Ocak 2021 dergilerine genel bir bakış-1

Tolstoy’un Son Günleri

2021 yılına yine dopdolu bir içerikle girdi Türk Edebiyatı dergisi. Birçok seri yazı başlamış derginin bu sayısında. Akademik yazılar, söyleşi, inceleme derken okuyucuları günümüz Türk Edebiyatı’nın geniş coğrafyasında soluk soluğa bir geziye çıkaracak çalışmalar var dergide.

Türk Edebiyatı’ndan yapacağım ilk paylaşım; Ömer Hakan Özalp’in Tolstoy’un Son Günleri Kızı Kontes Aleksandra / Saşa’nın Hatıraları-1 yazısından olacak. Hayatının her anı merak edilen bir isim Tolstoy. Yaşadıkları onun yazdıklarının bir yansıması adeta. Gizemi bol bir ömür süren Tolstoy’un hayatını kızından okumak önemli bir ayrıntı. Ben Özalp’in yazısının giriş bölümünü buraya alıyorum. Devamı Türk Edebiyatı 567’de.

“Ölüm, insanoğlunun en kaçınılmaz, en acı gerçeğidir. Ölüm gerçeği karşısında hayatın gerçekliğinin bir değeri yoktur. Zira hayat, kimi zaman bir oyun, kimi zaman bir hayal, bir rüya gibi yorumlanmaya müsaittir. Ancak ölüm kendi gerçeğinin değiştirilmesine asla izin vermez. Dünyanın yaratılışından beri ölümü tatmayan tek bir insan, tek bir canlı kalmamıştır. Ancak bazı isimler eserleriyle ölümsüzleşirler.

Bu isimlerden biri hiç şüphesiz Tolstoy’dur. O da, bir beşer olarak, ölümü tadıcı fanilerden biriydi. Ve nitekim hayatı, 82 yaşındayken 1910 yılının 20 Kasım’ında, Astopovo tren istasyonunun bir odasında son buldu. Son günleri, yanında bulunan kızı tarafından ayrıntılı bir şekilde kaleme alındı. Bu şekilde, bir insanın son günlerinin yazıyla tespit edilmesi az rastlanan bir durumdur. Bir evladın kaleminden çıkan söz konusu hatıralar, Tolstoy’un nasıl bir aile reisi ve baba olduğuna, çocukları ve hanımıyla ilişkisine ve şahsiyetine ilişkin ipuçları barındırmaktadır.

Hayata bakış farklılığının sebep olduğu bir aile dramı sonucunda, 80 küsur yaşında –daha önce 1884 ve 1907 yıllarında iki kez kaçmış ama geri dönmüştür– aşırı kontrolcü karısından kaçan bu dehânın trajik ölümü, tüm dünya basını gibi Türk basınının da ilgisini çekmiş ve konuyla ilgili zaman zaman birtakım yazılar çıkmıştır. Bu çalışmamızda, bunlardan tespit edebildiğimiz üç tanesini sizlerle paylaşmak istedik.

Bu kaçış olayında ve metinlerde hissedilen en yoğun duygu Tolstoy’un psikolojik baskı ve şiddete dayanamaması ile aşırı kontrolcülüğe isyan etmesi ve karısının, hayatını arzuları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmasına karşı duyduğu istikrahtır.

Bunlardan birincisi, Ali Galib’in Dergâh mecmuasının 5 Eylül 1338 tarihli 34. sayısında (s. 155) yayımlanan “Tolstoy’un son günleri” başlıklı yazısıdır.”

Özgür Taburoğlu ile Tanpınar ve Yazmak Üzerine

Tanpınar, edebiyat ve felsefe üzerine çalışmaları ile tanınan bir isim Özgür Taburoğlu. Bilgisayar mühendisi olarak görevini sürdürürken yapıyor bu çalışmaları. Adem Polat’ın soruları ile gerçekleşen söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Düşünür kimliği Tanpınar Sözlüğü’nde romancı kişiliğiyle birlikte anlatıldı. Tanpınar, üzerine çokça araştırma yapılan, söz söylenen bir yazar ve daha önemlisi düşünür. Edebiyat öğrencileri için de bir dogma gibi bazı şemalar içerisinden anlatılıyor sanırım. Yani Doğu ve Batı arasındaki köprü kurması, Yahya Kemal’e tabi gibi anlatılması veya maziyle ilişkisi üzerine genel fikirler gibi. Oysa Tanpınar’ın metinlerinde bir eserinden diğerine süren anlatı desenlerini takip ettikçe, Doğu ve Batı’yı birleştirmekten çok, ikisi ortasında hiç kapanmayan bir boşlukta tasarladığını fark ettim. Zamanla ilişkisini tarif ederken de geçmiş ile gelecek arasında bir köprü oluşturması gibi bir başka ezberi bozmak gerekli gibi geldi bana. Tanpınar, maziyle değil her zaman hâl ile bağlantılı olmaya çalışmıştır. Bunu fark edebiliriz. Yani geçmişi şimdiye değil de hem geleceği hem de geçmişi şimdiye bağlamaya çalışır. Ondaki hazcı taraf da zaten onu hep bu bağlam içerisinde tutar. Onunla iyi bir okur gibi karşılaşmak ve kendimce onun eserlerine ait bir görüngübilim yapmaya çalıştım. Metinlerindeki mazmunları yakalamaya çalıştım. Bunları topladıkça yaklaşık üç yüz kelimeye ulaştım. Aynı zamanda bir düşünce kitabı gibi de okunabilmesi için bu kavramların yaklaşık otuz alt bölümde yazardaki anlatı desenlerini tasvir etmeye çalıştım. Bu desenler biraz da talihimizi ele veren avcumuzdaki çizgiler gibi anlaşılabilir. Talih (daha doğrusu tali’) kader gibi katı belirlenimlerden uzak, ferdi bir değişimi de bünyesinde taşıyan bir kavram. Yazdıkça talih sözcüğünün yanında akis, ses, çizgi, zaman, hamle, makine, eşya, muhayyile, terkip, zevk gibi kelimelere ulaştım. Onun eserini bir okurun zaviyesinden bazı çizgiler, desenlerle haritalandırmaya çalıştım. Kendisinin de hep dile getirdiği gibi, her büyük eserin ardında işleyen o zembereğin dinamiklerini anlamaya çalıştım. Ama bu sırada mirasına tutkulu şekilde sahip çıkanların bazı yorumlarının onun eserinin esasını kararttığını görmek zor olmadı.”

“Anlatı desenleri kavramını edebi akımlardan, yöntemlerden ayırmak gerekir. Yazarın bilinçli bir şekilde ürettiği temalar veya biçimler olmaktan ziyade toplumsal veya bireysel bilinçdışı ile de ortak yanları olan bir üretimden söz ediyoruz bu ifadeyle. Yazarın niyetini de aşan bazı desenler… Edebiyatçının, sanatkâr veya düşünürün tüm eserinde tekrar eden bazı temalardan söz ediyoruz. Anlatı desenleri ile her büyük yazar kendi akımını, edebi türünü oluşturur bir bakıma. Bu desenler bir sözlük oluşturmamıza da yardımcı olur. İlk yazısı ile sonuncusu arasında düzenli bir şekilde çizilmiş olması gerekmeyen bazı çizgiler gibi düşünebiliriz. Tanpınar Sözlüğü’nde örneğin kendinden ibaret bazı sözlük parçalarıyla karşılaşmayız. Bir sözcük bu desen içerisinde başkalarıyla buluşur ve ayrışır. Bir yazarın zamanı, kendi yaşamöyküsü, dönemin edebi veya toplumsal iklimi yanında bunları bütünleyen bir bilinçdışına da çokça şey borçlu olan görüngülerden söz ediyoruz. Bir anlatının konusu ve hatta biçimi değişse bile bu desenler arkada devinebilir. Esere bütünlük kazandıran bir zemberek düzeneğinin verimidir. Anlatı desenleri edebiyat ortamıyla buluşan bir mizacın yarattığı kendine özgü bir üretimin sonucu bazı çizgilerdir. Bir kişinin belli bir hareket ve sükûn oranına sahip olması, mizacını ele verecek şekillerde yürümesi konuşması gibi ayırt edici çizgilerdir. Bu yönden biraz geleneksel Çin resmine benzetilebilir. Her yazar böyle sınırlı çizgilerden oluşan bir resim ve çokça boşluk bırakır arkasında. Bilge Karasu sözgelimi bir yazarın eserinin sadece yazdıklarında değil, aynı zamanda sildikleri ve yeniden düzelttiklerinde aranması gerektiğini bize hatırlatır. Yazar ve tashihçi her zaman beraberce metni kaleme alır ve siler. Karşılıklı kalem ve silgi tutan eller, anlatıya gizli veya açık katmanlar, desenler ekler veya çıkarır. Yazarın tüm eseri aynı resmin içerisinde yer almayabilir. Örneğin Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Oğuz Atay’ın Bir Bilim Adamının Romanı veya Bilge Karasu’nun Gece’si bu farklı üretimlerin örnekleridir.”

Semerkand Kazan

Ayşe Göktürk Tunceroğlu Semerkand’ı adım adım gezmeye devam ediyor. Geçen sayı bıraktığı yerden Semerkand Kazan diyerek tanıdığımız bir coğrafyanın havasını bizlere teneffüs ettiriyor.

“Sabah serinliğinde Sanat geldi. Bugün bizi o gezdirecek. Registan’daki taksi durağında tanıştık onunla. Tâcik asıllı. Bizim için bu, dil açısından biraz şansızlık oldu, zira Tâcik asıllılarla anlaşmak daha zor. Zaten birkaç günün içinde fark ettiğim şu ki, Hive’de yani Harezm bölgesindeki Türkçe, Türkiye Türkçesi’ne çok daha yakın. Özbekistan’ın doğusuna doğru gittikçe Tacikçenin, Farsçanın etkisi artıyor.”

“Revakların altında, caminin içinde Kur’an okuyan hocalar. Yine hastalar, sakatlar… Müze bölümünde duvar halıları, hüsn-i hatlar, kaç asırlık Sahih-i Buhârî baskıları, dünyanın her yerinden hediye gelmiş Kur’an-ı Kerim’ler sergileniyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan, Başbakanlığı sırasında Binali Yıldırım’dan, Dışişleri Bakanlığı sırasında Ahmet Davutoğlu’ndan, Süleyman Demirel’den hediye edilmiş Kur’an’ları camekânların içinde görüyoruz. Hepsi birbirinden itinalı basılmış nüshalar. Demirel’in 1996’da gönderdiği Türkçe mealli bir baskı.”

“Bazen Özbek pilavı deriz, bazen Buhara pilavı. Burası Semerkand! Hive’de yerken demişlerdi ki: “Bizim bu Harezm bölgesinin pirinci doğu yakanın pirincinden farklıdır, bizim pilav da farklı olur.” Hangisi daha iyi? İkisini de sevdik.

Fakat pilavın akşam yemeğine çıkmama sebebini herhalde anladım! İçinde kuyruk yağı, bol yağlı et, pirinç, tereyağı… Akşamleyin yiyip yatmak sağlık için pek de iyi olmasa gerek!

Biz gündüz yediğimize göre bu enerjiyle Semerkand kazan biz kepçe olmaya devam edebiliriz.”

Divan-ı Hikmet’in Osmanlı’daki İzleri

Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’i özellikle Anadolu’nun İslamlaşmasındaki en önemli etkiye sahip eserlerden biridir. Daha sonraki dönemlerde de etkisi devam eden eser, bir Alperen yürekliliğiyle nakış nakış dokunmuştur Anadolu’nun her karışına. Furkan Demir, bu eserin Osmanlı’daki izlerini anlatan bir yazı serisi ile Türk Edebiyatı’nda. İlk yazıda Ahmet Yesevi ve eserleri hakkında bilgilere yer verilmiş.  Bir bölümü buraya alacağım.

“Anadolu Türklerindeki “ilahinin” mukabilinde kullanılan tasavvufi manzumelere “hikmet” denir. Ahmed Yesevî’ye atfedilen hikmetlerin içinde bulunduğu eser ise Divan-ı Hikmet olarak şöhret bulmuştur. Bu isim sadece bu metne has olmamakla birlikte Yesevî’nin “eserine” bu ismin XVI. yüzyıldan sonra verildiği düşünülmektedir. Divan’ın mevsukiyeti yani Ahmed Yesevî’ye ait olup olmadığı tartışmalıdır. Zira Divan’ın farklı nüshalarının hem içerik hem üslup bakımından birbirinden farklı olması, onun birden fazla yazarı olduğunu düşündürtmektedir. Kuvvetle muhtemel Divan-ı Hikmet nüshalarının içine Yesevî dervişlerin hikmetleri de zamanla dercedilmiş, metin Ahmed Yesevî’ye ait olmaktan çıkarak “hikmet geleneğini yansıtan bir manzumeler mecmuası” sıfatını kazanmıştır. Diğer bir deyişle yakın zamanda Divan’ın en mütekamil nüshasını yayıma hazırlayan Mehmet Mahur Tulum’un tespitiyle asırlarca okuma-yazma dahi bilmeyen Türk halkına Kur’an, Sünnet ve temel İslami öğretileri aktaran Divan-ı Hikmet, müstakil bir metnin değil bir literatürün adı haline gelmiştir.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Necdet Ekinci – Güvercin Taklası

“Ogün hastane ana baba günüydü. Sadece doktorların muayene kapılarının önleri değil, ara koridorlar dahi tıklım tıklım hasta insanlarla doluydu. Kimi duvara kaykılmış halsizce ayakta bekliyor, kimi elleri koynunda iki büklüm oturakların üzerinde içini dinliyordu. Kimsenin kimseye yer verdiği yoktu. Herkes sabırla sırasını bekliyor, kapı üzerindeki ışıklı ekrana isminin düşmesini gözlüyordu.

İki elini bastonunun üzerinde birleştirmiş, sırtı duvara dayalı, soluk benizli bir ihtiyar dikkatimi çekti. Kalın çerçeveli gözlükleriyle etrafa iri iri bakıyordu. Ayakta durmaktan yorulmuş olmalı ki, duvar dibine halsizce çömeldi. Gözleri ayakuçlarına düştü. Şakağını bastonuna dayadı. Bir an babamı hatırladım. İçimden bir şeyler koptu. Karşısında oturan deniz şortlu delikanlının kulağına eğilip rica ettim. Kalkmadı yerinden.”

“Oturdukları Şen Mahalle’nin önünden tam geçiyordum ki arka koltuğun üzerine pat diye bir şey devrildi. İçeriye ağır bir sarımsak ve sirke kokusu yayıldı. “Eyvah!” dedim içimden, “Bu ağır koku da neyin nesi?” demeye kalmadı, devrilen şey paspasların üzerine yuvarlandı. Arabamı hemen sağa çekip Şen Sokak’ın giriş kapısının önünde durdum. Bir çırpıda inip arka kapıyı açtım. Bir de ne göreyim, annem arka koltuğun üzerine plastik kavanozla sarımsaklı biber turşusu koymuş, kapağını da sıkıca kapatmadığı için küçük bir sarsıntıda devrilmiş. Koltuğun üzeri köpüklü mavi bir göl… Paspaslar turşu yığını… “Ah anneciğim bu da yapılır mı bana! Kimseyi bindirmeye kıyamadığım arabama kastın mı var idi? Vah başıma gelenler vah!”

Öfkem tepemde.”

“Bitli Şadiye’nin çocuğu da altı aylık doğdu. Yaşadı. Şimdi cin cücüğü gibi, tavukları kişeliyor. Valla memek bile vermedi. Yedi aylık olsa yaşamazdı. Marak etme, gafanı bir şeye takma. Boğazına sefil olma! Pekmez iç. İlle de Antep pekmezi… Tavada tereyağı ile ılıt, lıkır lıkır iç.

Yanımda şu deliyi getirdim. O da Arpacı Kumruları gibi süzünüp duruyor. Bir daha getirmem seni. Anam acık da sen konuşsana! Avuntuya geldik taman buraya!”

Sevda Deniz K.- Takip

“Profesör İnci Hanım, yan gözle Derin’e baktı. Yanaklarının kızardığını, yüzünün gittikçe artan acının etkisiyle tuhaf bir hâl aldığını gördü. Kendisinin bilmediği ne gibi bir sorunu olabilirdi ki. Arkadaşının içini çeke çeke ağlamaya başlamasına bakarak, gizlediği bir şey olabileceğini düşünerek kırgınlıkla, “Böyle sebepsiz yere neden duygusallaştığını söyleyecek misin?” diye sordu. Fakat Derin cevap vermek yerine yüzünü yola çevirdi.”

“İyice sıkılarak nefes alma ihtiyacıyla camı açtı. Neredeyse son ses çalan müziği kapattı. Arkadaşıyla konuşma çabasından da vazgeçti. Yol boyunca akıp giden ağaçlara bakmanın kendisine iyi gelebileceğini düşündü. Bahar gelmiş, ortalık yeşile boyanmış. Gökyüzü, mavinin en güzel tonunu cömertçe sergiliyordu. Birden, önündeki tabutta yatanı merak etti. Gözlerine dolan yeşili usulca tabutun örtüsüne bırakmak geldi içinden. Yeşil, sonsuzluğa yakışan tek renkmiş gibi geldi ona o ân. Ölüm; yaşamaya dair söylenen her kelimeyi birdenbire itibarsızlaştırıyor ve gittikçe çoğaltarak anlamsız cümleler hâlinde Profesör İnci Hanım’ın üzerine döküyordu sanki.”

“İnci’nin beni aramasını beklemeden evden çıktım. Sokakta kimseler yoktu. Sabahın erken saatinde yapacağım kısa yürüyüş, uyandığımda içime çöken sıkıntıyı alırdı belki. Güne sabah ezanını dinleyerek ve pencerelerden içeriye dolan bahar havasını içime çekerek başlamıştım. Hafif bir baş dönmesi ve ayağa kalkınca sendelemem dışında kendimi iyi hissediyordum aslında. Kahvaltıdan önce aldığım duş, geceden üzerimde kalan ağırlığı da attı. Film seyrederken uyuyup kalmış olmalıydım. Gördüğüm karmakarışık rüyaları da net olarak hatırlamıyordum.”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Seyrettiğim aynı gemidir dünyaya geleli,

Bazen yolcular arasından bazen kaptan köşkünden,

Yol aldım yollar bir sakin bir velveleli,

Kamaştı gözlerim limanlarda fenerlerin şavkından

Omuz başımda bilgeler fısıldaşıp durdu,

Kimi bakıp fırtınalara hayat budur derken,

Kimi gösterdi ta diplerini okyanusların

Ara sıra takıldım peşine serseri tayfaların

Mesafeler parselledim göklerde yıldızlarla,

Ay girip araya birden ışık serpti sevdalarıma,

Bulutlar peşimizdeydi saklandık koylara,

Sardım sırlarımı kırık dökük mısralara

Yahya Akengin

Acaba çektirdiğim

Bunca azaplar içinde

Gitme hevesim de neydi?

Sana bir itiraf borcum kaldı, Sıtara:

Günahlarımı kurşun gibi sıktım ömrüme,

Benden başka herkese değdi.

Yollar uzadı uzadı,

Bacım rüya yozandı.

Beni kendimden koru, ya Rab.

Şehriyar Der Garanî

Ne güzel konuşuyorsun, sessizliğinle

Yazılabilir ancak, böylesi iyi

Yazılınca güzelliği kaybolan hikâye:

Yüzünün bu anlamına bayılıyorum

Satır başlıklarına, satır aralarına

Noktasına, virgülüne, parantezine

Nasıl da güzel örmüş iplikle iğne:

Giriş, gelişme, sonuç değil elbette

Eksiği fazlası yok

Gülüşü gelişine…

Mehmet Aycı

2020 Yılı Değerlendirmesi

Sebilürreşad dergisi 53. sayısı ile selamladı 2021’i. Fatih Bayhan, 2021 yılını değerlendirmiş dergide. Geçen yılın iyi bir özetini sunmuş Bayhan. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Salgın hastalık dünyayı sarmış, başta sağlık olmak üzere, tüm ekonomiyi ve sosyolojiyi etkisi altına almış durumda. Belirsizlikler çok olsa da artık insanı ve özellikle kronik rahatsızlığı olanları hızlıca etkisi altına alarak ölümüne neden olan bir virüsle karşı karşıyayız. Belirsizliklerden kastım açık; virüs doğal mı, laboratuvar ortamında mı üretildi? Bir hedef ve stratejiye mi hizmet ediliyor? Dünya nüfusuna dair planlar mı yapılıyor? İnsanları dijital dünyanın kontrol edilebilir aygıtına mı dönüştürmek istiyorlar? Robotların birçok üretim alanında hizmet üreteceği hayal olmaktan çıktı, şimdi "duygusal robotlardan" bahsedilen bir dünyaya mı evrildik? Soruları çoğaltmak mümkün, peki ya cevapları?”

“2020 yılının bize kaybettirdiği bir gerçekse insan-insan ilişkisine dairdir. Kabul edelim ki, artık bizim gibi "dokunarak sevgisini gösteren" toplumlar dahi "el sıkışmak, tokalaşmak, kafa kafaya selamlaşmak, dokunmak" fiilini ikili ilişkide kaldırmıştır. İş burada kalmamış, "misafirliğe gitme" kavramı ötelenmiş, evlerimiz bireysel hikayelerimizin kutsal mabetlerine dönüştürülerek dışarıdaki herkes, (anne, baba, kardeş dahil) "yabancı" olarak algılatılmış ve "evine kimseyi alma" noktasına gelen bir ilişkiler iletişimsizliği ile karşı karşıya bırakılmış durumdayız. Yazının yazıldığı günlerde akşam ziyaretleri de kalkmış, akşam 21:00 itibariyle sokağa çıkmak yasaklı hale gelmiştir. Hafta sonları uzun süredir yasaklanmış durumdadır. Akşamı ve hafta sonunu evinde geçirmek artık kanunen mecbur hale gelmiştir.”

Covid-19 düzeni ve teknolojinin kötülüğü

Covid-19 sadece vücuda değil toplumun birçok noktasına zarar veren bir etkiyle yayılmaya devam ediyor. Lütfi Bergen, yaşanan bu salgını dünya ölçeğinde teknolojinin de etkisini göz önüne alarak değerlendiriyor. Bergen’in yazıda da ifade ettiği gibi bu salgın küresel güçlerin egemenliğinde gerçekleşen sistemli bir hareket. Bir sonraki adımı bile hazırlanmış bir kurgu.

“Covid-19’un Türkiye’de devlet eleştirisi üzerinden kimliğini inşa edenlere öğrettiği bir şey oldu. Dikkat edilirse pandemi öncesinde devletin olabildiğince küçülmesini ve etnik/ekonomik/kültürel bağlarla oluşmuş toplulukların özerkleşmesini dile getiren entelektüeller daha önce gündeme getirdikleri taleplerin tam aksi istikamette politikaları teklif ettiler. Örneğin devletin herkese maddi yardımda bulunmasını dile getirenler en çok devlet eleştirisi yapan entelektüel gruptan çıkmıştır.”

Covid-19 hakkında yazılan pek çok makalede pandeminin ulus-devletleri zayıflatacağı ve dünya devleti kurmaya dönük yeni bir dönemin başladığı ifade edilmektedir. Bu yaklaşımın delili olarak şimdilerde Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in, Almanya’da düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşması gösteriliyor. 20.02.2017’de medyaya yansıyan habere göre Gates şunları söylüyor:

“Bir sonraki salgın, genetik mühendislik kullanılarak bilgisayarda üretilmiş bir virüs yüzünden olabilir. Bu virüs çiçek hastalığının sentetik bir versiyonu ya da ölümcül ve süper bulaşıcı bir çeşit grip olabilir. Böylesi bir terör hamlesi bir yıldan kısa bir süre içinde 30 milyon kişinin ölümüne neden olabilir. Orduların savaşa hazırlandığı gibi biyoterörizm içeren salgınlara hazırlanın.”

İslâm’ın Hz. Yusuf-Hz. Davud-Hz. Süleyman’dan örnekleyerek getirdiği “devlet” fikri teknoloji meselesini teolojik bir yaklaşımla ele almayı gerektirmektedir. Zikri geçen üç peygamberin kıssaları, teknolojinin ahlâk değerleri ile sınırlandırıldığını göstermektedir. Buna göre örneğin Süleyman (as) yerin altındaki ve denizin dibindeki maden ve zenginlikleri “insan emeği” kullanarak çıkarmamış, cinleri ve şeytanları bu işe seferber etmiştir. Hz. Yusuf’un (as) yedi bolluk yılında yaptığı stok, kapitalist bir niyete bağlanmamış, bütün insanlığın yakalanacağı yedi kıtlık yılına hazırlık olarak düşünülmüştür. Davud’un (as) iktidarını temin eden demiri işleme sanatı, onu insanlar arasında adalet yapmak nedeniyle “yeryüzünde halife” eylemiştir. Görüldüğü üzere Kur’an’da “teknoloji” kullanan peygamber ve salih zatlar, bu teknolojiyle “insanın insana kulluğunu önlemek” amacını taşımıştır. Oysa Batı’dan doğan ve yeryüzüne yayılan teknolojinin günümüze değin insanlığın “kurtuluş-felah” arayışına hizmet etmediği görülmektedir. Bu zaviyeden bakılınca “halkın tekniği-devletin teknolojisi” şeklinde kavramlaştırılacak bir paradigma, Batı teknolojisine karşı hayata konmalıdır. Böyle bir yaklaşım devleti “insanı yaşayan ve geçimliğini temin yollarını açan” bir misyona taşıyarak meşrulaştıracaktır. Devlet cihazı, milletin âleti kılınmalıdır. Diğer yandan devletin teknolojik gücü, kendisini var eden milletin inanç ve kültüründeki “teknik” biçimlenmeyi korumalıdır.

Tarihin son medeniyet kurucuları: Türkler

Halit Şirkan Hatay, bir medeniyet tasavvuru kuran Türkler’i anlatıyor yazısında. Yazıyı okuyunca da bir kez daha anlıyoruz ki medeniyet ve Türkler kavramı birbirine çok yakışıyor. Ortadoğu konusundaki fikirlere bir soru işareti bırakarak bir paylaşım yapacağım.

“Biz Osmanlı varisi Türklerin yüzyıllarca yıl aynısıyla geriye götürebildiğimiz bir konuşma dilimiz ve alfabemiz, kendimizden inşa ettiğimiz bir inancımız ve o inançtan beslediğimiz bir kültürümüz ve de binlerce yıl üzerinde yaşaya geldiğimiz bir vatan toprağımız bulunmuyor. Örneğin elli yıl önce yazılmış bir kitabımızı anlayamıyoruz. İslam’ı Araplardan toplumsal adet ve gelenekleriyle aldığımızı kimse inkar edemez. Anadolu’da ise bin yıldır varız ve inşallah ilelebet var olmaya devem edeceğiz. Biz Türkler, Orta Asya’dan hareket etmeye başladığımızda, bin beş yüz yıl öncesinde ilk hareketi başlatan ve cihat ruhu ile dopdolu Araplarla karşılaşmış ve onlarla muharabe etmiştik. Yenmiş, yenilmiş ve akabinde Arapların dini inancını olduğu gibi kabul etmiş (İslam’ı kabul etmek büyük bir şerefti) ve alfabesini alıp kullanmıştık. İçine dâhil olduğumuz medeniyet havzasında, zamanın süper güçlü devleti sayılan Abbasiler bünyesinde yüzlerce yıl siyasi, askeri, iktisadi ve hukuki bir nevi kariyer yapmış ve gün gelip o süper güç yıkılınca, oradan edindiğimiz tecrübeyle dönüp sırasıyla Selçuklu Devletlerini ve akabinde Osmanlı İmparatorluğunu kurmuştuk. Müntesip olduğumuz medeniyeti, Avrupa’nın içlerine kadar taşımış ve onu gücünün zirvesine ulaştırmıştık. Bizi yeniden var eden medeniyeti, dönüp yüzlerce yıl yönettik. Fakat ne acıdır ki yaklaşık bin yıl sonra, Birinci Dünya Savaşında, Batı tarafından çok ağır bir yenilgiye uğratıldık ve var olma ile yok olmayla, karşı karşıya bırakıldık. Nihayetinde istiklalini kazan biz Türkler, bu sefer ikinci hareketin kurduğu Batı Medeniyetinin değerlerini hiçbir süzgeçten geçirmeden kabullendik ve ona göre yeni bir devlet kurguladık. Peki, insanlığa artık yön veren yeni medeniyeti kabul etmekle biz doğru mu yapmıştık? Yoksa doğru olan, bin yıldır liderlik yaptığımız medeniyet havzasına yönelmemiz, Cahiliye’deki atalarını aratmayan ve İslam’ın ilk kendilerine gelmesinden kaynaklan kibir dolu bir bakış açısı ile bizi bazen huylu bazen de asi tebaa gören Araplara rağmen ümmet hayalinin peşinde sürüklenmek ve liderliği tekrar elde etmek uğruna Ortadoğu Siyasetine saplanmak mıydı?”

Müzikte sanatsallığın itibarsızlaşımı

Eftalya Fettahoğlu Emirmiran’ın müzik yazılarını çok önemsiyorum. Sanatın merkezinde bulunarak yazıyor yazılarını. Yani sadece müzik yapmıyor, müziğin teorisi üzerine de düşüncelerini paylaşıyor. Çok alışık oluğumuz bir tavır değil bu. Şarkısını söyleyip köşesine çekilenlerle kuşatılan bir sanat dünyamız var. Bu bağlamda Selçuk Küpçük’ün de müzik yazılarını çok kıymetli bulduğumu ifade etmek istiyorum.

Eftalya Fettahoğlu Emirmiran, Sebilürreşad’da önemli bir konuya değinmiş. Müzdarip olduğumuz bir konuya dikkat çeken Emirmiran; olması gereken noktayı işaret ediyor yazısında.

“Yaygın bir şan tespitine göre vibrato nostaljikleşen bir ses tekniğidir. Bu doğru. Artık kolay dinlenip kolay tüketilebilir şarkılara, yine kolay dinlenip tüketilen ve zihni yormayan basit vokaller ve yorumsuz ‘yorumcu’luklar eşlik ediyor. İnsanların geneli seste ve şarkıda sanatsallık, beceri, esteti, nağme, nakış ve süsleme yerine ya duygulandıran ya da eğlendiren bir işlev arıyorlar. Duygu her zaman tekniğin önünde oluyor. Dolayısıyla sanatta güzellik unsurları ve estetik en temel olgu iken, bu ‘doğal’ yerinden edilip çok geri planda bırakılıyor.

Müzik de dahil sanatla ilişkimizin, ilimle ilişkimizle bağlantılı olduğu aşikar. Yani kişinin eğitim-öğretim düzeyi, ilişkiye girdiği ürünün sanat değeriyle de doğrudan bağlantılı oluyor. Bu bağlamda elitizm bir üsttenci bakış değil; bir realitedir. Çünkü seviye eşitsizliği ve eğitim düzeylerindeki çeşitlilik, doğal bir veridir. Dolayısıyla bir tekstil çalışanının gün boyu dinlediği şarkılarla bir felsefe öğretmeninin dinlediği şarkılar aynı sanatsal mesabede olamayacaktır ve bu fark bir tenkit konusu değil, yalnızca hayat şartları farklılıklarının tabii bir çıktısıdır.”

“Kapitalist ekonomi döngüsünün en büyük piyasalarından biri müzik piyasasıdır. Dolayısıyla her tüketim dizgesinde olduğu gibi burada da sık sık meta üretilmeli ve aynı sıklıkta da eskitilmelidir ki yeni metalara satış alanı açılsın. Akış bu şekilde hızla devridaim etmektedir. Giyim sektöründe nasıl ki bir elbise fiziken eskimeden o insanların zihninde moda eliyle eskitilir, kullanım değerinden düşürülür ve bu sayede yeni bir elbise satın aldırılır ise, müzik sektöründe de aynı hızlı akış söz konusudur. Bir şarkının 1 sene sonra dahi benzer yoğunlukta dinleniyor olması çok büyük bir başarı olarak addedilmektedir. Ancak bu yine de istenmeyen bir şeydir, çünkü şarkıcının bir şarkısının çok beğenilmesi, onun için bir üst çita oluşturabilir ve sonraki şarkılarının yeterince beğenilmesini ve dolayısıyla para kazandırma potansiyelini zorlaştırabilir. Arzu edilen, her şarkının kendi sınırlı döneminde çokça dinlenmesi ve her birinin çıktığı her döneminde yeterince para kazandırmasıdır. Bir yapım şirketi çalışanının beyanına göre, Türkiye’de günde ortalama 700 şarkı piyasa dolaşımına sürülmektedir. Müzik şirketleri, tıpkı bir kazak seri üretim fabrikası gibi single/tekli şarkılar üzerinden yoğun bir seri üretim yapmaktadırlar. Şarkılar, tamamen ticari bir metadırlar.”

Sebilürreşad’dan İki Şiir

Küflü yanılgılar topluyorum geç vakte kadar tedirgin

Kalbinde çıbanlar çıktı halkın kimse görmedi

Zamanın kasıklarında yeniyetme bir güvercin

Kanatlandı endişesine yirmi birinci yüzyılın

Konacak yer bulamadı

Hani aynı mabedi taşıyan sütunlardık biz

El ele tutuşunca ülkemin yüzü gülecekti

Kızgın çölün göğsüne ayetler okudum

Ten denen kozadan çıktım

Sınırları ihlal eden bir nehirim

Zulümde boğulan batıya iltica etmeyen

Uluslararası sularda yüzen bir balık

Hava sahasını delip geçen göçmen bir kuş

Kavmiyetçiliği devirdim, evrensel bir dil ile ötüyorum

Ölü toprakları dirilten yağmur yere düşünce toprak oldum

Behçet Gülenay

Ateş çemberinden geçseydik keşke

Köpek Didi'nin Çiftliği filmindeki gibi

Bir sirk âleminde oluyor evet illaki

Devlet-i ebed müddet geleneği...

Ama ablacım Köpek Dili filmindeyiz

Şimdi diğ'mi

Umamayız bu filmde aramayı Ç'yi

Hem kaç kişiyiz aklını yitiren

Yüklenecek hakikati...

Varsın revan içinde kalsın

Müennes kalpler iniltisi...

Cevat Akkanat

Düş Çınarı’nın Altında

Düş Çınarı denince edebiyat dünyamızla ilgisi olan herkesin aklına hemen Nurettin Durman ismi gelir. Böyle bir çınarın varlığının yanında Durman’ın çıkardığı ve benim de büyük bir keyifle yazdığım derginin adıdır Düş Çınarı. Hayal Bilgisi dergisi 39. sayısına ulaştı. Dergide Durman’ın Düş Çınarı isimli yazısı da yer alıyor. Anı tadında bir yazı bu. Usta isimlerin bu tür yazılarını çok değerli buluyorum çünkü her cümlesi belge niteliğinde notlardan oluşuyor bu yazıların.

“Bu güzel günün bir sürprizi oldu. 25 yıllık dostum Abbara Kahve’yi yazarların şairlerin öğrencilerin edebiyatseverlerin mekânı yapan dostum Mustafa Yıldırım bir işi için Küplüce’ye gelmiş. Bir şeyler almış, beni arıyor. Gittim ki Küplüce durağında bekliyor. Nerede bir çay içelim derken, haydi Beylerbeyi’ne, sahile inelim, Mazhar’ın orada çay içelim dedik.”

“Sohbet iyi gidiyor tabii. Ben de epeydir buraya gelip oturmamışım doğrusu. Cuma günleri de uğramamışım epeydir Hamid-i Evvel Camii’ne. Abdullah Ağa Camii’nde ya da bir aydan fazladır da Cennet Camii’nde kılıyorum Cuma namazlarımı.

Hava güzel, sohbet iyi. Dostları anıyoruz. Rahmetli Asım Gültekin, Şakir Kurtulmuş, Ökkeş Karakirpik, Mümtaz Küçüker, Bünyamin Yılmaz. Kültürel mekanlar. Edebiyatçıların buluşma yerleri. Benim 2011 yılına kadar bulunduğum Çamlıca caddesindeki berber dükkanım. Diktiğim çınar fidesi. Altında fotoğraflarımı çekiyor Mustafa Yıldırım. Düşçınarı, yaşlı çınarım dört yüz elli yaşındaki çınarım devrileli kaç yıl olmuş. Diktiğim fidan büyüyor. Güneş doğuyor batıyor, yıllar geçiyor.”

Ünsal Ünlü ile Söyleşi

Ünsal Ünlü ile okurkitap.com merkezli bir söyleşi var dergide. Ünlü, yayın dünyasının önemli isimlerinden. Her sektörde olduğu gibi yayın dünyasında da yaşanan birçok sıkıntı var bugünlerde. Ünlü bu noktalara dikkat çekiyor söyleşide.

“2010 yılı Ocak ayında başladığımız yayıncılık hayatımıza 11 yılda 5 marka yayın konsepti ve 450’ye yakın yayın sığdırdık. Yakın zamanda yayıncılık hayatımızda 12. yılımıza girmiş olacağız. Nitelikli işler yapmaya, iyi kitaplar yayınlamaya gayret ettik. Biz bu sektöre adımımızı atarken okuyan, yazan ve ideali olanlar olarak adım attık. Para kazanmak, hele hele kapitalist bir anlayışıla hareket etmek gibi bir düşüncemiz olmadı. Buraya kadar büyük mücadelelerle geldik. İmkanlarımızı çok zorladık. Her zaman kolay olanı tavsiye edenler oldu çevremizde ama biz amaçlarımız doğrultusunda hareket etmeye gayret ettik. Bazen sırtladığımız yükün altında kaldığımız da oldu. Birlikte yola çıktıklarımız zoru gördüklerinde yalnız bıraktılar. Zorlamalara, zorluklara, engellere rağmen yolumuza devam ettik. Nihayetinde güzel işler zorluklarla mücadeleyle ortaya çıktı. Çok şükür ki, geldiğimiz aşamadan ve yaptığımız işten memnunuz. Yolumuza yüksek motivasyonla devam ediyoruz.”  

“Yayınevleri kitaplarının daha çok okura ulaşması için her türlü platforma ve iş yapmak isteyenlere açıklar. Dürüst ve vizyonu olan her kim varsa destek vereceklerine inanıyorum. Görüştüğümüz birçok yayınevi de bu durumu teyit etti. Pandemi süreciyle gördük ki, bu alandaki en büyük sorunlardan birinin kitabı okura teslimini sağlayan kargo ve lojistiktir. Pandemi sürecinde bu sorun net bir şekilde görüldüğü için yeni kargo ve lojistik şirketleri kurulmaya başladı. Alternatifler çoğaldıkça ulaşım maliyetlerinin de düşeceğini öngörüyoruz. Okurun kitaba ulaşmasındaki engelleri kaldırmak bir yana okuru kitap almaya ve okumaya yönlendirecek yeni okurların artmasına vesile olacak yöntemler üzerinde çalışmak istiyoruz.”

“Yayın çalışmalarımız artarak devam ediyor. Kitap sayımız arttıkça imkân ve motivasyonumuz da artarak devam ediyor. Daha çok kitap yayınlamak tek başına bir anlam ifade etmiyor tabi ki. Nitelikli ve daha çok kitap yayınlamak istiyoruz. Pandemi sürecine rağmen son iki ayda 20’nin üzerinde kitap yayınladık. Bu da bizim için kıymetli bir durum elbette.”

Sesimi Duyan Var mı?

Ne acı bir çığlıktır bu. 99 depremi ile hayatımıza giren bu feryat artık her deprem sonrası önce kulağımıza sonra yüreğimize ağır darbeler indiriyor. Nur Banu Bahçeci bu feryadı dile getiriyor yazısında.

“Kurumuş yapraklar düşer ya dalından, öyle yitip gitti 114 can. Nefes alıp hayata tutunmak için saatlerce direnen minik bedenlerin gözlerindeki korkuyu hangi sonbahar örtebilirdi? Korkuyla geçen uykusuz geceleri, kendinden çok sevdiklerine yanan kalpleri hangi yağmur söndürebilirdi? Kumdan evleri enkazın altındaki çocuklar yapmalıydı azizim. Yuva mı olurdu kumdan?

Bir anne… Evladını kendi naaşının kokusuyla nasıl korurdu? Anneler cennet kokardı halbuki. “Kızımdan haber alabilmek için, görevlinin ceketini ç/aldım” diyen babanın hüzünlü gözlerinde değişti hepimizin adalete bakışı. Bir miydi şimdi onca cana mezar olan evde malzemeden çalan adamla, evladı içi görevlinin ceketini ç/alan o baba?

Herkesin aklında aynı korku; ya bir gün deprem sonrası o çığlıklar sustuğunda sevdiklerime ulaşamazsam, bir haber alabilmek için günlerce enkazın başında gözüm yaşlı beklersem, ya bana “sesimi duyan var mı?” diyenlere sesimi duyuramazsam?”

Anının Mavi Hali

Reşir Göngür Kalkan şiir tadında bir deneme ile Hayal Bilgisi’nde. Anılar, geçip giden zaman, yangın zamanlarının küle çevirdiği anılar ve mavi.

“Biliyorum vakit yok ve ben, kırgın hâllerimden küllenmeyen bir dünya ağrısına uğradım. İşte dünya ağrısında kırgın hâllerimi anla diye bir de içime damlıyorken o görklü hayat ırmağı, bütün denizlerini ağrılı bir dünyanın, sararan dudaklarımı abanıp aşkla geçtim. Çünkü gençtim, çünkü o dingin inilti ırmağında akıp giderken günler, çünkü henüz Leylâ kaybolmamışken Mecnûn içre, kış birden bastırır, hava kararır, ışıklar bir bir sönerdi o berzah yorgunu şehirde. İşte o berzah yorgunu şehirde, seni sesine katık eden bir özlem yasına ayarlı loş aralıkta ben, ellerim ceplerimde, dudağımda kibrit kurusu bir yazla geçip giderdim bomboş sayfalardan. Peş peşe kalkan otobüslerde dakikalar, çağdaş meraklar eşliğinde yumrulanarak otururdu boğazıma. Kesilmiş bir demir kokusuyla karışık, yol boyu akan zambaklarla ben, kirli bir cama dayayıp başımı, gövdemle hıçkırıktan bir göz yaptım kendime yeniden. Bütün bir yaza aşkla koşan o mektuplar, yani dünya insanların üzerine kapanıyorken bir bir, yastığımı ıslatıyor her gece…”

“Orada, o yangın zamanlarından arta kalan bir avuç kül içinde, yani örselediğinde tarihin kesik kolları ikimizi, bize benzeyen bir fotoğrafta işte, pek mütebessim çehreler buldum çok zaman sonra. Arta kalan bir avuç kül içinde, çok zaman sonraydı ki ben, kanatlarımda dünya yorgunu bir yaşamakla paslanmış sevinçlerle hatırladım sevgimizi. Saçlarımda on yedi yaşımın merakıyla hepten dalanmış sevgiler, kalbimde dünya ağrısından kanaviçe dokulu bahanelerle adımlardım yıldızları. Koynumda sloganlarla büyüyen gençlik dergileri, sahte yatırlar, teoriler yani, kurtuluşa dair… Liseli bir oğlan kadar sivilceli ve yırtlaz duygularla sırımlaşan bedenimde üstelik kitaplarla olgunlaşan bir filozof bakışıyla tutkuluydum aynalara bir de.”

Hayal Bilgisi’nden İki Öykü

Merve Cendek- Yolculuk

“Otobüs terminaline gelmişti. Memlekete gidecekti. Birkaç firmaya bilet sordu. Kalmamıştı. Uzun uğraşlar sonucu bir tane bulabildi. Banka oturup otobüsün kalkma saatini beklemeye başladı. Daha bir saat vardı. Telefonunu aldı eline. Annesine haber verip vermemek konusunda kararsız kalmıştı. Sürpriz yapmayı çok severdi. Annesinin nabzını yoklamak için aramaya karar verdi. Üçüncü sinyalden sonra açıldı telefon.”

“Telefonu annesinin kapatmasını bekledi. Bu arada otobüsün kalkma zamanı da gelmişti. Valizini otobüsün bagaj bölümüne koyması için muavine uzattı. Muavinin vereceği bagaj numarasını beklerken gözüne bir tabut ilişti. Öylece kaldı. Bu tabutla beraber mi yolculuk yapacaktı? Kafası karıştı bir anda. Ama yapacak bir şey yoktu. Bu bileti zor bulmuştu zaten. Aklına annesinin yaptığı yemek geldi. Anne ve babasını düşününce, tabut o kadar korkutucu gelmedi. Ölünün ne zararı olacak diye düşündü ve bindi otobüse.”

“Ve işte inme zamanı gelmişti. Otobüs durdu. Otobüsün etrafı kalabalıktı. Tabut geldi aklına. Cenazeyi almak için gelmiş olmalıydılar. Kalabalığın duygu seline kapılmak istemedi. Alelacele aldı valizini, terminalden çıkmak için kapıya yöneldi.

Arkadan bir çığlık duyuldu.

-Talhaaaaamm.”

Rumeysa Crist – Omuzlarım Üşüyor

“Sabah ayazında İstanbul’un en güzel semti Üsküdar sahilinde oturmuş karşı kıyıyı izliyorum. Üsküdar-Eminönü arası gidip gelen vapurlar, Kabataş, Beşiktaş motorları, vapurdan atılan simitleri yakalamaya çalışan martılar, bir görünüp bir kaybolan karabataklar, yalnızlığı ile Kız Kulesi ve bütün ihtişamı ile Boğaz Köprüsü. Yıllardır bana huzur veren, her sıkıldığımda kendimi attığım, benimle konuşan dertleşen bu manzara şu an anlamsız bir sessizliğe bürünmüş halde. O da farkında içimdeki boşluğun sanırım. O da söyleyecek söz bulamıyor, “Kalk git bir an ö n c e Küplüce’deki P e m b e Köşk’e” diyemiyor.”

“Nasıl da dedeme uygun şarkı sözleri bunlar. Önümdeki tüm kilitli kapıları açmama yardım eden dedem. Konsolosluğa, havaalanına, diğer illerdeki sınavlarıma benimle gelen, sevinçlerimi boynuna sarılarak, üzüntülerimi omzunda ağlayarak anlattığım dedem. Yaşadığım her talihsizliği rahatça anlatabildiğim, elini her daim omzumda, varlığını hep arkamda hissettiğim, varlığından kuvvet bulduğum dedem... Depresyondayken kendimi odama kitlediğim vakitler, ben uyuyor numarası yaparken her gece başımı okşayarak, tatlı tatlı konuşan dedem... Her şeye rağmen bir çıkış yolu vardır diyen, her yeni kararımda beni destekleyen, “Sen istersen yapamayacağın şey yok.” diyen, dededen öte bana baba olan dedem... Sahi bu kadar saat oldu neden hala aramadı?”

Hayal Bilgisi’nden Şiirler

bankamatik kuyruklarında tükenen nakitlerden aşağı

kapital duygu bozuklukları, havale geçiren hesaplar

yüzümde çok uzun bir kaybetmişlik hissi ve şaşkınlık

dünya hayrete düşmek için müsait bir yer değil oysa

sürekli aynı tezgahın başında realpolitik dokuyor

alışkanlığın mabedine sığınmış buzul bakışlı insanlar

ateşim olsaydı şiirin burasında bir dal sigara veyahut

bu çağın sesi nerden kısılıyor acaba

çocukluğum ve ilk gençliğim doksanları anlamakla

anlamaya çalışmakla geçti, o zamanlar hep koalisyon

devalüasyon falan olduydu hatta pop müzik gayet iyiydi

roberto baggio tribünlere doğru vurduğunda penaltıyı

çılgın bir sancıyla yürümekteydi milenyuma global dünya

büyük kent düşlerinin beşiğinde uyuyan çocuklar vardı, şimdi yok

yaşımın tam ortasından geçen trenlerle geldim bugünlere

kulağımda jan garbarek’den brother wind march

Arif Onur Solak

dertsiz son masada duran adam pozu

ve sınırları çarpsın yitik kalışlara inat

tutup çakarlar çiviyi koynuna gecenin

ilerleyen saatlerinde

kullanabileceğim kadar seviyorum

geceleri (uzun)

hafriyat kamyonu çakıl döker kıyısına şehrin

merkezi ısıtma yalan olur bir nevi

kim kazanır kapısında gezen (zamanı)

ne halin varsa söv demek de geliyor içimden bir an

Ferhat Nitin

neye yarar tüm gemiler denizden ırak

mavi ne bilmiyorsa üstelik başında mavi göğü

harfler neye yarar yuvarlanıyor taş

yedi, sekiz, dokuz, on taş yığıldı yığılır ömrümüzden

bir çekirge soluğu karanlığa çırpınan

bir susmak, beş susmak, rakamlar bigünah

bunun matematikle aram yokla ne ilgisi var

sesler boğuldu, soluksuz düşer sayılmayanlar

Sıddıka Zeynep Bozkuş

bu şelalede bi terslik var Allah’ım

tamam ben yüzme bilmiyorum ama

göğe doğru da uçmaz ki balıklar

serçenin pulları dökülmüştü ve gördüm

teli duvağına denk değil şimdiki sevdaların

yorgun sabahlara uyanır da ruhum

geceden kalma romatizmalar ısıtırım

thermo-doline, yanında taze çay

anlatamıyorum Allah’ım

diyalektik düzgün

neyi sevsem devrik

ve anlam bozukluğu her ayrılıkta

Yaren Kayıp

senden sonrası ne yer ne yeksan

bir kolunda münker öbüründe nekir

dönüp geri bu dünyaya bir bakacak olsan

alın yazımda ne ütülü ölümler birikti

parmak uçlarımda demlenen fatihalar

bir ucundan öbür ucuna süratle

koşunca çıkılmıyormuş karanlıktan

bir iman kuvvetiyle doğrulup sana varınca anladım

ciğerim yanınca üflerdin ya ruhuma

bir yanık kokusu varmış oysa yokluğunda

şimdi bir okyanus derinliğinde arayınca seni

bir nefesin yaşamaya yetmediğini

ve bütün sensiz uykuların bir sabah etmediğini

bir iman kuvvetiyle doğrulup secdeyi öpünce anladım

Yılmaz Şit

Medeniyet’te Şehir Kimliktir Dosyası

Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni, 54. sayısında Şehir Kimliktir Dosyası ile karşımızda. Derginin başlığında yer alan “bülten” ifadesi sizi yanıltmasın. Medeniyet, içerik ve mizanpaj olarak bir edebiyat dergisinden farksız. Hatta birçok edebiyat dergisinden de bir adım önde. Seçilen konular ve konuların ele alınış biçimi, oldukça doyurucu. Kaynak niteliğinde yazılara yer veriliyor bu bültende. Ben ue değerli çalışmaya emeği geçenleri kutluyorum. Sadece dosyada yer alan isimleri saymam, bu sözümün ne kadar doğru olduğunu gösterecektir. “Şakir Diclehan, Asım Öz, Yusuf Yalanız, Hayrettin Orhanoğlu, Mustafa Uçurum, Ali Bal, D. Ali Taşçı, Muhammed Salih İzgöer, Ahmet Berat Asaf, İbrahim Türkan, Yunus Emre Tozal, İsmail Canbulat, Murat Acar, Ahmet Güney.” Dosyada yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.

“Şehir kelimesi çoğu zaman “medine” ve “medeniyet” kelimeleriyle birlikte kullanılagelmiştir. Şehir medeniyetin taşıyıcısı; medeniyet de şehri kurucu, güçlendirici, şekillendirici ve yaşatıcı bir unsur olmuştur her zaman.”

“Kent ve uygarlık üzerinde İslâm dünyasında geçmişte Farabi ve İbn-i Haldun gibi iki değerli insan, oldukça fazla kafa yormuşlardır. Platon'un Devlet (Politeal)'i üzerinde kısa bir şerh yanında ayrı başlıklar altında üç eser yazan Farabi (871-950), el-Mednetü'l-Fazıla'da “erdemli kent”, onu izleyen “erdemli toplum” ve sonra “erdemli devlet” konularını irdeler. Kent ve devlet yönetimine ilişkin düşüncelerini Füsûlü'l-Medeni'de tartışır. Tamamlayıcı nitelikte olan üçüncü eser, es-Siyasetü'l-Medeniyye'dir ve burada uygarlık olgusunun metafizik temellerini tartışır.

Gözleme dayalı düşünmeyi esas alan, yaşadığı dönem itibarıyla yeni ve önemli bir adım sayılması gereken İbn-i Haldun (1334-1406) ise “medeniyet” kelimesini “bedeviyet” karşıtı olarak kullanırken “civilisation”un karşılığı olan “medeniyet”i de “el-hadara” kelimesiyle ifade eder.” Şakir Diclehan

“Kent insanı, kalabalıklar içinde bir başınadır, yalnızdır. Kendine bile yabancıdır. Hiçbir ünsiyeti gelişmemektedir. Kalabalıklar, toplumsal ve mekânsal aidiyetini zayıflatmaktadır. Gördüğü devasa binalara, kent konseylerine, site yönetimlerine vesaire içi hiç ısınık değildir.

Kent insanı, yeri yurdu olmayan bir yabancıdır. Arttıramadığı zamanında, iş-ev çıkmazında, yol sendromlarında mecnun gibidir. Gönlü virane, geleceği umutsuzdur. Ne yaptığını, nereye gittiğini hakikaten bilmez. Yurtsuzluğun dibindedir.

Kent insanının ilişkileri kısa ömürlü ve zayıf karakterlidir. Bir turist yahut yabancı gibidir. Her güne, her şarta hazır maskeleri vardır. “Al gülüm, ver gülüm.” Çıkarları, senetleri, ekstreleri, garanti belgeleri, pasaportu hep çantasının gözündedir.” Yusuf Yalanız

“Şehir ya da Moğolcadan gelen kullanımıyla kent, tarımdan ticaret ve sanayileşmeye doğru evrilen sosyal hayatın bir araya getirdiği ve iş bölümünün profesyonel anlamda dağıldığı mekânlar olarak bilinir. Giderek kalabalıklaşan günümüz şehirlerinde insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde bir o kadar uzak duruşları, sosyal dengenin de bozulmasıyla birbirinden kopuk yeni bir davranış biçimine yoğunlaşmamızı zorunlu kılar. Kalabalıklaşan sosyal hayatta yalnızlaşan insan. Şehirler, modernizmin nihai bir yaşama şekli olarak oluşturduğu bir mekâna dönüştürülmüştür. Tabiattan kopya edilerek oluşturulan yapay göller, caddeleri süslemek için köküyle birlikte başka yerlerden getirtilip yeniden dikilen ağaçlar, kendi doğal ortamlarından soyutlanarak daracık alanlara sıkıştırılan hayvanlar, yalnızca kentlerin albenisini arttırmakla birlikte kalmaz, bunun yanında sosyal bir aktiviteyle şehrin soluk alınacak yaşam alanlarına dönüştürülürler. Birey, sürekli yenileştirilen, dönüştürülen ve değiştirilen bilinciyle kendine ait olmayan bir tabiattan uzaklaşmak ister. O, şehre ait bilinci gibi kendi geçmişinden de kaçmaya çabalar. Oturduğu mekân, mekânın poetikasına uygun olarak toprakla, yani güven verici sağlamlıkla ilişkisini tümden koparmıştır. Yalnızca estetize edilmiş bir tabiat ya da mekân düzenlemesiyle değil, estetize edilmiş ilişkiler bütünü içindedir aynı zamanda. Bu sistemlerin tümü şehirli olmanın gerekliliği içinde yer alır. Şehirli birey, hayatını sürekli dönüştüren, dönüştürürken de değişime direnemeyen ve bir sonraki nesle yalnızca daha “güzel!” biçimiyle, şehrin yapaylığına uygun düşünme, yaşama biçimlerini miras bırakmak için çabalayan biri olarak karşımıza çıkar. Artık herkes şehirli olmak zorundadır. Onun dışında kalanlar, hayatın da dışında kalmıştır.”  Hayrettin Orhanoğlu

“Ağaçlarımız, çiçeklerimiz, meyvelerimiz hepsi kaybolacak. Yüksek katlı binaların balkonlarına taşınacakmış tüm bunlar. Kat bahçesi diye bir şey çıkmış. Bizim bahçeye de beton dökülecekmiş. Kaç kişi sığar ki kat bahçesine? Peki, tulumba da bulunur mu kat bahçesinde? Çocuklar birbirlerini ıslatabilir mi o kat bahçesinde? Gölgesinde oturacağımız ağaçlar da olacak mı?

Bir rüyaymış gibi… Şimdi başka bir çağa uyanıyoruz. Mutlak kazanma amacına yönelik adımlar kalbimize basa basa geçiyor üzerimizden. Her yerde inşaat… Gönlümüzdeki çatlaklar artıyor. Demir ve betondan yükselen yapıların içinde aradığımız sıcaklık bizi daha da üşütüyor.

Toprak sahibi olanların toprağında yaşayamadığı bir dönüşüm. Rezidans dairelerin satılık ilanlarının iştah kabartan dürtüsü. Gitti cancağızım ağaçlar.

Mahalle gitti, site geldi. Bahçeler gitti, cam balkonlar geldi. Muhabbet gitti, kâr geldi, pay geldi ama mutluluk gelmedi.” Ali Bal

“Çocukluğumun geçtiği kasabayı hayal ediyorum; ne kadar dükkân var idiyse hepsinin kepenkleri ahşaptandı. Üç katlı bina nerdeyse yoktu. İnsanlar evlerinden çıktıklarında hemen sokağa düşüyorlar ve bir ahbapla karşılaşıp sohbet ediyorlardı. Çarşı pazarda alışveriş yapmak bir zevkti; çünkü herkes birbirine hâl hatır sorardı.

Şimdilerde gerek ülkemizde ve gerek dünyada çok değişik biçimde şehirler kuruluyor, yeniden inşa ediliyor. Çok katlı plazalar, kuleler mesken olarak insanlara sunuluyor. İnsan bu kulelerde yalnız yaşamaya mahkûm ediliyor. Zaten aile artık yok gibi, olsa da çocuksuz birlikteliklerden oluşan iki kişilik hayatlar çoğalıyor. Hayat, dert dinlemek üzerine değil de dert üstlenmek üzerine kurulu. Sanal kalabalıklar, sanal zevkler ve hayal tünellerinden müteşekkil hâle gelmiş bulunuyor.” D. Ali Taşçı

“Tanpınar şehirlere mühendis gibi teknik gözlemlerden ziyade bir kalp adamı, gönül insanı gözüyle bakıyor ve şehirlerin değişiminin insanın değişimi, toplumun değişimi olarak yorumluyor. İnsan değişirse toplum değişir, toplum değişirse şehir değişir. Hâliyle mekân algısı da değişecek, şehirler de bu değişimden nasibini alacaklardır. Tanpınar'a göre eğer insanın sevdiği şeyler değişim geçirirse, hayatına da zenginlik gelir, çünkü sevilen şeylerin değişimi, insanın iç dünyasına zenginlikler katar. Buna göre elbette bir şehir değişir, değişmelidir de yaşadığı çağın ruhunu da yakalamalıdır. Tanpınar, Bursa'da dinlediği bir çobanın kavalındaki musikide birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin ardında Türk şiirinin hikmetlerini gördüğünü belirtirken, şehrin içinde şehirle insanın arasındaki bağın, insanın eşref-i mahlûkat olma yolunda bir araç olduğunu görebiliriz.” Yunus Emre Tozal

“Kurtuba Camii'nden çıkarken bahçedeki portakal ağaçları gözüme çarptı, çıkarken bari güzel şeyler görüyoruz diye geçirdim içimden. Şehri dolaşmaya çıktık, gezdiğimiz tarihi sokakların 1000'li yıllarda geceleri aydınlatıldığını, insanların akşamları gezmeye çıktıklarını, neredeyse her mekânda mühim konularını tartıştıklarını öğrendim. Öyle ki diğer şehirlerden ve ülkelerden insanlar hem bu gece aydınlatmasını hem de bu ilim deryasını görmeye gelirlermiş. Rivayet odur ki gelenlerden biri ekmek fırınındaki iki kürek ustasının felsefi bir konuyu ateşli ateşli tartıştıklarını görünce “Bu kadar da olamaz.” diyerek kendinden utanmış.” Ahmet Güney

Ümmetçilik-Yerellik

Kazım Sağlam, ümmetçilik ve yerellik kavramlarından hareketle iki kavramın birleşen noktaları üzerine bir yazı kaleme almış. Yerellikten evrenselliğe uzanan ümmetçiliğe dair önemli tespitleri var Sağlam’ın. Özellikle İslam coğrafyası, vazifelere dair konular aslında tüm Müslümanların ortak derdini dile getirmiş.  

“Ümmetçilikle akraba kavramlarımız ve kuruluşlarımız olmuştur tarih içinde. Bunlar; hilafet, ittihad-ı İslâm, ihya ve inşa hareketleri, İslâmi hareketler, modern dünyada ihdas edilen İslâm devlet anlayışları ile modern dünyanın oluşumunda kurulan ulus-devlet içinde yaşayan Müslümanların İslâmî çalışmalarının tümü.”

“Mezhep-meşrep farklılığı, anlayış ve yaşayış çeşitliliği olmadan tek anlayış ve yaşayış, tek mezhep veya mezhepsizlik -bu ne demektir anlayabilmek zor, çünkü her yeni veya farklı anlayış ve yaşayış önermek adı ne olursa olsun bir ekoldür- diye bir durum mümkün olamaz. Eğer dini hayata hâkim kılmak istiyor isek -ki din hayattır- o zaman bir anlama ve yaşama usul ve adabı olması lazım gelir.”

“Müslümanlar, bulundukları ülkenin şartlarına göre bir hayat sürüyorlar. Coğrafyanın, iklimin getirdiği farklılıklar yaşama biçimlerine de etki etmiştir. Yerden ve yaşadığı andan kopuk bir hayat düşünülemez. İslâm da hayattır, diri ve canlı yaşanabilen bir anlayış ve yaşayış biçimidir. Farklı coğrafyalarda Müslümanların problemleri de farklıdır, yaşayışları da.”

“Şunu rahatlıkla müşahede etmekteyiz; halkı Müslüman olan hiçbir ülke tek başına modern tuğyana karşı koyamaz. Bu ülkelerin tek başına ayakta kalması da mümkün değildir. Özlenen ve arzulanan şey, bütün Müslümanların ortak hareket etmesi ve bir çatı altında toplanmasıdır. Coğrafyamız, yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz, yetişmiş insan potansiyelimiz, topyekûn olarak teknik imkânlarımız, inancımız ve tarihî geçmişimiz bu birliği oluşturmaya elverişlidir.”

Karabağ

Mehmet Cemal Çiftçigüzeli gazeteci kimliği ile yıllar öncesine dayanan şahitliklerini de anlatarak, Karabağ sorunu hakkında bir yazı kaleme almış. Özellikle Ermenistan-İsrail benzetmesi ve tespitleri çok yerinde. Benzerlikler de aleni şekilde ortada zaten. Önemli olan görmek ve ortada döndürülmek istenen oyuna alet olmamak. Bugün Karabağ sorunu ortadan kalktı gibi bir algı elbette doğru değil. Çünkü karşımızdaki güçlerin farkında olarak söylemek gerek bunu. Yazıdan paylaşımlar yapacağım.

“Kaderde savaş muhabiri olarak gelişmeleri takip etmek de varmış. Bunlardan biri İran-Irak Savaşı, diğeri de Karabağ Savaşı. O yıllarda Ankara TRT Haber Merkezi'nde çalışıyordum. Karabağ Savaşı'na görev çıktı. Mütercim Eriz Oktar, Spiker Rahmi Aygün, rahmetli Kameraman Mehmet Güngör ile Bakü'ye gittik. Ben haber timinin sorumlusuyum. Henüz Moskova'nın bölgedeki hakimiyeti, Sovyetler yeni dağıldığından otoritesini çok kaybetmemişti. Ama her geçen gün Sovyetlerin dağılma süreci artarak devam ediyordu.”

“Ermeniler Karabağ'da korkunç bir katliam gerçekleştirmişlerdi. Ben Türkiye'ye döner dönmez intibalarımı kitaplaştırdım. Sonra hem merhum Elçibey ile hem Özbekistan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Bey ile görüşerek bir teklifte bulundum: “Geliniz, dünya yazarlarını çağıralım, en azından Hocalı'daki Ermeni katliamını görsünler ve bu edebî dillerde (roman, öykü, şiir, destan, sinema, tiyatro, müzik) anlatsınlar.” Açıklamamı Yörünge dergisi kapak yaptı. O günkü Azerbaycan'ın imkânları belki bugünkü kadar yoktu. Dilerim temennim gerçekleşir.”

“Gelelim bugüne, 2008 yılında ABD, Rusya, Fransa ve Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 5 ülke MİNSK Grubu'nu oluşturdu. Görevi Karabağ sorununu çözmek. Aradan 30 yıl geçti, bir adım mesafe alınmadı. Batı bunu hep yapıyor. İsrail'in Orta Doğu'daki konumu gibi, Ermenistan'ı da Kafkasya da aynı şekilde düşünüyorlar. Ermenistan fukaralık, işsizlik ve siyasi krizlerle boğuşan bir küçük ülke. En son seçimlerde hile olduğunu savunan muhalefet lideri batı yanlısı Nikol Paşinyan, Erivan'daki halk gösterileri sonunda başbakan oldu. Ermenistan 20 Temmuz 2020'de bölgede Rusya'nın organize ettiği askerî tatbikata da katılıyor. İşte buna güvenerek Azerbaycan'a ateş açıyor, bir general ve bir albay başta olmak üzere bazı askerleri şehit ediyor. Stratejik ortağı Putin, Ermenistan'a ABD'den daha fazla önem veriyor, onu silahlandırıyor, stratejiler çiziyor. İran ise Ermenistan'ın en yakın dost ülkesi. Bu saldırı karşısında Ermenistan hiç tahmin etmedikleri bir tepkiyle karşılaşıyor. Azerbaycan ordusu 30 senedir işgal altında tutulan Dağlık Karabağ'ı almak için operasyon başlatıyor ve başarılı da olarak çok yeri işgalden kurtarıyor. Batı'nın hiç hesap etmediği bur husus var ki artık Azerbaycan'ın muharebe yeteneği ve yüksek silahlı kuvvetleri var. Çok yakın bir zamanında da Türkiye ile ortak askerî tatbikat yaparak yeni bir tecrübe kazanmıştı.”

Sosyal Medya Bağımlılığı

Salgından geriye kalacak en ağır hasar çocuklarımız üzerinde olacak. Hareketsiz, sosyal yönleri sıfıra düşmüş ve internet bağımlısı çocuklarımız oldu. Salgın elbet biter ama bu illetten çocuklarımızı nasıl kurtarırız bunun cevabı çok zor. Ebru Yaman da yazısında bu hassas noktadan bahsediyor. Yaman’ın dikkat çektiği nokta, sosyal medyanın ergenler üzerindeki etkisi. Bu süreçte artan sıkıntılardan biri de elbette sosyal medya bağımlılığı. Sorunları tespit edip çözüm önerileri sunuyor Yaman. Kulak vermekte fayda var.

“Sosyal medya bağımlılığına davranışsal bir bağımlılık diyebiliriz. Davranışsal bağımlılık, alkol veya sigara kullanımı gibi değildir. Karakterin değişmesiyle ilgilidir. Doğru kullanılmadığı takdirde gündelik yaşamı etkileyen pek çok sonucu vardır. Az ve kalitesiz uyku, zihinsel meşguliyet, kullanımda bir sınırlama getirmeye çalıştıkça bu çabaların başarısızlıkla sonuçlanması ve her seferinde daha fazla vakit geçirmeye devam etme, çevrimiçi değilken bile sosyal medyada olmayı sebepli ya da sebepsiz arzulamak, aile iletişiminde olumsuz etkileri, okul başarısında düşüş göstermeye sebep olması vb. sonuçları sıralayabiliriz. Bununla birlikte uzmanlar, sosyal medya kullanımının bağımlılık derecesinde olduğu takdirde anksiyeteye yani kaygı bozukluğuna neden olabileceğini belirtmişlerdir. Normal ölçülerde kullanmayanlarda reel sosyal ilişkilerde iletişim problemleri, depresif bir yapının oluşabileceği belirtilmektedir. Özellikle ergen gençlerdeki henüz gelişmeyen iletişim becerilerinin üzerine fazla sürelerde kullanılan sosyal medya uygulaması sağlıksız bir kullanımdır. Bu sağlıksız kullanım alanında arkadaşlara veya diğer alanlara ne kadar sağlıklı mesajlar verilebildiği de aşikâr olmaktadır.”

 “Allah Teâlâ aileyi sevgi, saygı, ülfet ve ünsiyet olarak tarif etmiştir: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/21) Bu süreçte çocuklarımızın ilk gelişim dönemlerinden babaya göre annenin önemi çok çok daha etkin ve değerlidir. Bizler bebekliklerinden itibaren fark etmezler, anlamazlar diye nezaketten ve empatiden uzak, hoyratça sarf ettiğimiz her davranış ve söz evlatlarımızın ruh âlemlerinde duygusal olarak manipülasyonlara sebep olur. Duygularının renkleri koyulaşmaya başlar. Zira kişilik gelişimleri henüz anne karnındayken başlar. Bu sürecin farkında olarak onları Rabbimizin bir emaneti olarak kabul edip gereğinde pamuklara sarıp gereğinde de içinde bulunduğumuz yaşamın tüm gerçekleriyle yüzleştirmeyi bilmeliyiz. Öncelikle kendi duygularımızın ve davranışlarımızın dilini iyi fark etmeli, kendi içimizdeki çocukla iyi anlaşabilmeliyiz. Kendisiyle barışık olmayan bir anne baba bırakın aile içinde çocuklarıyla doğru iletişim kurmayı tüm dünya ile küstür aslında. Kendi içinde bu paradoksları fark etmiş anne baba aynı zamanda kendini doğru ifade edebilen çocuklarını rahatlıkla keyifle yetiştirir. Bu atmosferde büyüyen çocuklar sağlıklı bir ergenlik sürecini tamamlar ve geleceğin getireceği tüm sorumlulukları yüklenebilecek kapasitede yetişkin olurlar.”

Medeniyet’ten Şiirler

Eskitmediğimiz neyimiz kaldı,

Baharı eskittik, güzü eskittik.

Edebi kaybettik, neyimiz kaldı,

İtibarı eskittik, yüzü eskittik.

Pranga vuruldu dillerimize,

Düşmanlar gülüyor hallerimize,

Engeller koyuldu yollarımıza,

Yokuşu eskittik, düzü eskittik.

Anadil çoktandır rahmetli oldu,

Kargalar, vakvaklar meydana doldu,

Nedimler, Akifler kimsesiz kaldı,

Kitabı eskittik, sözü eskittik.

Bu bir felaket, bedeli ağır,

Beyinler silikon, tahtadan bağır,

Hakka, hakikate gelince sağır,

Kulağı eskittik, gözü eskittik.

A.İbrahim Savaş

Ne yüz ile bakayım akar pâre pâre su

Yanıversem aşk ile oluvere çâre su

İman iman büyütsem kalbimdeki arzuyu

Neşv ü nemalar içün her zerreme vara su

Gözlerim göresmiştir ümit ümit yoldayım

Alıp götürse beni ol kutlu diyara su

Çekilsin güvercinler yel alsın örümceği

Vasletsin bu fakiri mihman-ı gara su

Yerlerin ve göklerin nazdârı, nâzenini

O'nun letafetiyle erür itibâre su

Tehlil ü tekbir ile tesbih ederim daim

Pınar pınar dokunsa evrad ü ezkâra su

Hanifi Vural

Cehrî diyemem, feryâd-ı kalb iledir tekbirimiz,

Meğer ki gelse Hüdâ'dan, belâdır tebşirimiz.

Havf ederlermiş ki bizden, kendiye yok tesirimiz,

Biz günahkâr kullarız nefsimizedir tekdirimiz.

Bu bahsi derûnîde leyli mecnundur pirimiz,

Bir nâmedir ruzigâr ile ol yâre şîrimiz.

Sadettin Yıldız

Kalemlik 8. Sayı

Hakkâri merkezli bir dergi Kalemlik. Enes Gürbüz’ün yoğun gayretleri ile çıkan dergide birçok tanıdık isme rastlamakla birlikte yeni isimler de yer alıyor Kalemlik’te. Dünyanın küresel bir ivmede ortak noktaya odaklanmasının bir göstergesi olarak görülebilir Kalemlik ve çıkan her yeni dergi. Merkez-taşra ayrımının ortadan kalktığı bir zamanda yaşıyoruz. Doksanlı yıllarda biz dergi çıkarırken karşılaştığımız sorunlar artık ortadan kalktı. Her isim her dergide yer alıyor. Elbette bu kötü değil. Edebiyatın merkezinin insan olduğunun en net göstergesi bu. Yeni çıkan bir dergide gördüğüm isimler neredeyse 10-15 dergide de karşıma çıkıyor. Benim takip ettiğim dergi sayısı ayda ortalama 50 civarı. Bu sayı iniyor ve çıkıyor dergilerin yayın sürelerine bağlı olarak.

Sözün gücüne inanarak yapılan her türlü yayını kıymetli buluyorum. Kalemlik de öyle. Benim görmek istediğim, yerellikten korkmadan, çekinmeden derginin çıktığı toprakların sesi olacak birkaç çalışmaya da yer verebilmesi. Böylelikle yıllar sonra bu dergiler incelendiğinde, şehrin kültür-sanat ve soysal yaşantı gibi özelliklerine dair bilgilere de ulaşmak mümkün olacaktır. Şair –yazar abiler, ablalar zaten her yerde yazıyor. Biraz daha şehre yüzünü dönmeli dergiler diye düşünüyorum.

Kalemlik, şiir ağırlıklı bir dergi. Nesire de ağırlık vermekte fayda var. Ben dergiye emeği geçen herkesi can-ı gönülden kutluyorum.

Dergiden paylaşımlar yapacağım.

Değerlerimizin Yaşatılması Ve Gençlik

Şakir Diclehan, gençlere sesleniyor yazısında. Değerler ve gençler birbiriyle o kadar örtüşüyor ki. Gelecek nesillere bir umut ışığı bırakmak istiyorsak değerlerimizden ve gençlerden başlamakta fayda var.

“Kültür, edebiyat ve düşüncenin, çağ içinde doğurganlığını sağladığımız takdirde sesimizi, ancak çağlar ötesine ulaştırmamız mümkün olabilecektir. Durgunluğun olduğu yerde hiçbir zaman gelişme, ilerleme ve canlanma olmaz. Bir misyonla yükümlü ve görevli olan insanın, elinde tuttuğu mumla hem etrafını aydınlatmalı ve hem de karanlığı karşı mücadele ederek onu kovma gibi bir ideal sahibi olduğunu unutmamalıdır. Bu nedenle, inanç erleri, ahlak kahramanları, büyük şairler, bilginler ve idareciler yetiştirmek zorundayız.

Maksat, gösterişle ve gürültülü bir biçimde ortaya çıkarak sadece laf üreterek pek yararı olmayan bir davranış ve eylem içinde olmak değil, yeniden kurulacak ve insanlığın içinde bir anıt gibi yükselecek toplumun inşası ve meydana getirilmesi işinin peşinde koşmalıyız.”

“Karamsarlık ve umutsuzluğa batmış, adeta zamana küsmüş ve gelecekten hiçbir beklentisi bulunmayan psikolojik durum içindeki nesillere aşk, sevinç, yaşama ve yaşatma azmi aşılayan, saygı ve kardeşlik duvarlarını öğren ve muhteşem bir medeniyetin yapısını yükseltme tutkusunu egemen kılan duygu, İslam’daki kardeşlik duygusundan başka bir şey değildi geçmişte.”

Kendimin Hikâyesiyim

Fatıma Berra Yıldız, bir deneme ile yer alıyor dergide.

“Yağmur yağıyordu. En sevdiğim zamanlardı sanırım. Dışarıda yağan yağmur içime yağıyordu sanki. İçimdekileri alıp götürüyor, bir daha geri getirmek istemiyordu. Yağmurlu havalarda yürümeyi her zaman sevmişimdir.

Gerçekleri gün yüzüne çıkarıyor, hayal dünyamda sıkışıp kalmış özlemlerimi hatırlatıyordu. Her birimizin kendi hayal dünyası vardı. Kendi hayal dünyamızda yaşıyorduk çoğumuz. Kendi hayal dünyamızda ölüyorduk ve bundan gram rahatsız olmuyorduk. Başka bir deyişle rahatsız olmak bile istemiyorduk. O kadar kaptırmıştık ki kendimizi, dünyanın verdiği gerçekliği anca hayallerimizde yaşıyorduk.”

“Aylar yılları kovalıyor, yaşımla beraber düşüncelerim de büyüyordu. Benim hikâyem buydu. Kendi içinde yaşayan bir kız mı? Hayır. Kendine anlatacağı çok şey olan bir kız. Ben buyum. Hayal dünyam her şeyin ötesinde. Üniversitemi bitirince ne oldum, ne olacağım? İleriyi göremiyorum, ancak Edebiyat Fakültesi’nde okuyorum. Başarabilecek miyim? Umarım başarırım. Kendi hayatınızın hikâyesi olun. İç dünyanızda kapana kısılmak yerine orada yaşamayı değil, onunla yaşamayı öğrenin.

Ben buyum ve kendimin hikâyesiyim.”

Neriman Yetek- Sinerji

Neriman Yetek’in metnini beğenerek okudum. Aslında kurgusu sağlam bir metin bu. Biraz daha ayrıntı ve imge eklenerek, olay örgüsü geniş tutularak iyi bir öykü olabilirdi. Yetek’in kalemindeki ışıltı hissediliyor. 

“Kovayı yere bırakıyorum. Ellerimi kovanın paslı sapı kesmiş, farkında bile değilim. “Artık eskisi gibi güçlü değilsin. Senin neyine be adam, bu kadar ağırlığı kaldırmak.” diye hayıflanıyorum kendime. Derimin pullanmış yerlerinden sızı vücuduma dağıldı. Acıyan avuçlarımı ovalıyorum. Arı kovanları uykuda. Niyeyse münasebetsiz bir arı gelip yüzümün orta yerine kondu. “Uyuman gerekiyordu senin” diyorum, diyorum da burnumun ucunda duruyor işte. Parmaklarımı kıpırdatmak şöyle dursun, arıyla burnumun ucundan bakışıyoruz sadece. Hayır diyorum, seni öldürmek istemiyorum. Ölüm… Senin için çok erken. Kıpırtısız duruşum hoşuna gitmemiş olmalı ki Kaştanka havlayarak yanıma koşup geldi. Arıya kızmış, belli. Arının havlama seslerinden ürktüğünü hiç sanmıyorum. Tenime değen ayakuçlarından yaşamasını dilediğimi hissetmiş olmalı ki uçtu gitti. Kaştanka, arının arkasından havlamaya devam etti. Rahatlaması için eğilip okşadım. Kuyruğu sevinçten hiç durmadı. Kovadan aldığım gübreden avuçlayıp toprağa serpmem gerek. Ona, “Dur!” diyorum, “Ektiğim bütün fidanlar, desteğe muhtaç.” İşe koyuluyorum. İnce bir ses geldi arkamızdan. Kaştanka ve ben hayranız bu sese. Ama Kaştanka daha güzel anlatıyor kendisini. O zaten herkesi yüreğiyle öyle sevmeyi ve sahiplenmeyi biliyor ki… Kuyruğunun coşmasından, yerinde duramayışından, koşuşturmasından belli. Kaştanka’ya Çehov’un hayalinden fırladığından beri öyle gıptayla bakıyorum ki… Bense kıpırtısız beklemedeyim. Beni bir ses sahibi kılan bu kadına büyüyen göz bebeklerimle bakıyorum. O da bana bakıyor. Kaştanka’nın havlama sesleri içinde göz bebeklerimiz buluştu. O, şimdi beni anlar mı?”

Kalemlik’ten Şiirler

gün gelir kravatlar tutsaklaşır,

barbarlar ise özgürdür her daim

kafa kaşımaya bile vakit bulunmazken

atlarıyla naralar atarlar onlar

“yasaklar çiğnenmek içindir” sözü

geçersizdir kravatlar için

ki sonuçta eli kolu bağlı olandır

mahpustaki adamlar

barbarlarla kravatlar olmasa

söz yağmuru sel olur şehirde

efendiliğini ifşa etmemiş olur

nefes alan şehrin amiri böylece

Enes Gürbüz

Rahmetiyle sahibin, dökülmesi üstümüze

Alınmadığımız ama bizi saran

Sıcak sıcak bir soğuk, kaburgalarımızda gezindiği

Ufacık bir zerreyle İbrahim

Yığan yeryüzüne

Ayaklandırıp koşturan tekrar bilmediklerimize

Bir tabut boşalt

Bin tabut yakınırken dirileriyle

Doluşalım birlikte

Göğüsler yürekler merhametler inançlar...

Mavi çiçeklerdi bak, savaşın çocuklarının büyüdüğü

Cennetten ülkeler

Saklı ve gizli

Mavi kelebekten güzel kokulu anahtarlarıyla

İbrahim

Bir tabut Bosna

Bir tabut...

Bir tabut daha İbrahim

Daha çok tabut...

Ama hiç ölü yok

Halime Erva Kılıç

Kimsesiz kuşların üşüdüğü

Çaresizlik dolu bir mevsim midir

Bembeyaz bu mevsim

Oysa ne güzeldir

Usul usul düşen kar

Isıtır, üşüyen gönülleri

Dostun olur, arkadaşın olur

Küçücük kar taneleri

Gönüller üşümesin yeter ki

O vakit fark etmez mevsimler

Dört mevsim hüzün kokar

Mevsim mevsim açan yüreğin

Songül Özel

Aynı çavlanda yüzgeç vuran

Kurbağalar gibiyiz

Her zıplayışımız felaket

Yükseldiğimizden çok daha

Dibe batıyoruz

Derinlik sığ

Cemil Karasavran

Kullanılmamış bir zamana açıyorum gözlerimi

Kendimden bahsetmeye kimsem yok

 İncir ağacı daralıyor ben gibi

Çırılçıplak kışın içinde

Denizin kayıtsızlığı insanın kıyısızlığı oluyor sonra

Babamın gürültüsü yıkılan duvarlar

Altında eziliyor bakışlarım

Kocaman adam oldum

Annemin nefesinde dinleniyorum hala

 -mavilikler genişliyor önümde

Rıdvan Yıldız

sessizlik urganımdır

şiirlerimle dolanan

mısraları ben iğneledim

siyah beyazca boynuma

her görüşünde sen beni

usulca kaybolan bir güvercin kalbiyim

benden uzak oluşunda keramet aramadım

dağları söküp gözlerinden ben açtım yolumu

toprağını kaşıyan mevsimlerin soluğu gibiyim

sulara yaranamamış bir ceylanın ta kendisiyim.

Fatih Tezce

Haberin var mı ey Kudüs

Kurutulmuş bir gül mevsiminde

Kurulmuş saatli bir bomba

Patlatır beni içimden

Ölüp ölüp dirilirim kendi küllerimden

Sana ağlar her gün kırılgan yüreğim

Haberin var mı ey Kudüs

Kadim kapılarda bekler seni özgürlük

Ben ise seni asırlık hayallerde ararım seni

Hırkandan yayılır cesaretin kokusu

Yüzünü sakladım ruhumda

İsmail Okutan

YORUM EKLE

banner36