Üslup, nizam bir tarafa, geçmiş medeniyetin bakiyesine sığındığımız biricik liman olarak musikimiz, defteri dürülmüş lirik bir gönül haritası olarak taş plaklarda sükun halini sürdürüyor. Özellikle Mızıka-i Bando’nun İstanbul’a teşrif edip boğazı Avrupa kırması bir hasret nazarıyla temaşa eylemesinden sonra, bu fasıl bitmez bir akardeon masalına büründü. Hâlihazırda ceddim musikişinas Sultan Selim-i Sâlis’in icra eylediği büyülü nefesler, kudüm, cura ve tanbur eşliğinde meşk eylerken mızıkanın saray kesafetine tahammülü ne kadar sürecekti, doğrusu pek müşkil bir soru idi. Bu sorunun bendenizi götüreceği icracı tamı tamına Osmanlının gölgesinde kaltebanlığa meyilli Ermeni, Rum, Yahudi tabiatı değil, bilakis varlığına medyun-u şükran olduğu asli vatan parçasını peşkeş çeken dönme zihniyettir. Fakat bu parçanın musiki mevzusu pek netamelidir ve kayıt düşmek gerekirse medeniyet bahsinin pek kurnaz garb klasiğidir vesselam. Zira Sultan Selim-i Sâlisin’in vefatı esnasında hırkasının cebinde Nevres-i Kadîm'in: “Kendi elimle yâre açıp verdiğim kalem /  Fetva-yı hûn-i nâhakımı yazdı iptidâ” beytinin yazılı olduğu ahterli bir kâğıdın çıkmış olması kuvvetle muhtemel padişahın yüzünü çevirdiği afakın kast-ı mahsusa olmadığını cümle âleme ilan eylemektedir.

Kayıp bestelerin ülkesi

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin musiki babında dile getirdiği pek asude mısralardan anladığımız odur ki, ruhumuzda titreşen iki dünya perdesine gerilmiş hayat, klasik nazarları her daim yüklenme zahmetine duçar olacaktır: “Mûsıkî hikmete dâir fendir / Bilene bilmeyene rûşendir / Nice esrârı var idrâk idecek / Yer gelür sîneleri çâk idecek” Kaltebanlığa meyilli olmayan Ermeni, Rum, Yahudi üçgeninden neşet edecek ve dehrin sancısını seslerle terennüm eyleyen sufi takımı, musiki bağlamında önemli kahramanlar irad eylemişler, doğrudur. Zira bestelenmiş eserin aktarımına dair en önemli belge hıfzedilmiş bellek olarak insandır ki, ‘meşk’ olan gönüllerin sefası evvelemir zikredilen milletler vasıtasıyla kabul görmüştür. Bununla birlikte, Itri’nin, Dede Efendi’nin kayıp bestelerinin varlığına dair ayrıntı kelebeği nerelere uçmuştur, bilinmez. Kültür dokusuna esaslı bir kalıp arayanların bu kapıdan girmeleri hususunda kutsayıcı bir fetvaya rastlamamış olsam dahi, Osmanlının musiki sahnesi için biçtiği kaftan kayıp belleklerde unutulup gitmiştir. Her ne kadar resmi sıfatların gölgeliğine sinmiş terennüm fasılası bir dönem anaç gövdesiyle bir dergâh bulmuşsa da gövdesine zerk edilmiş esas vazifeyi sivil anlayışta ifa eylemiştir. Bu kadar kara kabak, karabatak arasında sıkışmış bir fen ameliyesi içinde musiki, tercihen reyini önce Topkapı Sarayı, sonrasında ise paşaların, vezirlerin, kadıların konakları aşkına kullanmıştır.

Sesin parlak imparatorluğu

Gelenek ile klasik form arasında bağrı yanık bir derviş gibi İstanbul başta olmak üzere, Anadolu ve Balkanlar’ı bir baştan bir başa ‘meşk’ eden sanatkârlar elinde Türk musikisi, vardığı menzil açısından bir yol ayrımında bulunduğunu neden çok sonra anlayıvermiştir. Zira uhrevi miskinliğe kapıların kapandığı ve fakat meşhur Lale Devrinin dünyalık ‘an’a perdelerini açtığı zamanlar, felsefenin ve Avrupai yaşam tarzının dayatma halinde hissedildiği erken dönem Osmanlı aydınlanması öncesinde yekpare vuruş artık tütsüler yakmaktan vazgeçmiştir. Hususen, dünyalık tadlar zihnin kalbe dokunan lirik anılarını musikiye dokumuştur denilebilir. Klasik dönem sanatçılarını bu mahur duygunun kesif ortamına çeken esas olgu ise eşya ile bütünleşmek arzusunun ‘ses’te karar kılınmasından mütevellit bir ahiret arayışıdır. Öyle ki, Cinuçen Tanrıkorur üstadımızın ifadesiyle, ‘en yalın ezgilerle zaman ötesini anlatan, derinliğiyle insanı sonsuza kanatlandıran bir müzik’tir.

Batının hayran kaldığı musiki

Meselenin duygu nazarı şöyle dursun, ‘Osmanlı musikisi’ bünyesinde barındırdığı engin hoşgörü denizinde biriken katrelerle geniş bir repertuar oluştururken kaynağına yabancı bir ses, tını güzelliğini asla dışlamayarak zirveleri kendisine hayran bırakmıştır. Bu hayranlık hayatın bütününe sinmiş, hayatı letafet yüklü billûr duygular ameliyesine çekmeyi ustalıkla başarmıştır. Zira alla turca olan her şey, batı müziğine Türk nefesini tüm yakıcılığıyla üflerken Mozart, Beethoven, Gluck ve Haydn’ın ‘Türk operası’ salgınına yakalanmış olmaları kimseye şaşırtıcı gelmeyecekti. Aynı şekilde, çağrısına yüzbinlerin koşarak icabet ettiği filozof Mevlana’nın sistemleştirdiği ve bugün mevleviliği resmi makamlar nazarında kabule hasreden yegane unsur, elbette musikiden başka bir şey değildir. Çünkü bu süreçte ‘mevlevi ayinleri, sadece bestekârlık kabiliyetinin en yüksek ifade ve isbat vasıtası değil, aynı zamanda makam, usul, geçki, prozodi, ses ve saz icracılığı konularında da, ilgilisi ile adeta konuşan bir öğretmen gibidir.’

Bir zamanlar okuduğunuz yazının naşiri de bağlama sevdasına tutulmuştu da tez kızaran güllere yüz çevirip vaktini harcamaktan son anda verdiği kararla kurtulmuştu. Aylarca devam ettiği bir tanbur belasını savuşturup kaval-flüt karışımı bir sesin büyüsüne kapıldığını anladığın da ise gençlik çoktan veda etmişti fakire. Bunlar bir tarafa, meseleyi Tanburi Cemil Bey’in, asrın son vedasını sunan büyük dehanın kalitesine getirmek niyetindeyim.

Osmanlı musikisinin son zirvesi

Osmanlının musiki sanatında son zirve olarak gördüğü Tanburî Cemil Bey, oğlu Mesud Cemil’in ifadesiyle, “Tanburî Cemil kimdir? Bizim için manası nedir? Yaşadığı devirde, o zamanki yüksek cemiyetin ve bütün imparatorluk içindeki sanatsever halkın bir ‘Orfeon’ gibi bağlandığı bu sanatkârın ölümünden sonraki yazılar, onu nev'i şahsına münhasır bir virtüöz olarak vasıflandırır. Tanburî Cemil'in, eline aldığı herhangi bir tahta parçasından bile güzel sesler çıkartacak derecede doğuştan virtüöz olduğu şüphesiz ise de, şahsiyetinin tahlilinde o eski Türk musikisi’ne en yüksek ifade tarzını veren, bu mûsikîye yeni bir uslûb getiren yaratıcı bestekar tarafıdır. Bu yaratıcı bestekâr tarafının eşsiz örnekleri de ne meşhur peşrev ve saz semaileri, ne de mahdut bir kaç şarkısı değil, belki romantik ruhunun kalıp halindeki ölçülerinden, zamanımızdaki en modern musiki anlayışlarına pek uygun olarak kurtulabildiği taksimleridir. Avrupa'da musikinin bugünkünden daha az mantıklı ve hesaplı olduğu, musikişinasların bestekârlıkla virtüözlüğü nefislerinde birleştirdikleri mesud devirlerde, Org ve Klavsen'lerin başında yapılan ve bugün için ebediyen kaybolup giden improvizasyon şeklindeki besteleri düşünürsek, Cemil'in Taksim bestelerini zapteden şu alelade siyah plâkları kasalar içinde saklamak icabeder.” diyerek uğurladığı babası için kaderin elim cilvesine erken yaşta rıza göstermek durumunda kalmıştır.  Tuhaftır, bütün ömrü boyunca yaşadığı duyguları, gönlünden taşan raksla ilham sancısını bertaraf edecek bir yol arayışı hiç bitmeyen Cemil Bey, eline aldığı her mûsikî aletinde bir daha kolay kolay kimsenin erişemeyeceği bir zirveye çıktığında, vakit tamam olmuş, ‘kırk üç yıllık kısa ömrü ve yirmi beş yıllık sanat hayatı boyunca içini dökecek, hissettiğini söyletecek bir araç aramaktan hiç bıkmamıştır.’ Neydi büyük üstadı böylesi içli fasılalar halinde durmaksızın arayışa iten? Batmakta olan bir imparatorluğun bakiyesi için çıldırırcasına besteler yapıp gözünün gördüğü bütün musiki aletlerini en üst düzey ustalıkla çaldığı halde bir türlü uslanmayan, doymayan bu iştihanın kaynağında duran şey acaba neydi?

Tanburi Cemil kitabı

Oğlu Mesud Cemil’in, üstadın ölümünden sonra kaleme aldığı, Tanburî Cemil’in Hayatı isimli kitaptan öğrendiğimiz odur ki, o zamanlar imparatorluğun payitahtı olan İstanbul, üç kıtayı saran hudut bölgelerinin her tarafından gelen, her cins halkla dolu olduğu için folklor bakımından çok zengin bir şehirdir. Tanburî Cemil'in o zamanlar gittiği konaklarda birden bire ortadan kaybolduğu, arandığı zaman mutfak dairesinde aşçıbaşından saz dinlerken bulunduğu, sokakları dolduran her cins dilencinin peşinden giderek okudukları melodileri Hamparsum notası ile zapt ettiği, tütün kaçakçıları, çobanlar, arabacılar, kayıkçılar, askerlerle düşüp kalkarak onlardan halk musikimizin özünü tattığı, hayatının hikâyelerine karışan en dikkati çeken hadiselerdir. Halk sazını tanıyan, halktan bir sanatkar gibi, halk musiki'sine mahsus uslûb ve teknikle çalan Cemil, bir gün Rami isimli köy kahvesinde duvarda asılı sazı görmüş, kahveciden izin olarak çalmağa başlayınca, kahveci: “Efendi, ben gayrı bu sazı elime almam al senin olsun, al götür” dediği rivayet edilmektedir.

   

Reşit Güngör Kalkan yazdı