Hayallerin ve resimlerin paramparça olduğunu fısıldıyordu kulağıma; Üsküdar’dan kalkmak üzere olan vapur. Gözlerim uzaklara dalmaktaydı. Vapurun dolandığı dünya; malla ve mülkle kandırmaktaydı yine, fısıltıya göre.
‘Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi’ dendiğini öğrenmiştim çocukluğumda. Yunus Emre’nin bu sözü; izlediğim ilk çizgifilmde ismi ‘Emre’ olan bir çocuğa söylenmekteydi. O zamanlar dvd veya cd yoktu. Kaset denen bir kavram vardı hayatımızda. Çizgi filmler de video kasetten izlenirdi. Video kasetleri oynatan bir cihaz vardı evimizde. Teknoloji şu anki kadar gelişmemişti. Video kaset izlenip bittiğinde bir başka cihaza daha takılırdı. Bu cihazın görevi kaseti başa sarmaktı.
Yaklaşık 5 sene içinde bilgisayarlar ilkokul öğrencilerinin masalarını süslemeye başlayınca, video kasetlerin modası (!) geçmiş disketler ve cd’ler kullanılmaya başlamıştı.
Aklımdan çocukluğumdan kalma bir cd ismi daha geçmekteydi, Üsküdar vapuruyla yolculuğumuz başladığında: Mamutlar Dünyası’na Yolculuk.
Aklı kalbinde mimarlar lazımdı ya şehre; Nazif Gürdoğan’da kızı Selva’nın aklı kalbinde bir mimar olabilmesi adına elinden gelen çabayı göstermişti. Başörtüsü yasağı sorunu sebebiyle İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bırakmak durumunda kalan Selva, Londra’da tamamlamıştı eğitimini.
Vapur Eminönü’ne doğru yol alırken sağ tarafta görülen binaların ardında bir iş hanında 100 metrekarelik bir mimarlık ofisi vardı. Kompleksleri, kapıdan girerken bedenlerinden soy(un)muş insanlardan biri olan Selva Gürdoğan Thomsen; Superpool’u eşiyle beraber kurmuştu.
Dimağıma dolanan karmaşayı fark edişiyle, bir sonraki gün vereceği tavsiyeye uymak için küçük adımlar atmak üzereydim. Gözlerimin daldığı uzaklara ‘şehir plancısı’ sıfatı ile yardım götürebilmek için önce kendimi yetiştirmeliydim. Uzaklar ister sade ‘inanan’ olsun, isterse ‘açlıktan ve susuzluk’ ölecek durumda olan mazlumlar olsun, tavsiyenin niteliği değişmeyecekti.
Bir hafta önce çocukluğumda bana icat yapmayı öğreten amcayı bulmuştum. Cd’ye bir kitap kaynaklık etmişti ve orjinal adı ‘The Way Things Work’ idi. Mamutlarla arkadaşlık kuran amca ise David Macaulay idi.
Müzik susmuş, vapur durmuştu. Fısıltılar yanılmıyordu. Hayaller ve resimler birer puzzle parçası idi ve tekrar birleştirilmek için ayrılmıştı. İnmek üzere koltuktan kalktığım sırada, karşımdaki koltukta ‘The New York Times’ gazetesinden bir dal uzandığının farkına varmıştım. Gözüme takılan ilk şey Macaulay soyadı oldu. Yazarın adı Alastair Macaulay idi ve belki David Macaulay ile bir akrabalığı olabilirdi.
Bir sonraki gün gazete ile beraber okul kütüphanesine gidip Macaulay soyadını arama kısmına yazdım. Bir mimarlık fakültesi kütüphanesinde, bir öğretmen- mimarın şehirle ilgili ve camiyle ilgili kitapları vardı ve ben kendisi ile büyümüştüm. Ayrıca kitap Mehmet Ali Özkan tarafından 2010 yılının sonunda Türkçeye çevrilip, Kaknüs yayınlarından çıkmıştı.
Şimdi elimde Constantinopolis’le ilgili olduğunu düşündüğüm, Macaulay tarafından hazırlanmış olan, şehre dair bir videokaset daha bulunmakta.
Puzzle, ben çocukken bozulmuştu. Resimler ve hayaller; doğru zamanlarda, doğru yerlerden toplanıp, doğru şekilde birleştirildiğinde, hiçbir şey tesadüf değildi.
F. Betül Demirel yazdı