Cengiz Aytmatov ve Gün Olur Asra Bedel
Çâre dergisi ile tanıştık 2020’de. Adını duyduğum bir dergiydi. Coğrafi yakınlığımızın yanında dergide yer alan isimler bakımından da bir gönül yakınlığımızın olduğu dergiyi tanımak ve bir yazı ile bu dergide yer almak benim için mutluluk verici bir tanışma oldu. Elinize aldığınızda kendini okutturacak bir albenisi var Çâre’nin. Şiir, deneme, makale derken bir dergide olması gereken tüm güzellikler bir arada. İsmi ile ilk defa karşılaştıklarım yanında edebiyat dünyamızın aşina olduğu isimler de Çâre’de. Mustafa Çiftci, Ali Ayçil, Ali Bal, Kâmil Büyüker, Ahmet Menteş… gibi isimler var Çâre’de.
Yapacağım ilk paylaşım Hüseyin Hilmi Arslan’a ait Cengiz Aytmatov üzerine bir yazı. Gün Olur Asra Bedel kitabını imgesel ve kavramsal boyutlar bakımından ele almış Arslan. Tilki, deve Karanar, köpek Yolbars ve akkuyruklu çaylak ile çaresizlik, asalet, kölelik, ve özgürlük yönünden incelenmiş roman.
Aytmatov Gün Olur Asra Bedel’i 1980 yılında yazmıştır. Her yönden özgün oluşuyla büyük ilgi görmüştür. Özellikle zamanının Sovyet idaresini örtülü olarak eleştirmesi, yıllarca sosyalizmin ağır politikalarına maruz kalarak Orta Asya Türklüğünün uzaklaştığı milli ve manevi değerlerini hatırlatması ile ideolojilerin insanın kimlik algısını yerle bir eden yapısını ifşa etmesi bu yoğun ilginin sebeplerindendir. Özellikle romanda anlattığı, daha önce duyulmamış “mankurt” efsanesi ile siyaset, sosyoloji ve felsefe dünyasına yeni bir kavram kazandırmıştır: “mankurtlaşmak”.
“Aytmatov, romanda dört hayvan üzerinde özellikle durmaktadır. Bu hayvanlar tilki, deve Karanar, köpek Yolbars ve akkuyruklu çaylaktır. Bu hayvanlar romanda birer figür değil, birer karakterdir.”
“Bir sanat eserinde tasvir edilen her ayrıntı sanatçı tarafından bilinçli bir şekilde içine yerleştirilmiştir. İnsan dışındaki varlıklar da sanat eserinde dekor olmanın ötesinde sanatçı tarafından belirlenen bir amaca hizmet ederler. İşte Aytmatov da “Gün Olur Asra Bedel” romanında işlediği tüm konuları ve içindeki tüm varlıkları bu sebeple bilinçli bir şekilde okuyucunun algısına sunmaktadır.”
Nuri Pakdil ve medeniyet
Pakdil üzerine dergilerimizde yazılar yayınlanıyor olması önemli. Onun varlığı devam ettikçe aramızda, içimizdeki direniş ateşi de diri olacaktır. İlkay Coşkun, Nuri Pakdil’i medeniyet tasavvuru noktasından incelemiş yazısında.
“Medeniyet tasavvurunda hep bir coğrafya vardır. ‘Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır’ sözü ile Müslüman bir bakışın şifrelerini vermiştir adeta. Kutsallarımızı hep önceleyip ufuklara ideal görüntüler serimlemiştir. Hatta elli, altmış yıl öncesinden Müslüman Afrika gündemde değilken dikkatleri oraya çeker. Görünen aysbergi büyüyerek daha da görünür olmaya başlayacak Müslüman Afrika’dan bahseder. Peygamberimizin ilk ezanı Hz. Bilal’e okutmasıyla, Afrika’ya dikkat çektiği düşüncesini paylaşır. Tarihin tayin ettiği yön Müslüman Afrika ve doğu olarak nitelendirir. Ortadoğu’da, Müslüman coğrafyalarda hep bir yetimlik ve üveylik halinin, sıkıntılarının olduğunu vurgular. Ayrıca medeniyet tasavvurunda coğrafyanın yanında zamanı da beraber imler. ‘Mekânı ateşleyen devrim zamanı da ateşler. 622 tarihin şah damarıdır.’ sözü ile tarihte Müslümanların dönüm noktalarına vurgu yaparak istikameti hatırlatır.”
Mustafa Çiftci’den anı tadında..
Çâre’de Mustafa Çiftci’nin bulunuyor olmasını çok değerli buluyorum. Kendi yaşadığı topraklara değer vermenin bir nişanesi olarak görüyorum bu birlikteliği. Derginin ilk sayısından beri Çiftci de Çare’de.
5. sayıda da Dede Kuru Yemişi isimli anı tadındaki öyküsü ile dergide. Onun anlattıklarında bir bozkır’ın yanık tenli insanları çıkıyor karşımıza. Anadolu gibi..
“Daha evvel defalarca yaptığım işi yapıp, öğle ile ikindi arasında dedelerle sarı leblebi sarı üzümden oluşan “dede kuru yemişi” yiyecektim. Dedeler, tarladan yolup (söküp) ofise sattıkları nohudun önlerine leblebi olarak gelmesinden pek hazzetmezler. Nohut artık kıymete binmiş gram ile satılır olmuştur. O sebepten sarı leblebiye “kaba leblebi” derler. Ucuz yemiş anlamında.”
“Leblebiyi görünce çocukluk arkadaşını görmüşler gibi gevşediler. “Eh ver bakalım. Vakit geçsin.” dediler. Leblebiyi vakit geçirmek, yarenlik etmek için yerler ama bir başka zamandan hatıraları vardır eminim. Gerdeğe girilecek zaman adet, töre bilen ihtiyar ablalar, “Aman yastık çerezini ihmal etmeyin. Uyduruk bayat yemiş değil, işe yarar, emeğe değer bir şey olsun.” derler. Ve badem, fındık, Antep’in fıstığı ve biraz leblebi ile sarı üzüm karıştırılarak hazırlanmış yastık çerezi, gelin ile güveyin odasına konur. Yerler mi, yoksa hiç dokunmazlar mı onların bileceği bir iştir. Ama oğlan tarafı üzerine düşeni yapmalı ve yastık çerezini muhkem tutmalı, paradan kaçmamalıdır. Leblebi yastık çerezinin içinde de yerini almıştır. Bu sefer kaba leblebi diye dalga geçilmez ama o kadar yemişin arasında leblebinin ne hükmü olur? İlle de leblebi tutkunu değilse ne damat ne gelin dokunur sarı leblebiye.”
“Anlatılanları ben akıl defterime yazmalı ve sonra azar azar kâğıda dökmeliydim. Ama ben uyduruk yazarlık pozlarını boş verip onların yüzlerine, artık bulutlanmış gözlerine baktım uzun uzun. O zaman içimde bi şeyler yıkıldı, yeniden yapıldı…”
Mustafa Mete’den manifesto tadında
Mustafa Mete, Çâre’nin genel yayın yönetmeni. Derginin arka kapağında Mustafa Mete’nin Perdeyi Aralamak isimli yazısı var. Bir manifesto olabilecek seslenişi var yazının.
“Gönlümüzün perdesini aralasak, camın buğusundan daha ötesini göreceğiz. Yüreğimizin derinliklerinde, çiçekler gövermeye başlamış, kuşlar uçuyor, yağmuru teneffüs ederek göğüs kafesimizin dar geldiği kalbimize davetiye sunarak.
Bir çâre perdeyi aralamak. Kırgın kalelerimize, yalnızlık duvarı dibinde ağlayan ruhumuza. Terk edilmiş duygulara. Kuşlar gibi uçmanın tadına varmak isteyen, yağmuru bulutlar üstünden seyretmek isteyen kalbimize. Perdeyi aralamak, seyretmekten, çok daha fazlası, eğer perdeyi aralayabiliyorsak.”
Yol da terbiye eder insanı
Ali Ayçil bir yol yazısı ile Çâre’de. Bir yolun insanı nasıl olup da terbiye ettiğini anlatıyor Ayçil. Yol arkadaşları insanın ruhuna da iyi gelir.
“Sol yanımda Sudanlı Zenci Musa Bey ve Özbekler Tekkesi, sağ yanımda Fethi Paşa Korusunun artık yapraksız kalmış iri ağaçları, Sultantepe’ye doğru inerken, “bu yol olmasa seni kim terbiye edecek,” diye geçirdim içimden. “İşte her sabah iskelenin telaşına ya da Boğaz Tüneli’nin yürüyen merdivenlerine akan kalabalığa karışmadan önce huzurdan geçiyor, sırtını görklü dostlara sıvazlattırıyor ve elbette boyunun ölçüsünü alıyorsun. Her sabah Ferganalı dervişler tarafından insanların arasına uğurlandığını kimse bilmiyor; her sabah Mağripli bir adamın tarih imtihanına girdiğini kimse bilmiyor; her sabah yankısı kendi içinden başka bir yerde duyulmayan, hüzünlü mü sevinçli mi ayırt edemediğin bir sesler yumağını ağırladığını da kimse bilmiyor. Güzün hala ıssız kalabildiği ve insanlara hala huzur telkin ettiği kentin bu unutulmuş sokağında sayısız yaprağın, bir mezar taşının ve bir tekke binasının tarih kitaplarından esirgedikleri bir sır var; her geçişimde aklımı kurcalayan, aklımla içinden çıkamadığım bir sır bu. Bazen dönüp, Sudanlı Zenci Musa Bey’e sorduğum oluyor: Diyorum ki, bu sır benimle beraber her yerde; bu sır çözülürse, meraksızlığın çölünde ben ne yaparım. Özbek dervişleri gülümseyip duruyor...”
Çâre’den üç şiir
elinde feneriyle gezinip duruyor kader
bugün de yoldaşlık edecekmiş
tanrı kullarının yolculuğuna
gittiği yerden kalan parmak izleri
vurulmuş kurdun gözlerinden bir hatıra
göçmen kederiyle ateş sürmüş
kavme kardeşe yurda
İsmail Karakurt
Fark etmedi deryayı mahiler Yavuz Bülent
Sana sunmuş sevdayı sakiler Yavuz Bülent
Türkçenin efendisi Allah’ın bendesiydi
Yunuslar Necatiler Bakiler Yavuz Bülent
Özgür Çoban
beni
beyaz bir saç teline gizle şitaye
ilk anne kokusu heyecanıyla
kalbimin kozasından dünyaya
diri dille koşsun Kafkas kelebekleri
Talat Özer
Fatih Okumuş Hece Taşları’nda
59. sayı ile karşımızda Hece Taşları. Yapacağım ilk paylaşım Tayyib Atmaca’nın Fatih Okumuş ile gerçekleştirdiği söyleşiden olacak. Derginin çok önemli köşelerinden oldu bu söyleşiler. Şiir üzerine konuşuyor Atmaca konukları ile.
“Şiirde ses önce geliyor benim kulağıma… Şiiri musiki olarak duyuyorum, sonra kelimelere koyuyorum. Ses ırmağını kelime kaplarına sığdırmaya çalışıyorum tabir caizse.
“Kelimeleri kovdum şiirimdem / Fakat anlamıyorsunuz diye beni / Affettim hepsini yeniden…”
Bir başka cihetten, hece ve aruz vezinleriyle şiir yazmayı mevcut bir besteye güfte yazmaya benzetirim, teşbihte hata olmaz… Serbest şiir ise söz ve müziği şairin kendi bedii zevkinden intişar eden yepyeni bir terennüm.”
“Günümüzde de halkımız gönlünü kelimelere döküyor, meramını şiirle ifade ediyor. Günün şiirinin dünün şiirinden farklı olması tabiidir; çünkü günün şairi de farklıdır. Zaman, harmanda esen rüzgâr gibi ucuzu, taklidi, çeri çöpü süpürecek, dipte biriken şiir yarına kalacaktır.”
“Şiir Hak vergisidir amenna, şair-i mâderzat olandır hakiki şair. Bununla birlikte şiirde meslekler ve meşrepler vardır. Şair kendisinden önceki şairleri ve şiir mesleklerini tanır; sonra doğal bir akış içinde kendi sesini bulur.
Hilmi Yavuz’un işaret ettiği üzere; bizim şiirimiz hem doğu hem batı geleneğine yaslanmaktadır; dolayısıyla bir Türk şairi hem doğuyu, hem batıyı bilecek ve hissedecek…”
“Dil ve kültür öyle yukarıdan aşağıya dizayn edilecek, formatlanacak oyuncaklar olarak görülmemeli. Kendi tabii mecrası içinde gelişmesine fırsat verilmelidir. Bu meyanda yeni nesillerin Arapça ve Farsça ile İngilizce ve Fransızcaya mümkünse eşit derecede aşinalığını temin etmek eğitimdeki somut hedeflerden biri olabilir. Latin harfleri asla terk edilmeksizin eskimez yazının, yani Osmanlı Türkçesinin de yaygın ve örgün eğitim içinde bir yeri olmalıdır.”
Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Yunus
Mustafa Özçelik, bir Yunus Emre kâşifi olarak Rıza Tevfik’ten bahsetmiş. Özçelik’in de bir Yunus aşığı olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkan keyifli yazıyı az çok tahmin edebiliriz.
“Rıza Tevfik, Yunus Emre konusuna Köprülü ile aynı yıllarda eğilen bir isimdir. Dolayısıyla verdiği bilgiler her ne kadar çok sağlıklı olmasa da Yunus Emre diye birinden söz etmesi, hakkında iki uzun makale neşretmesi o dönemin şartları içinde son derece önemlidir. Dahası, onun mezarının peşine düşmüş, Bursa’ya gitmiş ve Yunus Emre hakkında bir de şiir yazarak onunla kendi arasında “kalbî bir bağ” kurmaya da çalışmıştır. Hatta şiiri itibariyle bu metinlerin gerek teması gerekse biçimi yönünden Yunus’tan çokça beslenmiş, böylece Yunus Emre yolunda şiirler söyleyenlerin arasına o da katılmıştır.”
“Rıza Tevfik, bir felsefeci olması dolayısıyla Yunus’un daha çok felsefî yönüyle de ilgilenir, onu Vahdet-i vücut anlayışını dile getiren şiirlerinden dolayı “Panteist”, yahut “Nev-Eflatunî mezhebinden bir sûfî; “Bu tılsımı bağlayan cümle dili söyleyen Yere göğe sığmayan sığmış ol can içinde” şeklindeki coşkulu söyleyişleri itibariyle “Melâmî”, “Dört kitabın manası tamamdır bir “elif ”te “Bi” dedürmenüz bana ben bu yoldan azarım” gibi mısralarından dolayı “Hurufî”, “Bundan içerü haber işit aydalum ey yâr / Hakikatin kâfiri, şer’in evliyasıdır” gibi mısraları sebebiyle “Hint sufizminden itikatça farklı olmayan” bir Yunus Emre’dir.”
Hece Taşları’ndan şiirler
Kalbime pil koydular
Pil değil gül koydular
Nabzım sık düşer oldu
Duruma el koydular
Işıdı içim dışım
Nurlu kandil koydular
Cemal Kurnaz
Üç harf ve beş noktadır sinemdeki cümle dert
Halk içinde neş’eli yalnız hep giryândayım
Nedir bunca azâbın esrârı yâ İlâhî
Yâr yolu hiç düşmeyen ücrâ bir mekândayım
Ekrem Kaftan
Kendin kendinden uzağa gitmek için yola çıkma
Yunus mektebine yazıl sakın bir kez gönül yıkma
Sözün de boşluğu olur besmele çekmeden sıkma
İğneyle dokun tenine ele çuvaldızı sokma
Madem çekip gidiyorsun dönüp de gölgene bakma
Gök gürlesin şimşek çaksın sabret boz bulanık akma
Sen seni bildikten sonra nadanı kafana takma
Hem canını cananını dünya ateşiyle yakma
Hazır değilse tuvalin duvara çiviyi çakma
Aşk dersine iyi çalış kitabın yüzüne bakma
Tayyib Atmaca
Ülkem için seferdeyim kendim için yola çıkmam
Yolum cadde-i kübradır patika yollara bakmam
Zaten Yunus mektebinde kayıtlıyım gönül yıkmam
Benim şiirim incedir içine çuvaldız sokmam
Gölgem benim halefimdir vefa olur dönüp bakmam
Bazen adım anka olur bir divan mazmunuyum ben
Şeyh Galip’in yedi göbek sonraki torunuyum ben
Milletimin âşığıyım ülkemin mecnunuyum ben
Bilimin aydınlığında sanatın tutkunuyum ben
Sence de sevap olmaz mı ülkeme bir ışık yakmam
Tacettin Şimşek
Dur çekilir; kalk, davran asil bir hizadasın
Ayan beyan gören Hak; kıyamda rızadasın
Yıldızlı bin fecirde nurluca kandil leşker
Tütsek Allah’u Ekber sönsek Allah’u Ekber
Yalnızlık ve yarımlık nöbetçi fikrimizde
Yola düşmüş bir çift göz, bir koku zikrimizde
Yılmaz Yetiş
Mehmet Akif’e doğru yerden bakmak
Temmuz dergisinin 39. sayısını büyük bir beğeni ile okudum. Dergide öyle metinler vardı ki tekrar tekrar okunmayı gerektiren ve düşünce dünyamıza sağlam bir bakış açısı olarak eklenecek yazılardı bunlar. İlki Kenan Alpay’ın kaleme aldığı “Mehmet Akif, Milliyetçi Bir İdeolojinin Aparatı Olur mu?” başlıklı yazı. Bu yazıyı okurken Sezai Karakoç’un Mehmet Akif kitabındaki havayı hissettim. Alpay da bilinenin dışındaki Akif’i anlatıyor yazısında, milliyetçilik ve ideoloji penceresinden.
“Milli Mücadele döneminde de Cumhuriyet döneminde de Mustafa Kemal ile Mehmet Akif ayrı ideolojik kamplardaydılar, birbirlerinden farklı toplumsal ve siyasal hedeflere sahiptiler. Mehmet Akif bilindiği üzere 1. Meclis’te Ali Şükrü Bey, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Hüseyin Avni Ulaş gibi isimlerle birlikte II. Grup içerisinde hareket etmektedir. Mehmet Akif’in birlikte hareket ettiği II. Grup, Fransız Devrimi örneğindeki gibi radikal bir modernleşmeye, Tek Adam düzenine, devleti merkeze alan bir toplum mühendisliğine, askeri vesayete karşı çıkarak Mustafa Kemal’e muhalefet ediyorlardı. “
“Mehmet Akif’in şiirinde ve hayatında Türkçü ve Atatürkçü çizgi hiç olmamıştır. Zaten 1950’lerden sonra isimleri zorlamalar yoluyla birlikte anılır olmuştur. Unutulsun istense de 28 Aralık 1936’da yayınlanan Akif’in vefatı sıradan bir haber gibi kıyıda köşede iki satırlık yer bulabilmiştir ancak. Cenazesi ortada kalmıştır. Memurlar ve öğrencilerin cenazeye katılmaması için devlet katından yazılı ve sözlü emirler çıkarılmıştır. İslamcı yani dönemin hâkim söylemiyle ifade edecek olursak ‘gerici-yobaz, Arapsevici, ümmetçi’ şair Akif’in Beyazıt Camii’de bırakılan çıplak ve sahipsiz tabutunun nasıl Edirnekapı mezarlığına taşındığı üzerinde konuşmadan geçmek olur mu?”
Akif düşmanlığı
Ne yazık ki böyle bir durum var. Akif düşmanlığı bu topraklarda müzmin bir hastalık olarak varlığını sürdürüyor. Peren Birsaygılı Mut, yıllar öncesinin bir düşmanlığından bahsediyor. Tan gazetesinin 1938 yılında öncülük ettiği Akif düşmanlığını anlatıyor yazısında Mut. Hatta düşmanlığı daha ileriye götürüp bunu bir anket ile perçinleyen Tan gazetesinin sorusunu paylaşıyorum.
“Ediplerimiz ve gençlerimiz arasında bir anket açarak, Akif mevzusunu aydınlatmaya çalışıyoruz. Mesele şudur; Akif milliyetçi bir şair midir? Dinci bir şair midir? Kıymetleri olduğu gibi ölçelim ve vakalara hakiki kıymetlerini verelim. Her idealist adam, hürmete layıktır. Yalnız Akif, bugünkü neslin, inkılap neslinin şairi değildir. O ne milliyetçiliğe ne de inkılaba inanmıştır. O bizim idealimize inanmadığı için de bizim neslin şairi değildir.”
Ali Emre’den Sezai Karakoç yazısı
“Güneşin Doğduğu Yerden Battığı Yere Kadar Kahraman” diye tanımlıyor Sezai Karakoç’u Ali Emre. Temmuz dergisinde Karakoç’un “Çocukluğumuz” şiirinin tahlilini yapmış Emre. Elbette bir şiir tahlilinden çok öte tespitler var Karakoç üzerine. Şiir dünyası, çocuklara, mazlumlara bakışı ve daha birçok nokta ele alınmış yazıda.
“Çok farklı bileşenleri yetkinlikle bir araya getiren ilginç bir sinerjisi var bu şiirin. Olumlu ve gönderici hatırlamalarla başlayan şiir, anlam ve inanç dünyamızdaki eksikliklere, yırtıklara, boşluklara değe değe acıtıyor içimizi. Buruk bir gülümseme, acıya belenmiş bir sevinç, yarım kalmış bir yekinme, dostça bir hırpalama birlikte çıkıyor okuyucunun karşısına.”
“Genelleştirilebilecek bir algının yanı sıra, şiirin yazıldığı dönemde Asya ve Afrika’da yaşanan savaşlar, zulümler, katliamlar, çatışmalar akla getirilmelidir. Tarihin, geçmişin olduğu kadar şimdinin, o andaki yeryüzünün de bir Ali’ye ihtiyacı vardır. Sezai Karakoç, o dönemde çeşitli savaşımlarda yer alan ve ismi parlatılan kişilerin ötesine geçerek, gerçek kurtuluş ve adaleti kendi inanç sistemine bağlamakta ve bunu yaparken de bütün yeryüzünün Ali gibi kahraman ve âdil insanlara ihtiyaç duyduğunu ima etmektedir: Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü / Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman”
“Sezai Karakoç, aslında ‘Çocukluğumuz’ şiirindeki sesin, özlemin, umudun, munisliğin adamıdır.”
Temmuz’da altı çizilecek satırlar
Murat Güzel’in Şiir Okuma Günlüğü, Murat Koç’un Türk Edebiyatının Batılılaşma Serüveni, Mustafa Bostan’ın Ahmet Rasim ve Kurmaca Eserleri adlı yazılar altı çizilerek okunacak ve dergilerde sık görmeyi arzuladığımız yazılardan.
İlker Doğan’dan monolog tadında başkaldırı
“Bizimle Çalışmak İster misiniz?” isimli yazısı ile Temmuz’da İlker Doğan. Bir monolog tadında sorgulayıcı ifadelerin sıklıkla kullanıldığı bir öykü bu. Ülke gündemi, mazlumlar, kapitalizmin üzerimize bulaşan kirleri ve kaybolan insan yanımız arz-ı endam ediyor karşımızda.
“Kapitalizmle kucak kucağa yaşamak zorunda kalmayanlar bilmez onun ne demek olduğunu. Öyle slogan atarlar ama gel kardeşim, kapitalizmin sarsılması için bir şeyler yap dediğin zaman sağır taklidi yapar. Hamburger yemeyi bırak desen ağır gelir; cebindeki parayı boş yere harcama desen duramaz; plastik şişe sulardan alma dersin, yanımda damacana mı taşıyayım der; tatil günlerinde alışveriş yapma dersin, dediğinle kalırsın…”
“Hee, sorunuza geleyim tekrar. Bizimle çalışmak ister misiniz diye sormuşsunuz. Hayır. Vazgeçtim, sizinle çalışmak istemem. Yok, sömürülen insanlar kervanından çıkalı çok oldu, bir daha da girmek istemiyorum. Eğer beni sömürmeyeceğinize en başından ikna edip bunu da belgelerseniz, o takdirde sizinle çalışabilirim.”
Zeynep Yıldırım’a teşekkürler
Temmuz dergisinde Zeynep Yıldırım, Dünya Telaşı kitabım hakkında bir yazı kaleme almış; “Şairin Telaşı Dünyaya Dair.” Kitabı çok iyi özümsemiş Yıldırım. Önemli tespitleri var. Şiirlere dair özgün yorumlar yapmış. Dergilerde şiirleriyle yer alan Zeynep Yıldırım’ın şiir üzerine düşünmesi, kitap tahlili yapması çok değerli bir emek. Bunlar, onun şairliğine de katkı sağlayacak çalışmalar.
Yazısından dolayı Yıldırım’a teşekkür ediyorum. Karşısına hep güzel telaşların çıkmasını diliyorum.
Temmuz’dan şiirler
ve habersiz çekmiştim
bendeki resimlerini babamın
yüzüme bakmıyor hiçbirinde
bu nedenle
kayıtlara böyle
girsin isterim
şiirdir en iyi anladığım
Bu hayatta
Tunay Özer
Kendini güzelleştir kendine iyilik yap
Şehrin iki yakası belli ki çarşı pazar
Kendine bakıyorsun kalabalıklar içinde
Herkesle bakışlısın yapayalnız biraz da.
Nurettin Durman
Yürü! Saatin sarkacında atlar suya durmuşken
Duru bir suya çırpınan karanlığa alışıyor bakış
Sazlıklarda dillenip çatallanıyor asfalt
Ne iyi ettiniz de ürkütmeden kuşları yuvalarından…,
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Durmadılar durmayacaklar kanlı ayaklar
İfrit elidir tetikledikçe sabahlarımız kanar
Rabbim! Bir yıldız ödünç ver gözlerimize
Yeşil kuşlar yollayalım Kudüs’ten Keşmir’e
Necati Atilla Soykan