Nablûsî'nin şahsiyetine ait en temsil edici olan şeyleri belirterek başlamak istiyorum söze; ama onun engin edebiyat, fıkıh ve tasavvuf kültüründen mi ya da yazıları ve şiirlerinin çokluğundan mı? Rüya tabirlerindeki derin ilminden mi? Veyahut onun saygı uyandıran huzuru, asaleti ve zerafetinden mi? Bütün açıklığıyla, hem veli ismine layık olmak hem de istisnasız bütün halk tabakalarından saygı görmek için tüm bu vasıfları toplamak gerektiği konusunda hemfikirsek, onun sadece birkaç vasfını öne çıkarmanın doğru olmayacağı, dolayısıyla onun çok yönlülüğünü ele almanın doğru olacağı kanaatindeyim.
Otuz ilimde söz sahibi
Şeyh Abdulgânî'nin etkisi, şahsiyetiyle aynı ölçüdedir. Üstad olarak kabul edilen Nablûsî'nin çevresi, bütün toplum tabakalarını temsil eden bir dostlar ve müritler halkası ile çevrilmiştir. Kendisine en yakın ve en tanınmış müritlerin bir listesini yapan torunu Kemaleddin el-Gazzî, ondan icazet alanların ya da derslerine katılanların hepsini saymanın imkânsız olduğunu hatırlatmaktadır. İcazet alanlar arasında -ki bunların sayısı 200 kadardır- tarihçiler, fakihler, şairler, müzisyenler, siyaset adamları ya da sade hayranları bulunmaktadır. Nablûsî'nin birkaç ana disipline sokulabilecek otuz kadar mevzuyu kapsayan verdiği dersler arasında Kur'an ilimleri, hadis, kelam, İslam hukuku, tasavvuf, Arap dili ve edebiyatı, şiir ve belagat, hendese ve mantık, tarih ve Arap şeceresi gibi konular da vardı. Ayrıca hat sanatındaki kabiliyetini (zira çok güzel bir yazısı vardı) ve bildiği yabancı dilleri de unutmamak gerekir.
Nablûsî'nin halveti esnasındaki belli başlı meşguliyetleri tefekkür, tasavvuf eğilimli birçok eserin kaleme alınması ve istisnai bir çile ve riyazetle bir velilik idealinin gerçekleştirilmesi olmuştur. Yazılarında ele alınan konuların çeşitliliğine rağmen (münzevîlik ve ahlak, rüya tabirleri, Hz. Peygamber’in sünneti) külliyatının genel eğilimi, tasavvuf ve daha özel olarak da Vahdet-i Vücud nazariyesi üzerinde toplanmıştır.
İbn Arabî’yi rüyasında görmesini nasıl yorumladı?
İnzivasının başlangıcından iki hafta sonra, ilim âleminde sesi çoktan duyulan Nablûsî, tasavvufi değeri olan, geleceğe ait birtakım haberler ihtiva eden rüyalarını kaleme almaya başlar ve vefatından 10 yıl kadar önce, aralarındaki beş asırlık bir zaman farklılığına rağmen manevi bağlarının düşünebildiğimizden çok daha derin olduğu İbn Arabî’yi müjdeleyici bir rüyada görür.
Bu rüyada İsmail ve annesi -Nablûsî'nin oğlu ve eski eşi- ile oturan İbn Arabî, kendisini İbn Arabî’nin öz oğlu gibi gören Nablusi'yi kabul eder. Kahvaltı (futur) yemeklerden, (ekmek ile susam ve kekik karışımı bir yemek) meydana geliyordu. Bu rüyada Nablusi'nin dikkatini çeken hususlar, bir taraftan futur kelimesi ve bu kelimeden hareketle, aynı kökten bir başka kelime olan 'fıtrat' yani "yaratılıştan varolan şey", "Allah'ın bütün insanlara verdiği müşterek hisse" kelimesine atıfta bulunan bir yorumlama yapmasıdır. Diğer taraftan ise, kendisini İbn Arabî’nin oğlu olarak görmüş olmasıdır.
280'e ulaşan eseri ile özellikle tanınması gerekli bir cevherdir İmam-ı Nablûsî. Bütün tarihçiler Nablûsî'nin ömrünün sonunda büyük bir şöhret ve itibar kazandığı, Kudüs'te, Kahire'de, Medine'de veya Mekke'de büyük saygı gördüğünü belirtme hususunda hemfikirdirler. Onun gittiği her yerde bütün köy ve kasabalarda, on kadar yoldaşıyla birlikte, resmî makamlardan ve halktan gördüğü sıcak ilgi ve ihtişama insan hayret ediyor. Ömrünün son günlerine kadar bedenî ve zihnî melekelerinde hiçbir eksilme olmayan Nablûsî'ye bu durum, öğretme, okuma ve durmadan yazma imkânı vermiş.
Hikâyesini nasıl anlattı kendisi?
Şeyh Abdülgânî, 1143 yılı Şaban ayının onaltısında, yani 1731 Şubat'ın yirmi dördünde hastalanmış; bundan bir hafta sonra 24 Şaban 1143'te vefat etmiş ve ertesi gün defnedilmiş. O gün bütün Şam şehri yasa bürünmüş.
Onun hayatını okuyan her insanda, Abdulgânî'nin yolunun daha önceden çizilmiş olduğu intibasının uyanacağından ve bu yolda ilerlemek işinin onun için adeta kaçınılmaz olduğu fikrinin düşünüleceğinden hiç şüphem yok. İnsan aşkı adına mücadelesi, onu ‘aşk’ ile karşılaşmaya götüren bu değerli âlimin hikâyesini bizzat onun kendi cümleleriyle bitirirken önce kendi nefsimin, sonra siz değerli okuyucuların bu değerli zattan ve eserlerinden istifade etmesini umuyorum: "Üzerimde ayımın ve güneşimin doğduğu gün, kendi öz benliğimin görüntüsünün bana ilham ettiği aşk olmaksızın, ne bazı insanlardan usanır, ne hemcinslerimden kaçar, ne inzivaya çekilir, ne de halin ve mazinin zincirlerine tahammül ederdim. İşte benim hikâyemin sonu budur.
Ebru Keskin haber verdi