevsimlik bir dergi. Cumali Büker yönetiminde çıkan dergide şiir, öykü, deneme, inceleme türünde çalışmalar yer alıyor. Belirtmem gereken iki güzel ayrıntıya değinmek istiyorum. Biri, dergide İsmet Emre Hocam’ı görmek beni ziyadesiyle memnun etti. Diğeri de derginin “keşif” bölümü. Bu sayfalarda gençlere yer açıyor dergi.

Kenar Şehir’e çıktığı bu yolda iz bırakan çalışmalara imza atmasını diliyorum. Güzellikleri her mevsim kalbimize dokunsun.

Yunus Emre

2021, Yunus Emre’nin ölümünün 700 yılı. Unesco 2021’i Yunus Emre yılı olarak ilan etti.  Bunu fırsat bilerek Yunus’un adını sık sık anmak gerek. Her dem yenilenen sözleri ile Yunus, bu coğrafyanın en kuşatıcı isimlerinden biridir. Anadolu gibidir Yunus. Sarar, sarmalar, sevgi iklimini köşe bucak dağıtır. Cumali Büker, karşılaştırmalı bir okuma ile ele almış Yunus’u “Sezai Karakoç Ve Sabahattin Eyüboğlu Okumaları: Hangi Yunus Emre?” isimli yazısında.

Yunus Emre hakkında yazılmış kült eserlerin çoğunu okudum. Hepsinden de aldığım bir tat oldu. Ben Necip Fazıl’ın Yunus Emre kitabının da bu yıl bir fırsattır diyerek mutlaka okunmasını tavsiye ediyorum. Büker yazısında tarafını Eyüboğlu’ndan yana kullanıyor. Onun Yunus’a yaklaşımını da tasvip ediyor. Elbette bu bir tercih meselesi. Sezai Karakoç’un Yunus’u oturttuğu zemini “belli bir zümrenin adamı yapmak” olarak görüyor ama Eyüboğlu’nun çizdiği portre de aslında taraflı bir tutumu yansıtıyor. Aslında mesele şu ki; Yunus’u sadece çok bilinen şiirlerinin yanında mesela “Risaletü’n – Nushiyye” adlı eseriyle de tanımakta fayda var. Yunus’un dünyaya bakan yüzünü en iyi temsil eden eseridir bu.

İki farklı görüşün Yunus Emre’si diyerek ele alıyor konuyu Büker. Kendisinin de ifade ettiği gibi Yunus’u anlatmaya hiçbir ideoloji kâfi gelmez. Çünkü Yunus’un sesi mesafeleri aşan bir derinliktedir. Yazıdan altını çizdiğim bölümü paylaşacağım.

“Karakoç’a göre Yunus ölümü bir ilerleyiş olarak kavrar; Eyüboğlu ise onun ölümü hiçliğe yolculuk, en çok toprağa karışma, çürüme şeklinde algıladığını belirtir. İki sanatçının Yunus Emre’nin inancıyla ilgili görüşleri de kimi açılardan farklıdır. Eyüboğlu Yunus’un dindarlığının ve Müslümanlığının tartışma götürmez olduğunu söyler ama hümanist, panteist ve hatta ateist bir eğilimle onu “... kitapsız, tapınmasız, törensiz, kıblesiz bir inancın adamı...” diye tanımlar. Sevgi, bu inançta tek kural ve yasadır. Ancak Yunus Emre’nin Türk-İslam sentezi bir sufiliği yansıtan şiirlerini yok sayamayız. Hemen her yerde söylenen şu sözü Allahsız bir sevgi değildir elbet: “Yaradılanı severiz / Yaradandan ötürü” Ve Karakoç da bu noktada Yunus’u geleneksel bir İslâm şairi olarak görür ve onun halka İslam’ın temellerini öğrettiğini söyler.”

Bağımlılık ve Aile

Ramazan Çakıcı, bağımlılık ve aile konusunu ele almış yazısında. Yazının merkezinde ailenin üstüne düşen görevler var. Sevgi, bağlılık ve sorumluluklar. Bunlar sağlandığı müddetçe her şey yoluna girecektir. Çakıcı’nın da tespitleri oldukça yerinde.

“Birey ilk bilgileri genellikle ailede öğrenir, çünkü eğitim önce ailede başlar. Bireyin temel ihtiyaçlarının karşılanması, ona gerekli psikolojik desteğin sağlanması konusunda ilk destekçi ailedir. Bireyin en çok iletişim kurduğu yer ailedir ve aile okul dönemine kadar tartışmasız en iyi eğitim kurumudur. Bu dönemde çocuk ailesi tarafından ne kadar desteklenirse yaşam basamaklarını bir o kadar kolay çıkar. Onun çok yönlü desteklenmesi ailenin temel görevlerinden biri olmalıdır. Çok yönlü desteklenen çocuklar sıklıkla olumlu davranışlarda bulunurlar, yaşadığı olumsuz durumlarda ise daha çabuk kararlar alabilmektedirler. Bağımlılıktan kurtulmak ve bağımlı olmamak doğru karar alabilme ve verebilme yetilerinde gizlidir.”

“Ana-babanın almış olduğu eğitim, psikolojik durumu, kronikleşmiş bir hastalığın varlığı, sosyo-kültürel beklentileri, yetiştiği çevresel koşullar, yaşadığı ortam, geçmişteki ailevi yaşantılar vb. unsurların tamamı çocuk yetiştirmede önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Okul yöneticileri ve öğretmenler aileleri iyi tanıyıp, onlarla iletişimi kuvvetlendirirlerse çocukları da daha iyi ve daha kolay tanıyacaklardır.”

Hayat Bir Arayıştır

Aramak, insanın özünde olan bir şey. İster istemez bir arayışın ardına düşüyoruz. Bulmaksa bir talih, şans, kısmet meselesi ama şu muhakkak ki bu bulmak denen cennete ulaşamadan göçüp giden o kadar çok ki. Elif Kara Akın, Ruh Eşini Arama Yolculuğu isimli yazısında hayattaki en zor arayışlardan birini ele almış. “Ruh eşi” bir insanın bulacağı huzur ülkesidir. Elbette bulabilene. Aşk, ruh eşi gibi kavram karmaşalarına da önemli tespitleri var Akın’ın.

“Farkına varmamız gereken ilk şey, mutlu bir birliktelik için önce “mutlu ben”i inşa etmemiz gerektiğidir. Kendi anlamını keşfetmiş, duygularıyla, beklentileriyle, eksik ve fazlalıklarıyla yüzleşebilmiş yani, “ben”i bulmuş insan, o, olmak için can attığımız “biz” kavramına o kadar yakışıyor, o kadar sağlam bir yer buluyor ki kendine...”

“Aşık olduğumuzda ruh eşimizi bulacağımız beklentisi ise bir diğer yanılgımız... Londra Üniversitesi’nde manyetik dalga tekniği ile yapılan bir çalışmayla aşkın, aşık olma halinin fotoğrafı çekilmiş. Aşık insanların beyinlerindeki görüntü, şaşırtıcı bir parlama ve ışık saçma hali. Daha ilginç olansa bu görüntünün, uyuşturucu madde kullanan bir insanın beyniyle benzerlik göstermesi... Buradan yola çıkarak aşkın, aşık olma hâlinin düşüncelerimiz üzerindeki uyuşturucu etkisinden söz edebilir miyiz?”

Yalnızgezerler

Eğer İsmet Emre’den bir yazı okuyorsanız kendinizi uçsuz bucaksız bir dünyanın koynuna bırakabilirsiniz. Tüm tuhaflıkların insana hücum ettiği bir dünyada tenhada kalmak da bir tür galip gelmektir. Günlükleriyle dergide yer alıyor Emre.

“Yine dışında kalmıştın. Yine dışarı atmışlardı seni. Dışına. Hayatın. Kıyıda duruyordun, karşıya geçmiş, kendine bakıyordun. Soluk bir yüzün vardı. Boynun esmerleyin rüzgârla kıpırdayan çıplak ağaçlara bakıyordu. Çıplak ve kirli sonuna kadar… Gözlerin nerdeydi o sıra, nereye gitmiş, nereye kaybolmuştu, şimdi haberin yok. Kalbini geride bırakmıştın, gerilerde bir yerlerde şimdi yolların gitmediği şimdi, dönüşün kapalı olduğu hatta belki. Boynunla bakıyordun bu yüzden hayata. Boynunla ve kalbin uzakta… Yadırgıyordun. Kendini. Sanki kurulu, önceden belirlenmiş, bütün ayrıntılarına karar verilmiş bir sahnenin ortasına bir çıkıntı olarak dikmiştin kendini. Ellerin, ele veriyordu varlığını ve orada, öylece duruyor, yabancılayarak bakıyordun kendine, dışarıdan, sonuna kadar dışında bütün bunların…”

“Gece. Eşiktesin. Ayakta, sigara içerek bakıyorsun göğe. Serin bir yaz gecesi, üşüyorsun, tüylerin diken diken oluyor. Olsun, diyorsun, üşümek yaşamı hatırlatıyor bana. Gözeneklerimden içeri hava üflüyor karanlık ve bu, sıcaktan bunalmış ayakların çırılçıplak suya değmesine benziyor. Ama en güzeli yalnız olmak diye düşünüyorsun. Cırcır böcekleri, alın kapılarını usulca aralayıp içeri giriyor. Seviniyorsun. Bir kişilik sevinçlere bayılıyorsun, öteden beri sevinçlerin kanırtıyor seni, zevk harmanına dönüştürüyor bedenini ve sonsuzcasına koşmak gibi bir şey bu, yarı beline gelen kızıl gelincik tarlaları arasından, onları yararak ufka doğru süzülmeye benziyor.”

Kenar Şehir’den Öyküler

Ayşegül Ünal - Kimlik

“Yağmurlu bir pazartesi günüydü, aylardan haziran. Tüm kış boyunca yaz mevsimini bekleyenler bilirler ki bu durum başlarına gelebilecek en kötü şeylerden biridir. Çünkü yaz insanları yağmur sevmez. Tişört sever, şort sever, deniz sever ama yağmur sevmez. İlle de sevecekse yaz yağmurunu sever. Biraz güneş, biraz serinlik, biraz aşk... Ama böyle gök gürültülü, şimşekli yağmuru sevmezler işte.”

“Kapıyı çaldı. Hocası odasındaydı. Ne kadar eksik imza varsa hepsini attırdı. Odadan çıktıktan sonra yeniden enstitüye koştu. "İşte," dedi "Bu defa tamam." Kadın evrakları gene gözden geçirdi. "Tamam. Ama şu evrakları da giderken fakülte sekreterine vermen gerekiyor." Tekrar fakülteye yöneldi, giderken ıslandı. Islanınca şemsiyeye yine sinirlendi. Ağlamayacaktı, zamanı değildi işte. Alt tarafı bir iki evrak teslim edip evine gidecekti artık. Üç yılını geçirdiği fakülteyi avucunun içi gibi biliyordu. Kapıdan geçti, asansöre bindi, dördüncü kata çıktı. Sekreterin odasına doğru yürürken bacaklarının ağrıdan ve yorgunluktan kopacağını zannetti. Saatlerdir yürüyordu, üstelik hava yağmurluydu. Yağmurlu havalarda hep dizleri ağrırdı. "Neyse..." İçeri girip evrakları sekretere teteslim etti. Rahatladı.”

“Öğrenciliği biten herkesin kimliği alınırdı. Bu kadar basitti. Hem zaten şunun şurasında doktora sınavlarına ne kalmıştı? Doktoraya alınırsa yeniden öğrenci olmayacak mıydı? Kendini yarı yolda kalmış gibi hissetti. Yaşından başından utanmasa koca kampüsün ortasında ağlayıverecekti. O düşünedursun, memure hâlâ sabırla bekliyordu. Düşündü. Olmadı. Gözleri doldu. Sırt çantasından cüzdanını çıkardı, son defa dokunup öğrenci kimlik kartını zorla kadına uzattı. Dalgın biçimde yürümeye başladı. Sahi, bugün her şey bitmişti.”

Mehmet Dönmez - Mezarlıperest

“Bir ağacın altında otururken oldu bu. İrkilmedim desem yalan söylemiş olurum, o an birden arkama döndüm fakat kimsecikleri göremedim. Epeyce uzakta belirli belirsiz gözüken mezarlık görevlisiyle kabirlerin arasında dolaşan kediyi saymazsak! Yukarı da baktım tabii, rüzgârla hafif hafif sallanan ağacın dallarında birkaç serçe kuşundan başka bir şey yoktu! Gaipten gelen bir ses olduğuna ikna oldum sonunda! Ne dediğini tam anlayamadım ama bu bir ağlama sesi değildi. Hiç benzemiyordu da. Sanki tanımadığım bir dilde konuşan bir sesti.”

“Arkama dönüp dönüp baktığım mezarlığı terk ederek evin yolunu tuttum. Mezarlığa gitme konusunu uzun uzadıya düşünmem gerek! Anlaşılan rahatım kaçacak gibi orada da! Belki de başka bir mezarlık bulmalıyım kendime…”

Kenar Şehir’den Şiirler

Baylar hepinizi bütün içtenliğimle selamlıyorum.

Ağaçlar sararmış yapraklarını şu sıralar omuzlarıma döküyor.

Toprak tutan omuzlarıma bu kötücül dünyaya yetecek kadar

sevgi ekmek isterdim.

Olmadı baylar, yapamadım.

Gönlümün çocuklar için ekilen ufacık yerleri vardı. Hasadını

ne üdüğü belirsiz orospular yaptı.

O ürünleri çocuklara vermek isterdim,

Sevdiğim kadınlar çaldı.

İnanın içimde avuçlarımı terletecek kadar sevgi yok.

Avuçlarım kötüyü ve kötücüllüğü def etmeye çalışırken nasır

tuttu.

Artık nasırlı ellerim, ak saçlarım ve içi boş bir kalbim var.

Şiirlerim bile artık benim için kılını kıpırdatmıyor.

Manevi yok oluşuma günden güne şahit olmanız, içten içe

beni huzursuz ediyor.

Anlayacağınız üzere yok oluyorum baylar...

Hiçleşiyorum gün geçtikçe.

Yusuf Özen

Zaman,

Halkaları kurdeleyle sıkı sıkıya

Bağlanmış kapılar

Acısını koklayan bir anne

Mezar taşının ölüsüyle konuşması

İnsanın kendi gölgesine takılıp düşmesi biraz.

Ve yemyeşil yaprakların

Kendini astığı bir darağacı

Şimdi yeryüzü.

Murat Sezgin Yaşar

Yokuş muydu beni yoran yoksa sesizlik mi?

Bir naaşa dönüyordu ruhum

Sorumsuzlaşıyordu gökyüzü,

Karanlık çökmeden.

Biraz yağmur yağsın hele

Ansızın dökülürüm şehre, Karaköy'den...

Şafak sökerken

Bitmeyen bir heceden

Belirirken inceden...

Kenar bir şehirdeyim yine,

Ne yana dönüp baksam kırık-yitik ağaçlar.

Abdullah Köksal

Geçmek bilmedi o is, lambama sürdüğün o is

Bir çerçeve gibi doldurulmayı bekledi ölüm bende

Vitrindeki o siyah elbisenin boşluğuydu üstümde yaşamak

Rimelin yanağıma çizdiği siyah nehirle uyudum çok gece

Bir çığ kopuyordum kalbimde kelebeklerin öyküsünü yazarken

Birbirine kenetlenmiş halklarım dağıldı

Ayfer Karakaş

ağzımdaki mutsuzluk büyüdükçe

çırpınıyor can havliyle dünya

evleşen tüm organlarımı sarstım

tuttum ellerimden özürlerimi diledim

sustuklarımı karış karış özgür bıraktım

yaşadıklarımın tazyiği ile gecelerce

öptüğüm çocuklarımın alnını yıkadım

evin o en uzun gecesinde

oturduk ellerim ve ben

bende kalmayanları özledik

Hicran Aslan

Benim Kahramanlarım

9. sayısına ulaştı mevsimlik edebiyat dergisi Çare. Derginin her yeni sayısı merakla bekleniyor. Dopdolu bir içerik ve özgün çalışmalarla beklemeye değer olduğunu gösteriyor dergi.

Çare’den yapacağım ilk paylaşım Ethem Baran’ ait “Benim Kahramanlarım” isimli yazıdan olacak. Okuduğumuz romanların, öykülerin kahramanları ile kendimizi özdeşleştirdiğimiz çok olmuştur. Bazı kahramanları kendimize daha yakın hissederiz. Baran da kendi kahramanlarını paylaşıyor bizimle.

“İnsan kendini tanımak ve anlamak için kendinden çıkarak başka insanlarda dolaşır ve yine kendine gelir. Gerçekçi edebiyatın zirvede olduğu dönemde, 19. yüzyılda büyük roman kahramanları vardı; o kadar büyük kahramanlardı ki bunlar, onları tanıdığımızda bütün toplumu da tanımış oluyorduk. Toplumun tipik özelliklerini yansıtan, bütüncül yönleri vardı onların. 20. yüzyılda modernist romanlar yazılmaya başlandı ve edebiyatın gözü daha çok bireyin içine yöneldi. Bu kez toplum dışarıda değil, içerideydi. Stendhal’in aynası dışı değil içi gösteriyordu ama iç diye bakılan dış, dış diye bakılan içti artık. İnsandan yola çıktığınızda insana varıyordunuz yine.”

“Conrad, karakterlerini romana yeteri kadar dahil edip etmediğine kendi ikna edemediği için bazı romanlarının uzun olmasının bundan kaynaklandığını söyler. Karakterlerinin gerçeğe uygunluğu yazarını sayfalar boyu meşgul edebiliyor demek ki. Romanlar için pek çok örnek verilebilir. Peki, öyküde durum ne? Sözgelimi Mauppasant, bir öyküsünde, öykü kişisini şöyle anlatır: “Kızıl favorileri olan bir beyefendiydi ve bir kapıdan ilk geçen kişi hep o olurdu. O kişi hakkında daha fazlasını bilmemize gerek var mı? Birkaç fırça darbesi bir karaktere hayat vermeye yetebilir bazı durumlarda. Çehov’un öykü kahramanları öyledir mesela.”

“Şair ve romancı dostum, yeni romanı Haw ile Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü de alan Kemal Varol aradı bir gün. “Ağbi bunu seninle paylaşmazsam olmaz,” dedi ve yaşadığı bir olayı anlattı. Evlerimiz Poyraza Bakar adlı öykü kitabımdaki “Niyet Etti Kadir Efendi” öyküsünün kahramanı Kadir Efendi gibi biriyle karşılaştığını ve benim öykü kahramanımla sohbet ediyormuş gibi hissettiğini heyecanla, sevinçle anlatırken benim de bundan haberdar olmam gerektiğini belirtti. O öyküde, anlatıcı, yazdığı kahramanla konuşuyor, onu önceden tanıdığını belirtiyor ve öyküyü birlikte sürdürüyorlardı.”

Epey Yorulmuştu

Yorgunluk denen hâl iyice üzerimize yapıştı. Herkeste bir yorgunluk. Beden, ruh, zihin yorgunluğu. Hepsinin üstüne eklenen yılların yorgunluğu. İnsan yorgunluktan bahsederken bile yorulduğunu hissediyor.

Hüseyin Hilmi Arslan, Epey Yorulmuştu diyerek bir yorgunluğa şahit tutuyor hepimizi. Biraz daha bükülüyor belimiz, omzumuza biraz daha yük biniyor. Geçmiyor hiçbir yorgunluk.

Epey yorulmuştu, işe de gidememişti bir hafta. Şimdi gel de müdürün suratını çek, kesin yine “Çocuğa babası bakmakla yükümlüdür, biraz da beyleriniz izin alsın canım, işimiz başımızdan aşkın; doğumuydu, hastalığıydı derken senenin yarısını izinle geçiriyorsunuz!” diyecekti. “Müdürüm çocuk bensiz yapamıyor, babasını istemiyor yanında, der savuştururum bu sefer hiç didişecek halim yok.” diye düşündü. Sadık taburcu işlemleri yaparken odayı topladı. Pencere önündekileri alırken gözü dışardaki kuru bozkıra kaydı. “Havalar ısınsaydı bir.”

Epey yorulmuştu. Acıktığını hatırladı. Kalktı yataktan, çocuğun üstü açılmıştı, üzerine yorganı çekip çıktı odadan. Elini yüzünü yıkadı. Mutfağa geçti. Sadık sofrayı kurmuştu. Onu bekliyordu. Sadık kalkıp iki tasa çorba koydu. Yüzüne bakmıyordu Sadık’ın. Uzun uzun susarlardı böyle durumlarda. Sessizliği Sadık bozdu “Ben siz hastanedeyken evde hiç yatamadım, arabada yattım hep, ev siz çıktığınız gibiydi” sesi titriyordu Sadık’ın. Kafasını kaldırdı Serpil, anladı ama epey yorulmuştu.

Kitaplarım Taşınırken

Ali Ayçil’in Kitaplarım Taşınırken yazısını okurken her sahneyi sanki kendim yaşamışım gibi hissettim. Ben henüz 8. taşınma halini yaşamıştım ama nakliyecilerin kitapları görüp de taşımaktan vazgeçtiklerine, anlaştığımız fiyatı arttırma çabalarını çok yaşamıştım. Bu da bizlerin makus talihi çünkü bu durumu birçok arkadaşımın da yaşadığını çok iyi biliyorum.

“Nakliye firmasının yetkilisi, taşınma gününden önce eve bir eksper gönderip tespit yapma ihtiyacı hissetmemişti. Bir kanepe, iki koltuk, birkaç beyaz eşya, bir iki dolap için ne gereği vardı ki! Anlayabileceğiniz gibi, benimle nakliye firmasının ekip başı arasında, kitaplarımın bulunduğu odanın kapısını aralayıncaya kadar belli bir iyi niyet hakimdi. Ne olduysa, o kapı aralandıktan sonra oldu. Ekip başının yüzü ekşidi önce, dudaklarının kenarındaki yardımsever gülümseme bir yerlerinden eğilip bükülmeye başladı. Ardından da, arkasına dönüp, elamanlarına aynen şöyle dedi: “Çocuklar burada da kitap var!” Morallerini düzeltmek için, “buradaki kitaplar dün taşıdığınız kütüphanenin yanında, koçun kıyısına ilişmiş kuzu kadar kalır, o kadar büyütmeyelim,” dediysem de, bir fayda etmedi. Onların gönlünü almak için kurduğum cümlenin bütün bir taşınma boyunca içime işleyeceğini hesap edememiştim ama. Niçin bir başkasının kütüphanesi koç, niçin benim kütüphanem onun yanında kuzu olsundu ki! Üç gündür on üçüncü evimde kitaplarımdan özür diliyorum…”

Prof. Dr. Taha Niyazi Karaca ile Söyleşi

Taha Niyazi Karaca, Büyük Oyun kitabı ile tanıdığım bir tarihçi. Tespitleri ve olaylara bakış açısı oldukça kuşatıcı. Çâre’de Karaca ile yapılan bir söyleşi var. Özellikle tarih ve tarih yapmak üzerine gerçekleşen bir söyleşi olmuş.

“İnsan şu veya bu şekilde tarihle çevrili varlıktır. Tarihsel bilgi insan olmanın bir parçası ve varoluşsal özelliğidir. İnsanı dünya içinde konumlandıran ve kimlik kazandıran tarihtir. Fayda kelimesi iki anlamda kullanılır. Kaba faydacılık anlayışı sadece mekanik olarak kullanılanı tanımlar. Ama ince faydacılık düşüncesi esas alınırsa tarih de dahil olmak üzere bütün sosyal bilimler bir milletin düşünsel ve mekanik üretimlerinin alt yapısını oluşturur, yani kaba faydacılığın tanımladığı pratik kullanıma hazırlanacak ürünlerin üretimlerinin sağlanacağı bir iklim oluşturur. Bu iklim olmadan diğerleri üretilemez. Yine faydacıların bakış açısıyla değerlendirecek olursak faydası olmayan hiçbir şey insan tarafından uzun süre kullanılmaz. Tar ih binlerce yıldır kullanıldığına göre toplumlar için faydaları olan bilgi alanıdır demek ki. Aynı zamanda düşünsel gelişimin de göstergesidir tarih algısı ve tarihçilik.”

“Tarihi öğrenmenin gayesi dünü öğrenmek değil, günü anlamaya çalışmaktır. Günümüz olaylarının çözümü tarihte gerçekleşmez. Tarih toplumların hangi çizgide geliştiğini gösterir. Evet, tarihsel olayları bütünlük içinde değerlendirmek bir ülkenin tarihsel çizgideki konumunu değerlendirmede daha gerçekçi bakış açısına sahip olmak anlamına gelir.”

“Mitoloji, efsane ve destanlar kayıtların bulunmadığı alanda toplumların yaşama şekillerini, alışkanlıklarını ve dünyaya bakış açılarını tanımlamak için kullanılabilir. Tarihsel veriler değildir ama toplumu anlamanın bir yoludur. Hiçbir tarihçi her üç edebi öğeye bakarak tarihsel bilgi üretmez.”

Yalnızlığı Çoğaltan Adam: Rasim Özdenören

Ocak ayında bir vefa örneği olarak birçok dergimizde Rasim Özdenören yazıları yayınlandı. Hece dergisi de Alaeddin Özdenören sayısı çıkarmıştı. Böyle güzelliklere ihtiyacımız var. Daha da önemlisi yaşarken vefaya ihtiyacımız var. Çâre dergisinde de Şenay Şeker bir yazı kaleme almış; Yalnızlığı Çoğaltan Adam: Rasim Özdenören. İyi çalışılmış bir yazı olduğu her halinden belli. Yazarın ruh dünyasına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

“Rasim Özdenören’in, berrak bir zihne ve güçlü bir hafızaya sahip olmasının sebebini, anı yaşama, yaşayabilme becerisine bağlıyorum. O, yaşadıklarını o kadar içselleştirmiştir ki adeta yaşayan bir tarih gibidir. Hayatı boyunca kendisinde iz bırakan hadiseleri yıllar geçmesine rağmen sorgulayan yazardan, hatıralarını dinlerken: “Hala düşünüyorum, filan zat, niçin bana orada o cümleyi kullanmıştı veya niçin bana öyle davranmıştı” gibi cümleleri sıkça duyabiliriz.

Nuri Pakdil, ikiz olmalarına rağmen Alaaddin Özdenören’den “delifişek” diye söz ederken, Rasim Özdenören için “Denge adamı ve o bizim aklımızdır” ifadesini kullanmıştır. Mütemadiyen sabırlı ve anlayışlı kişiliğe sahip olan yazarımız mütevazi kişiliğiyle de herkesin abisi olma vasfına sahiptir. Onun hanesi her daim edebiyat sohbetlerinin demlendiği dost meclisi olmuştur.”

“Yaşadığı devrin ve bundan sonra gelecek nesillerin abisi Rasim Özdenören şu an Hece ve Hece Öykü dergilerinde gelecek nesillere ufuk açacak eserler vermeye devam etmektedir. Biz onu yedi güzel adamın emaneti olarak görüyor ve hayırlı bir ömür diliyoruz.”

Çâre’den Öyküler

Dilara Ayşe Akdeniz- Uyanış

“Beş vakite ek olarak Hüseyin Efendi her ikindi camide toplanan köy çocuklarının kimine elifba öğretir, kimiyle belli aralıklarla hatim indirir, ‘git de iki kelam girsin kulağına’ denilerek gönderilen daha ufakları ise ‘’Allah kaç, nerde, imanın şartları’’ gibi basit suallerle memnun ederdi. Bu ikindi okumalarına kızlar çift güllü Yasinleri ellerinde, kolları, gerdanları açık elbiselerinin üzerine alelacele bir yazma dolayarak, erkeklerse büyük bir ciddiyetle takıverdikleri takkeleriyle gelirlerdi. Beş on dakikaya kalmaz bu emanet ciddiyetten usanır, takkeleri ceplerinde kâh mihrapta kıkırdamaya başlarlar, kâh Hüseyin Efendi’nin imalı parmak sallayışlarına aldırış etmeden mihraba çıkarlardı.”

“Bir gecede sanki evinin damını altından çekivermişler, onu da bir uçurumun kenarına atıvermişler, ‘’al evin artık burası’’ demişlerdi Hüseyin Efendi’ye. Dünyanın rengi değişmiş, zihninde bir elma dalından koparılıp hırçınca dişlenmiş, biri eline zorla bavulunu tutuşturmuş da sınır çizgisine getirmişti. Hüseyin Efendi’ye ‘git artık, daha ne bekliyorsun’ deyip zorla ittiriyordu onu. O ise direniyor, direnmenin acısıyla alın çizgileri daha da kırışıyordu.”

Mustafa Mete - Çeşme

“Bizim mahallede bir çeşme vardı. Yüzlerce yıllık hatırayı üzerinde biriktiren taşlarla örülü, iki yanında mermer sütunlarındaki kitabesiyle zamanın nabzını tutmaya devam ediyordu. Yılların yorgunluğundan olacak ki kitabesinin bir bölümü silinmeye yüz tutmuştu. Belki de artık okuyan olmuyor diye kendini unutturmak istiyordu. Öyleye yıllardır yanında yöresinde oyunlar oynadığımız, yavuklumuzu beklediğimiz, dost ve ahbaplar ile buluşup hasbıhal ettiğimiz bu kadim çeşmenin kitabesi şifa niyetine bir Allah’ın kulu okumuyordu. Okuyamıyordu!

Yıllarca “Eski harflerle yazılı olduğundan kimse okuyamıyor. Bu devirde pek bilen kalmadı tabiî eski alfabeyi.” denilip geçiştirildi. Oda insanların bu vefasızlığına karşı kendini harf harf silmeye başlamıştı.”

“Çeşme gibi kuruyan ve medeniyetinden bağlarını koparan bizleri de kazıyıp atarlar mıydı bir kenara? Bu düşüncenin beni düşürdüğü elem içimde büyürken yol çalışması bitti.

Yeni fakat sahte bir yüzü vardı ya da bana öyle geliyordu. Çeşmenin yıkılmasından sonra bu cadde bana farklı gelmeye başladı. İçine düştüğüm acıdan kurtulmak için yolumu değiştirdim. Artık eve iki alt caddeden gelip arkadan dolanıp girmeye başladım. Kendimce bir kurtuluş yolu bulmaya çalışıyordum. Fakat, olmuyordu...

Yıllar geçti lakin ben hâlâ o çeşmeyi unutabilmiş değilim. Birde Tatyos Efendi’nin dediklerini. Kendi elimizle kendimizi yok etmeye de alışabilmiş değilim. Bir çeşme gibi damla damla eriyerek bu acıyla kuruyup gideceğim.

Tıpkı yolun üst tarafında artık olmayan çeşme gibi.”

Mustafa Çiftci – Sarı Leblebi

“Kambur her sabah namazından sonra dükkâna gelir, kuşburnu çayı içer sonra kahvaltısını bekler. Kahvaltıda et ya da bal kaymak olmazsa sinirlenir. Bunu bilen hanımı ilerlemiş yaşına rağmen her sabah kahvaltısını vaktinde hazır eder. Kahvaltı sefer taslarında dükkân ulaştırılır. Kambur beş tane pehlivanın yediğini sadece kahvaltıda yer. Sonra o gün satacakları kadar leblebi kavurur. Ne eksik ne fazla. Çocukları da alışmıştır onun bu haline. Leblebi ikindiyi bulmadan biter. Ondan sonra gelen müşteri sabahı beklemelidir. Zaten Kambur ikindi vakti gelince önce namaza, sonra da dükkânı kilitler ve eve gider. Evde ikindi yemeği onu bekler. Günde iki öğün yer. Oğulları işte bu düzene itiraz eder. “Neden dükkânı ikindi olunca kilitliyorsun. Bırak biz dükkânda kalalım. Dükkânda kuru yemişin her çeşidi olsun. Biz vardiya usulü tam gün açık tutalım dükkânı. Bizi dükkândan kovar gibi nedir öyle ikindi vakti kilitleyip gitmek” derler.”

“Kambur çok yanmış. Ağlamış, kavrulmuş ama ölüme çare yok. Ondan sonra Kambur bir daha araba almamaya yemin etmiş. Ve düşünmeye, kendini mahkemeye etmeye başlamış. Ve işin bütün mesuliyetini kendi hırsına yüklemiş. Hırsını köpürten şeyin de para olduğunu, paranın da çok çeşide giren dükkândan geldiğini anlamış. Kendine bir uzlet köşesi seçmiş. İşe gitmeden, saç sakal karışık gezmiş bir zaman. Sonra hazırdaki parası bitince bakmış ki ellere avuç açacak. O zaman işte bu küçük dükkânı açmış ve tek çeşit leblebi satarak, her sabahta dükkân açıp ikindide kapatarak yaşamış gelmiş bugüne kadar.”

Ercan Köksal – Karabasan

Bir ses! Beni çağırıyor. Hemen yerimden doğruluyorum. Şaşkınlığım geçiyor birkaç saniye içinde. Tanıyorum Fatih’in sesini. Kalkıp cama yöneliyorum. Karşıda dikilmiş, öylece bekliyor. Yanına çağırıyor. Kalkıp gitmeye niyetleniyorum. Sonra aklıma bir şey geliyor, durup vazgeçiyorum. Tam o an bir el omuzlarımdan kuvvetle bastırıyor. Sanki bütün vücudum kilitlenmiş gibi... Yattığım yerden doğrulmak istiyor, bunu başaramıyorum. Bildiğim duaları okumaya çalışıyorum. Yarım yarım bir şeyler geliyor aklıma, bir türlü duanın gerisini getiremiyorum.

Bir şeyler oluyor, omzumdaki yük hafiflemeye başlıyor, ardından tamamen kayboluyor.

Gözlerimi açıyorum, soğuk bir rüyaymış.
Anlıyorum, karabasanlar rüyada gelirmiş.

Çâre’den Şiirler

peygamber yutan balıklar da

camekân içinde

söğütlerin yeli kesildi

sustu balkonda sardunyalar

sustu

içteki ses dıştaki ses

sessizlik bir ıstırap adası

buzlu kabuğu elmaların

hayatın iki yüzünde kızardı

İsmail Karakurt

Hazırlıksız bir kalp randevusu,

Hamilinde kaybolmuş bir kartvizit yalnızlığı,

Unutulan, heybeden düşen bir azık çıkını,

Çekilmemiş bir el freni huzursuzluğu,

Gelin olmayacak kıza dizilmiş ezberden mani

Tümülüs bulutların karşılıksız çeki.

İnsan, yalancı bir konkordato çürüğü,

Karıncalar, anlar mı bu ticareti?

Ahmet Şevki Şakalar

Gökyüzünde yıldız, yüzünde dibi gördüm

Dünya bir tehir ‘bekleme’si ve yıldız seslerindendi

Gerçeğin ucuna düş kuruları sürdüm

Yüzüm rüya yanıkları kırıldı aynaların kalbi

Alınmamış öçlerden eskimez yaralar derdim

Sözler sürçtü, sözler sesle bezenmiş anlam ipeği

Ethem Erdoğan

Sormuş

Genç kumru

Milyon Taşı’na

-Niçin dünyanın

Merkezidir

İstanbul?

-Âşık oldukları için elbet

Bütün şehirler

İstanbul’a

Mustafa Ruhi Şirin

İsfahan ve Melikşah

Şehir ve Kültür Dergisi’nin Ocak 2021 kapağını İsfahan süslüyor. Gönüllere dokunan bir fotoğraf bu. Elbette İsfahan da öyle. Kâmil Uğurlu, “Cihana Hükmeden Bir Emir Ve Cihanın Yarısı Bir Şehir Isfahan ve Melikşah” isimli yazısında Melikşah’ı ve İsfahan’ı anlatıyor. İç geçirerek okunacak bir yazı bu. Elimizden kayıp giden her şey gibi... hüzün ve acıtan bir kırılma.

“Şehrin içinden bir nehir geçiyor. Adı Zâyenderûd. Anlamı “Hayat veren nehir” Nil, Mısır ve Kahire için hayat veren bir unsur ve bir nehirdir. Isfahan’da bu işi Zâyende yüklenmiş. Üzerinde dokuz köprü inşa edilmiş. Şehri, nehrin sağına ve soluna tabiî gidişatı içinde yerleştirmişler. Ve efsanevî bahçelere asla dokunmamışlar. Oralarda hâlâ, dünyanın en kaliteli meyveleri ve sebzeleri yetişmeye devam ediyor. Otuzüç gözlü köprünün etrafındaki halkı, gönüllerince çimlere ve parklara yayılmış gördük. Onlar, adına “si-o-se-pol” (otuzüç gözlü) diyorlar. Bazıları da “Allahverdi Han Köprüsü” diye biliyorlar burası. 300 metre uzunluğu var ve 14 metre genişliğinde bir geçit. Şehrin kuzey kesimini, meşhur Cihar Bag bulvarıyla güneye bağlıyor. Sıcak yaz günleri şehirlilerin nefes almaya geldikleri bir yermiş burası.”

“Dahili dekorasyonu yine çok zengin. İran tarzı minyatürler ve aynalar, binanın içini masal âlemlerine çevirmiş. Savaş ve av tasvirleri gerçekten bir temâşâ şöleni sunuyor. Programlı gezinin bir durağı da, Türkçe anlamı “Sekiz Cennet” olan Heşt-Behişt Sarayı oldu. Geniş ve bakımlı bir bahçenin içinde, sekiz köşeli, iki katlı ve yazlık olarak yapılmış güzel bir saray burası. İçerdeki odalar da sekiz köşeli. Merkezde yine sekiz köşeli bir havuzu var. Yer döşemelerini de bu usule uydurmuşlar. Cenneti tasvir etmişler. Ayna unsuru burada da kullanılmış ve iyi kullanılmış. Metinlerde geçen “sekiz cennet” böyle tasvir edilmiş. Bu saraya gelirken, adı “Cıhar bağ” veya “Çârbağ” olan, yani “dört bağ” olan bir caddede yürüdük. Bu bağların adını bize şöyle söylediler: “Bağ-ı Pehlivan, Bağ-ı Tophane, Bağ-ı Nesteren, Bağ-ı Baba Emir…” Bunlardan Bağ-ı Bülbül, Sekiz köşeli cennetin içinde bulunduğu bağ imiş…”

Edebiyatçıların Köyü Beykoz

Mehmet Kamil Berse’nin “İstanbul Şehrengizi” okuyucularla buluştu. Bir şehri yaşamak ve anlatmak çok kıymetlidir. Şehrin notunu tutmak aslında hafızayı da diri tutmaktır. Berse’nin yazılarındaki bu hassas nokta dikkat çekiyor. Bu sayı Beykoz’u anlatıyor. Edebiyatçıların gözünden Beykoz, onların yaşadığı, anlam kattığı Beykoz var yazıda.

“Beykoz’un Efendibabası Ahmet Mithat Efendi: “Dünyanın en güzel şehri İstanbul, İstanbul'un en güzel yeri Beykoz, Beykoz'un en güzel yeri benim yalımın olduğu yerdir.” Bu söz Beykoz’un Efendi Babası Ahmet Mithat Efendi’ye aittir. 1844’te Tophane’de doğup 6-7 yaşlarında iken Mısır çarşısında esnaf olan babasını kaybedince eğitimi için çalışmak durumunda kaldı. Rusçuk’ta bir devlet dairesinde memur olarak çalışırken bir yandan da Arapça, Farsça ve Fransızcasını ilerlettiği için kendisini takdir eden Mithat Paşa, ona kendi ismini verdi ve asıl adı olan “Ahmet”'in yanına “Mithat” da eklenerek, bu şekilde anılmaya başlandı. 1871’e kadar Sofya ve Bağdat’ta resmî görevlerin yanı sıra gazetecilik de yaptı. Mithat Paşa’nın tavsiyesiyle Fransızcayı çok iyi öğrenen Ahmet Mithat, son derece çalışkan ve mücadeleci bir insan olarak bilinir. Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da yaşama sanatına vakıf bir adam olarak ekonomik manada rahatladıktan sonra yaşamını sürdürmek için Beykoz’u seçiyor. Akbaba Köyü’nde bir çiftlik ve arazi satın alıyor ve ziraatla ilgilenmeye başlıyor. İlk defa kuluçka makinasını kullanan kişi olan Ahmet Mithat, ziraatta da modern teknikleri araştırıp ilk defa uygulamıştır.”

“BEYKOZ'UN İKİ ÜNLÜ EDEBİYATÇISI:  Biri Ahmet Mithat Efendi diğeri Orhan Veli’dir. İkisinin de yaşadığı yalılar halen ayaktadır. Ahmet Mithat Efendi'nin kendi yalısında başlattığı “edebiyat sohbetleri ve müzik âlemleri” onun yakınları tarafından 60'lı yıllara kadar sürdürüldü. Büyük yalının rıhtım katındaki bu bölümde, Ahmet Mithat Efendi’nin damadı olan Muallim Naci'nin kızı Fatma Nigar Hanım ile eşi yaşar. Nigar Hanım iyi yetişmiş, kültürlü bir İstanbul hanımefendisidir. Türk musikisine çok meraklıdır ve piyano, keman çalarmış. Dedesi Ahmet Mithat'ın vefatından sonra, azalan bir tempoyla bu ananevi kültür toplantılarını, Fatma Nigar Hanım sürdürüyordu. Ahmet Mithat Efendi, ailesinin gelişmesini dikkate alarak, yalıyı çok bölümlü inşa ettirmiştir. Yalıda sosyal aktiviteler (toplantı ve tiyatro) için uygun mekânlar yaptırmıştır. Yalı zaman içinde, Ahmet Mithat'ın genişleyen çevresiyle, dostlarıyla paylaştığı bir kültür merkezi haline dönüşür. Her hafta cuma günleri yazarlar, şairler, musikişinaslar yalıya davet edilir, herkes bu kültür ziyafetinden nasibini alırmış.”

Mutluluktan Yıkılıp Gelen Şehir

“Mutluluktan Yıkılıp Gelen Şehir, Ezanın namazın orucun memleketi. Türk’ün, Türkçenin, türkülerin memleketi.” Bu tanımlamaların hepsi de Fahri Tuna’ya ait. Peki neresidir bu şehir; Afyon. İnsanın gitmediyse mutlaka gitmek isteyeceği bir heyecanla anlatıyor Afyon’u Tuna. Türküler eşliğinde okuyoruz yazıyı.

“Kızım Ayşenur on dördünün içindeydi o günlerde. Baba kız karar aldık, kaleye yollandık ve ve ve, kalenin zirvesinde tırmandık, kuşbakışı şehre bakarak:

Ben bir koyun olayım, sen de bir kuzu
Meleye meleye getirem yazı
Yayladan gel allı gelin yayladan
Kesme ümidini Gadir Mevlâ’dan

Türküsünün ikinci bölümünü söyledik. (Kızımla hep yaptık o gezide bunu zaten: Bolu’da Siyah giyme toz olur / Beyaz giyme söz olur’u, Polatlı’da Misketi, Eskişehir’de Halkalı şekeri, Kütahya’da Elif dedim be dedimi de söylemiştik birlikte.) Şehirler biraz da türküleriydi bizim için. Mâlumunuz, biz seyyah ruhlu yazarlar, hangi şehre gitsek o şehrin özel ve yerel lezzetlerini tanımak isteriz. Afyon’da da öyle yaptık ekipçe.”

“2017 yılı Martında Belçika’nın başkenti Brüksel’deydim. Meğerse Brüksel’deki Türklerin büyük çoğunluğu Afyon Elmadağlı’ymış. Hatta şehir merkezinde bir ilçenin, Saint-Josse’nin belediye başkanı Emir Kır da Emirdağlıymış. Brüksel’de doğup büyüyen ünlü türkücü Kubat da. (Asıl adı Ramazan Kubat bu arada.) Kilometrekareye üç yüz on iki Emirdağlı düşüyor Brüksel’de esprileri yapılıyor orada. Belçikalılar soruyormuş oradaki Türklere, Tamam anladık, Afyon Emirdağ’a bağlı. Peki Ankara’da mı Emirdağ’a bağlı? Kahkahanın bini bir para tabii. (Bir helal olsun da Emirdağlılara buradan.) Buyurun size bir Emirdağ türküsü:

Emirdağı birbirine ulalı
Emirdağı birbirine ulalı
Altın yüzük parmağında dolalı, gelin dolalı
Burnun mu böyüdü gelin olalı, gelin olalı?
Gız iken yandığım sen değil misin, gelin sen misin?”

Karayel’e Reverans

Ahmet Köseoğlu’nun yazısını doludizgin bir coşkuyla okumak gerek. Karayel’e Reverans, içinde atların yelelerini savurarak koşuştuğu bir yazı. Romanlardan, şiirlerden geçen atlar da uğruyor yazıya.

“Ereğli’de atların yetiştirilmesinin esas nedeninin hava, ayrık otu ve su olduğunu söyleyen tecrübeli pansiyoner, işi daha da ileri götürerek “Amerika’da Kentucky, İngiltere’de Liverpool, Türkiye’de Ereğli” diyerek şehrinin -resmiyette ilçe- dünya klasmanındaki yerini belirtiveriyor.

Topluca bir o yana bir bu yana koşan küheylanları meftun ve sükûnetle takip ederken, Üstad Necip Fazıl’ın “At’a Senfoni”sini, Cengiz Aytmatov’un “Elveda Gülsarı”sını, Köroğlu’nun Kıratı’nı düşünüyordum. Sessizliği de sonlandırırcasına üstadın “Utansın” şiirinin “Hey gidi küheylan koşmana bak sen! Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!” mısralarını biraz ürkek biraz da cilveli koşan atların ardından ünleyiverdim.”

“Hafızalara kazınmış “Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan da bir vatanı mahvedebilir” meşhur vecizesiyle Cengiz Han’da adaşına bir işaret fişeği yakmıştı herhalde. At, avrat, pusat terkibinde atın ilk sırada yer almasının, onun hâcet-i asliyeden sayılması veya uyum-terkip düzenlemesinin ötesinde, daha ulvi ve derin tarihi sebepleri olduğuna delalet eden birçok iz de bulunabilir.”

“Pansiyonlarında beş yüz civarında atın yetiştirildiğini, İngiliz atların iki yaşında, Arap atlarının (küheylan) üç yaşında yarışlara gönderildiğini anlatan kurt eğitmen, Karayel’i anlatırken ses tonu ve yüz ifadesi değişiyor, gözleri parlıyor, heyecanlanıyor sanki at karşısındaymış gibi bir halet-i ruhiye’ye bürünüyor ve “Karayel gibisi gelmedi” diyerek eskilere dalıp gidiyordu.

Karayel, girdiği bütün yarışları kazanmış, hiç geçilmemişti. Son yıllarda yurt genelindeki yarışların şampiyonlarının Ereğli’de yetişen atlardan çıktığını, koşuların en büyüğü ve en önemlisi olup yılda bir koşulan Gazi koşusunun on beş kupasını da yetiştirdikleri atların aldığını söyleyen eğitmen “Amma lâkin Karayel başkaydı” diyor, biraz duraklıyor sesi boğazına düğümleniyor ve titreyen sesiyle ancak “O rüzgârın kızıydı” diyebiliyordu.”

Yunus Emre’nin Şehirleri

Bu yıl Yunus Emre Yılı. 700. ölüm yıldönümünde Unesco 2021’i Yunus Emre Yılı olarak ilan etti. Elbette gönlünde Yunus sevdası olan için bir yıl değil her an Yunus’tur. Büyük bir coğrafyada belki de Yunus kadar kabri olan başka bir isim yoktur. Bu da Yunus’un gönülleri fethettiğinin bir göstergesi.

Mehmet Mazak, Yunus Emre’nin şehirlerini anlatıyor. Onun makamının olduğu yerlere uğruyoruz Mazak’ın rehberliğinde. Sevgi ve muhabbet dağıta dağıta…

“Bugün günümüzde birçok Anadolu şehrimizde Yunus Emre’nin mezarının bulunduğu iddia edilen makam bulunmaktadır. Bizim Yunus diyerek sahiplenilen bu gönül dervişinin makamlarının bulunduğu şehirler şunlardır: Bursa, ÇayköySandıklı- Afyon, Tuzcu Köyü-Erzurum, Ünye-Ordu, Döğer-İhsaniye-Afyon, Tire- İzmir, Sivas, Ortaköy-Aksaray, Keçiborlu-Isparta, Uluborlu-Isparta, Kula-Manisa, Karaman, Bolu, Sarıköy-Sivrihisar-Eskişehir sayabiliriz. Bu makamlar Anadolu’daki şehirlerimize serpilmiş birer “Çoban Yıldızı” görevini ifa etmiştir. Çolpan yıldızı, "ona bakılarak yolu tayin etme” inancı dünyanın her yerinde nasıl etkili olmuşsa, Yunus Emre’nin makamları da bulunduğu şehir ve coğrafyada yaşayan insanlar üzerinde yol gösterici, yaşantısı ve davranışları peşinde yürünen bir kişilik olarak karşımıza çıkmaktadır.”

“Yunus Emre’nin makamlarının olduğu şehirleri batıdan doğuya doğru sıralarsak İzmir, Manisa, Bursa, Afyon, Isparta, Eskişehir, Bolu’yu birinci coğrafi nokta olarak alabiliriz. Karaman ve Aksaray’ı ikinci coğrafi nokta, Sivas, Erzurum ve Ordu’yu üçüncü coğrafi nokta olarak belirtebiliriz. Ben bir Yunus Emre uzmanı değilim, ancak şehir tarihi ve kültürü üzerine çalışan ve araştırmalar yapan biri olarak ve de, Yunus Emre’ye atfedilen şehirlerin hepsini gezmiş, havasını solumuş biri olarak yorumlamam gerekirse, Yunus Emre tarihsel ve kültürel olarak birinci coğrafi bölgeye ait bir değer ve gönül eridir diyebilirim. Kim bilir Yunus’un makamı belki de Hocası Tapduk Emre’nin şehri Nallıhan-Ankara’da bulunmaktadır. Ama bu makamlar içinde en güçlü bilimsel delillerin olduğu yer SarıköySivrihisar-Eskişehir adresindeki makamdır. Sivrihisar erdemli bir şehir olarak Yunus Emre’yi bağrına basmaktadır. Yukarıda yazdığımız Yunus’un şehirlerin her biri ülkemizin güzellikler barındıran yerleridir. Yunus Emre şiirlerini Türkçe yazdığı ve söylediği hepimizin malumudur.”

Dede Korkut Hikâyelerinde Sinematografik Anlatım

Bilal Arıoğlu, Dede Korkut Hikâyelerine farklı bir açıdan yaklaşıyor yazısında. Görsellik, ayrıntıyı verme şekli, betimleme zenginliği gibi konulara değinen Arıoğlu, hikâyeleri kültürü temsil noktasında da ele alıyor.

“Dede Korkut hikâyeleri Türk kültür tarihi içerisinde önemli bir yere sahiptir, üzerinde en fazla akademik çalışma yapılan eserlerin başında gelir. Hikâyelerin kahramanları, içinde yaşadıkları toplum, kahramanların gelgitleri, çatışmaları, yer, zaman ve mekân örgüsü, açısından oldukça zengin ve sembolik bir anlatıma sahiptir. Hikâyeler incelendiğinde, sinematografik bir anlatıma sahip olduğu, modern senaryo kurgusunun temel öğelerini içinde barındırdığı görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında her yaş gurubunun kendini içinde bulabileceği, kendince çıkarımlar yapabileceği bir kurguyu barındırır. Bunun için de Türk kültür tarihi içerisinde özellikle İslam’ın kabulü ile başlayan dönemin kurucu eserlerinin başında gelmektedir. Prof. Dr. M. Fuat Köprülü onun önemini şu şekilde açıklamaktadır; " Bütün Türk edebiyatı terazinin bir gözüne, Kitâb-ı Dede Korkut öbür gözüne konsa, Kitâb-ı Dede Korkut yine ağır basacaktır ." Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan “100 Temel Eser” eser içerisinde birinci sıraya konması bunun açık göstergesidir. Dede Korkut hikâyelerini anlatan ve günümüze ulaşan iki elyazmasından birisi, Almanya’da Dresden Krallık Kütüphanesi’nde Fleischer Külliyatı arasında 86 numarada “Kitâb-ı Dedem Korkud alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân” adıyla kayıtlı, Diğeri de Vatikan Kütüphanesi Türkçe yazmalar kısmında 102 numarayla kayıtlıdır. (5) Bu nüshalara bir yenisi daha eklendi: Türkmen Sahra nüshası, Bayburt Üniversitesinde düzenlenen “Dünya Kültür Mirası Dede Korkut Uluslararası Sempozyumunda” Metin Ekici tarafından sunulan bildiride ilk kez Dede Korkut’un bu yeni nüshası tanıtılmıştır.”

Süheyla Karaca Hanönü’den Rasim Özdenören Yazısı

Bir Rasim Özdenören yazısı da Şehir ve Kültür dergisinde Süheyla Karaca Hanönü’nün anlatımıyla yer aldı. Gül Yetiştiren Adam merkezinde ele almış Özdenören’i Hanönü. Roman tahlili ile birlikte yazarın da yazı dünyasını sunuyor bizlere Hanönü.

“Yazarlar, şairler hem çağına tanıklıklarını hem de tarihte yaşanan olayları eserlerine konu olarak alabilirler. Olayları bir tarihçi gibi değil de birey üzerinden sanatçı duyarlılığıyla anlatan eserler iz olur. Bu minvalde Rasim Özdenören’in külliyatı içerisinde “Gül Yetiştiren Adam” romanı başyatlarından biridir diyebiliriz. Birey üzerinden Batılı değişimi reddeden bir insanın bu yenilgiyi gizli kabullenişiyle birlikte kendince direnişini, kendisini kapatıp güller yetiştirdiği bahçesinden olayları sorgulayışını, torunuyla olan diyaloglarını buluruz. Elli yıl sonra evden çıkmaya karar verip torununun elini tutarak sabah namazı için camiye doğru yol alırken gördüğü değişime bakışı resmedilir.”

“Değişim dıştan başlar sonra öze iner, diyerek kendini eve kapatmış bir adam, bireysel protestonun sembolü haline gelir. Bir şey yapamamanın da bir eylem olduğuna kendini ikna etmiştir. O, bahçesinde eşsiz güller yetiştirirken – ki güzel koku sünnettir- dışarıda hayat hızla akar, çok şey değişir. İnsan değişir, doğa değişir, giysiler, yeni araçlar, savaşlar… O ise sadece gül yetiştirip Kur’an okuyup ibadet ederek geçirir günlerini. Nitekim bir şehir efsanesine dönüşür.”

“80 yaşında tutuklanan gül yetiştiren adamın haberi ile Sitare’nin intihar haberinin aynı ana denk gelmesiyle iletisini tamamlamış olan kitapta takkeyle şapkanın çatışması üzerine inşa edilen bir kurmaca okumuş oluruz hem kuyunun içinden hem de dışından.”

Diyarbakır Surları

Şehirlerin adlarıyla anılan güzellikleri vardır. Şehri temsil noktasında bir yapı, doğal güzellik gibi birçok özellik şehrin kimliği olur adeta. Diyarbakır için de surlar bu derecede bir değere sahiptir. Dr. Şakir Diclehan, bir dünya harikası olarak nitelendirdiği Diyarbakır Surları’nı anlatıyor. Yazıyı okuyunca bu surları da mutlaka görülecekler listesine ekleyecektir birçok okur.

“Diyarbakır’a 10 Aralık 1048’de gelen İran’ın ünlü şair ve bilginlerinden Nasır-i Hüsrev, surlarla ilgili şu gözlemlerde bulunur: “Ben, dünyanın dört bucağında Arap, Acem, Hind ve Türk memleketlerinde birçok kaleler ve şehirler gördüm. Fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid şehrinin kalesine benzer bir kale ne gördüm, ne de başka bir yerde bunun gibi bir kale gördüm diyeni duydum.” Burçlar üzerine yapılan görkemli kabartmalar, hemen surun her yerinde görüle bilmektedir. Dünyanın ender kalelerinden biri olan ve Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun surları olarak kabul edilen Diyarbakır Surları, tarihe tanıklık eden yönüyle görülmeye değer en nadide eserler arasındadır bugün... Hurriler tarafından inşa edildiği kabul edilen Surlar, inşa edildiği tarihten bu yana birçok medeniyet ve uygarlığa tanıklık etmiştir. Diyarbakır Kalesi, Hurriler, Mitanniler, Hititler, Asur, Med, Pers, Roma, Bizans, Arap, Abbasi, Mervani, Selçuklu, Artuklu, İnallı, Nisanlı, Eyyubi ve Akkoyunlu gibi devletler tarafından fethedilmiş ve şehir, bu devletlerin hâkimiyeti altına girmiştir. Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin mesken tuttuğu Diyarbakır, tarihi dokusunu korumayı başarabilen nadir illerimizden biridir... Son zamanlara kadar surlar içinde kalan şehir, birçok kültürel değerlerini korumayı başarmıştır. Peygamber Kabirleri, Sahabe türbeleri, Camileri, Kiliseleri, Höyükleri, Medreseleri, Hanları ve mimari farkını ortaya koyan Diyarbakır Evleri ile Diyarbakır, kapılarından içeri girildiğinde insanı tarihin derinliklerine girmiş gibi hissettiren bir atmosfere sahip...”

“Sezai Karakoç, bu şehirden övgüyle bahseder: “Diyarbakır... Aslanlı Çeşme, İç Kale Kapısı, gürül gürül suları olan Hz. Süleyman Camii, Ulu Camii, Peygamber Camii (Cami-ün Nebi), Hasan Paşa Hanı, hamamları, surları; dört köşeli, bir sıra beyaz, bir sıra siyah taştan örülmüş minareleri, Urfa Kapısı Mardin kapısı vesaire... adlarıyla anılan kapılarıyla doğusunda aşağıdan akan nehri (Dicle) ile kendine mahsus, kişilikli, tarihî şehirlerimizden biri…. Diyarbakır Kalesi, Surları ve Burçları, bölgede hüküm süren medeniyetlerin, kültürlerin ve dönemin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenerek, özgünlüğünü ve 7 bin yıllık tarihsel varlığını halen sürdüren orijinal ve özgün kültür varlıkları olarak yaşamakta. Dünyanın en eski ve en sağlam yapılarından biri olan Diyarbakır Surları, birçok türküye, maniye, efsaneye konu olmuştur. Burçları üzerindeki görkemli kabartmaları ve kitabeleriyle dünyanın ender kalelerindendir.”

Bildiğiniz Ahmet Muhip Dıranas

Erbay Kücet, ilginç bir tesadüfle başlıyor yazısına. Ahmet Muhip Dranas’ın eşi ile tanışmalarını anlatıp oradan şairin şiir dünyasına giriş yapıyor. Yazıyı okurken zihnimizde “Fahriye Abla” şiiri dize dize akıyor.

“Fahriye Abla şiiri 1935 senesinde Varlık dergisinde yayınlandıktan sonra şairini gölgede bırakmıştır desek yanlış ifade etmemiş oluruz. Çocukluk yıllarında şairde iz bırakan genç kız, hikâye anlatımıyla tasvir edilmiştir. Fahriye Abla’nın yaşadığı ev, mahalle anlatılırken onun kıyafetleri, mizacı okurun gözünde canlandırılmaktadır. Fahriye Abla’ya duyduğu ilgiyi hayalleriyle buluşturan şairin çocukluk yıllarına dönüş özleminde olduğunu söyleyebiliriz.”

“Edebiyatımızın beğenilen şiirlerinden olan 'Fahriye Abla' tiplemesinin gerçekten olup olmadığı üzerine tartışmalar yapılırken eşi Münire hanım bir röportajında “Herkes 'Fahriye Abla' şiirini konuşur ama Ahmet Muhip Bey, tek şiir kitabını bana ithaf etti. Kendisi bohem adamdı. İçkisini devam ettirdi benimle beraber. Ben hiçbir zaman karşı çıkmadım.

Ama o da bana her zaman sevgi, saygı besledi, daima beni methetti. Ben onu hep baba gibi sevdim” deyip ‘Fahriye Abla’ şiirinin evliliklerinden önce yazıldığına dikkat çekmektedir. Eşin anlatımına devam edersek: “Halk bu şiire bayılıyor! Ben evlendiğimde Fahriye kim bilmiyordum. Bu ünlü şiiri öğrenince 'Kim bu Fahriye?' diye sordum. İlişkisi olan bir komşusuymuş.”

YORUM EKLE
banner46

banner36