Onu tanıdım tanıyalı hep bir devrimci olarak var oldu. Eziyetler çekti, hapislerde yattı lakin fikrinden, inancından bir şey yitirmedi. Hapishanede hastalandı ama hep dik durdu, baş eğmedi. Söyleyeceklerini Mehmet Akifvâri dosdoğru söyledi. Sözcüklerini inceltmedi, eğip bükmedi. Böyle tanıdım Bünyamin Doğruer adlı şair ve yazarımızı. Günümüzde adeta kaçınılan, yok sayılan bir kavram olan ‘İslamcılık’ı hiç çekincesiz olarak benimsedi ve hâlâ benimsemekte. Çok az şairin ‘İslamcı’ olarak tanımlandığı şairlerdendir kendileri. “Siperlerimi kaybetmedim. Devrimci olarak direnişe devam” diyen Bünyamin Doğruer bizi kırmadı ve kendini açık yüreklilikle anlattı:
Ve şiir gibi bir hayatın içinde buldum kendimi
Yazı hayatım, olayları, eşyayı, insanları, lehinde ve aleyhinde olan işleri keşfettiğim, aklettiğim vakit başladı. Ve şiir gibi bir hayatın içinde buldum kendimi. Doğallığın, sadeliğin ihtişamı içinde… Her şeyin içten ve samimi; ama her şeyin, arkadaşlığın, dostluğun, paylaşmanın, sevginin, aşkın, nefretin yerli yerinde olduğu bir ortam… Ve ben güzelliğin peşindeydim. Ortaokul sıralarında, düşüncelerimi ve duygularımı etkileyen, tetikleyen ne varsa düzenli şekilde günlüklerime, oradan okul panosuna yazmaya başladım. İçimdeki güzelliği şiir ve denemeler geliştirdi. 0–12 yaşlarında çocukça bir ruha sahibim elbette. Bu ruhumun, duygusallığımın dışa yansımasını o güzelim kelimelerin yağmurlarıyla ispat etmeye çalıştım. Yazdığım şiir ve denemelerimde sevinç gözyaşlarıyla kelimeleri süsledim. Sonra fakülte hayatımın ilk yılları, yani 1979–1980 öğretim yılında Türkiye’de Yarın gazetesinde kültür-edebiyat sayfasında yazmaya devam ettim. Sonra aylık düşünce, sanat dergilerinde ürünlerimi yayımladım. O arada şiirin yanında öykü denemelerim de olmuştu. Örneğin “Uzat Ellerini”, “Onuncu Kat ve Feryat”,”Yağmur Yağıyordu” adlı öykülerim bunlardan bazıları.
Onun hitabeti ve heybeti beni büyülemişti
Öncelikle edebiyat öğretmenlerim ve dışarıda, kendini bir davaya vakfetmiş ağabeylerim bana edebiyatı ve okumayı sevdirdiler. Yazıyla tanıştırdılar. Sonra, özellikle ‘80 öncesi, siyasî çalkantılı yıllarda lise dönemimizde MTTB ve Akıncılar’a giderdim. Ve orada görev ve sorumluluklarımı aktif bir şekilde yerine getirirdim. Kendi çapımızda seminerler ve sohbetler yapardık. Rahmetli Necip Fazıl Üstadımız sık sık Kayseri’ye konferansa gelir ve biz hiç kaçırmazdık. Beni hakikaten büyülemişti onun hitabeti ve heybeti. Kendi kendime, ‘olacaksam böyle olmalıyım’ demiştim. Bilmem olduk mu? Olabilecek miyim? İnşallah oluş yolunda devam ediyorum. Azim, sabır ve kararlılıkla… Siperlerimi kaybetmedim. Devrimci olarak direnişe devam…
İlk okuduğum kitap ve dergiler
Çile’den “Sakarya Türküsü”, “Zindandan Mehmed’e Mektup”, “Kaldırımlar”. Safahat’tan “Çanakkale Şehitleri’ne”… Sezai Karakoç’tan “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” ve teksir olarak basılıp bize verilen “Mona Rosa” şiiri. Kitaplardan Tanpınar’ın Huzur’u, Karakoç ve Necip Fazıl’ın bütün kitapları, Dostoyevski’nin Budala isimli kitabı, Balzac’ın Tılsımlı Deri’si, Max Gollo’nun İnsanlar Aynı Gün Doğar isimli romanını hatırlıyorum. Dergilerden Aylık Dergi, Mavera, Hicret; gazetelerden Yeni Devir okurdum.
İlk şiirim yayınlandığında kendime güvenim arttı
Yayınlanan ilk şiirimle kendime olan güvenim artarak çoğaldı yazı hayatımda. Tabii ki ilk şiirim yayımlandığında, bir annenin doğum sonrasında meydana getirdiği evlat sevinci ne ise aynı sevinci yaşadım. Yüreğimin derinliklerinde müthiş bir heyecan duydum. Havaya girdim. ‘Söyleyeceklerim yeni başlıyor’ dedim. Hem çağa karşı, hem insanlığa. Umutlarım, sevdalarım, aşklarım adeta sessiz kıyıların çığlıkları gibi coşmaya başladı. Artık yazım, şiirim kabul gördü ya, ‘zamanın kalbine dokunmaya yeni başlayacağım’ dedim. Ve zulme başkaldırmaya, talan etmeye, rahatsız etmeye, kalbimdeki isyan kokusunu kelimelere dökmek için şiirin damarına girmiştim. Müthiş keyif veriyor ve alabildiğince de hüzünleniyordum. Ondan sonra hüzün yakamı bırakmadı. Zaten bir kavganın içinden, böyle bir gelenekten geliyordum. Mesajımı şiirime, yazıma yükledim. Hüzünle el ele vererek yoluma devam ediyorum.
Çocuk olmak harika: Bir güzellik hamurunda yoğrulduğumu unutmam
Çocukluğumun bir kısmını bozkır Anadolu’nun bir köyünde ilkokul 4. sınıfa kadar, sonra Kayseri şehir merkezine göç etmemiz sebebiyle kalan kısmını orada tamamladım. Bir güzellik hamurunda yoğrulduğumu unutmam. Göklerinde yıldızların olduğu, cırcır böceklerinin öttüğü, gecelerinin asude genişliğinde büyüdüm. Rahmetli annemin demesine bakılırsa çocukken çok yakışıklıymışım ve bana nazar değmiş, daha beşikte iken at arabasıyla kazaya, doktora götürmüşler ve onlarca iğne vermişler, hepsini vurmuşlar. Yani anamdan emdiğim süt burnumdan gelmiş kısacası. Hayat sıkıntılı ve acılı başlamış. Sonraları saf ve kirlenmemiş düşler görmeye başladım.
Her zaman neşeli yanlarımızla akardık çağlayan gibi, derelerde, tepelerde, uçurtma uçurur, çelik çomak oynar, köy bakkalı Omukoç ve Karadayı lakaplı bakkallardan, götürdüğüm buğday karşılığında aldığım bisküvi ve lokumları yemenin lezzetini hiç unutamam. Evimizde gaz lambası yanar. Büyük tahta radyomuzdan ajanslar dinlenir. Arkasından Nuri Sesigüzel, Bedia Akartürk türküleri çalardı. Çok iyi hatırlıyorum, bir de ‘arkası yarın’lara bayılıyordum. Onu dinlerken kendimi bir tiyatrodaymış gibi hissediyordum. Rahmetli amcam ajansları hiç kaçırmaz. Bizlere şu İsrail ne yapıyor? Ah şu Araplar yok mu? Bir avuç Yahudi’yle baş edemiyor, ahh diye içlenirdi. Taa o zamandan beri iyi bir siyonist düşmanı oldum. Siyonistlerden nefret eder hale geldim. Bu benim şuur altıma yerleşti.
Bizler caminin çocukları olarak büyüdük
İlkokulun ilk yılları Mahir Hocamı unutmam. Elimize verdiği Ömer Seyfettin serileri gibi ufak kitapçıklar okurduk. Bir seferinde, ilkokulun birinci sınıfında, sayıları öğrenmek için fasulye sayarken hocamız bayılmıştı. Biz o korku içinde sıraları devirerek dışarı kaçmıştık. Önlüğümüzün cebinde dağlardan topladığımız alıç ve kavrulmuş buğday olan çedene ile karıştırılmış yöresel (kavurga) hiç eksik olmazdı. Piknik yaptığımızda en mükemmel yemeğimiz yufka ekmek, pişmiş yumurta, yeşil soğan, maydanoz ile dürüm yapıp yerdik. Akşamları saklambaç oynardık, çığlıklarımız adeta mehtabı çınlatırdı. Yazları hasat zamanı harmana gider, düven sürer; buğdayları ve samanları at arabasıyla büyük bir zevkle eve getirirdik. Akşamları, haftada birkaç kere, ilçeye yazlık sinemaya otobüs kalkardı. İlk sinemayla, Cüneyt Arkın’ın bir filmini seyrederek tanışmıştım. Köy odamız vardı. Büyüklerimiz burada toplanır, sohbet ederdi. Köyün camisini çok severdim. Minareye çıkar, duaları ezberler, namazlarda cemaate katılmak büyük bir zevk verirdi. Hatta ezberlerimin çoğunu hocanın okuduğu sureleri dinleye dinleye ezberlemiştim. Yani bizler caminin çocukları olarak büyüdük. Kayseri’ye göç ettiğimizde tatillerde su ve çekirdek satarak harçlığımı çıkartıyordum. Bu harçlıkları biriktirip kitaplar alıp okuyordum. Bazen de sinemaya gidiyordum. Aynı zamanda Uzakdoğu sporlarından birine de başlamıştım. Siyasî dönemin kargaşası içerisinde korkulara meydan okuyan bir çocukluk ve gençlik geçirdim. Biraz uzun ama, bu çocukluğumun bir yanını, yavaş yavaş delikanlı dönemimi, 70-80’li yıllarda siyasî zemindeki kavgalarımı, davamı, mücadelemi ifade eden bölümünü şiir tadında özetleyeyim size:
Dağlarda koşarak
Türkü söyleyerek
Gezinerek kırlarda
Ve karşı koymak için dünyaya
Büyüdüm
Hiçbir şeye aldırmadan
Çamurdan arabalar yapıyor
İçine kendimi yüklüyordum
Bir ırmak gibi yaşıyor
Bakır renkli toprağın tozunu dumana katıyordum
Ağzımda çerçiden aldığım leblebi tozu
Bir cebimde kavurga
Bir cebimde kırmızı alıç
Annemin yüzü bıçak sırtı
Babamın avuçlarında pulluk izleri
Karaydı babamın gözleri
Bir gün yüreğiyle karar verdi
Ver elini Kayseri
Saymazsam bir kış günü sırtıma geçirdiğim kefeni
Kayseri Erciyes demekti
Suyu havası
İçin için yanan sesi
Şehrin yorgun sokaklarında dolaşırken
Genç bedenime acılar karıştırdım
Lise yıllarım boykotlar, polisler, çatışmalar
Defterimin arasında gül kurursu yoktu
Sırtımda parkam taze kanla semiren günler
Kundaklanmış mevsimler
Yanımda vurulup düşen şehitler
O içli, o hüzünlü, o anlamlı günler
Geride kaldı
Bana kalan kimlikli kavgalarım
Kırık camları dünyanın
Ölüme alışmışlığım
Titrek bir sesle boğulmuş hayat
Ve toprağın korkunç öfkesi
Mevsim bahar
Nehirler akıyor müthiş bir aşk ile
Devrimciyim
İşim güneşi tutuşturup ebemkuşağı çıkarmaktı
Dağlar fecri benimle beraber içerdi
Hep okuduğum şahadet kavga kokan şiirlerdi
İnsanlar ağlamasın diye
Bu canım topraklarda
Alevler üzerinde derin adımlarla yürüyordum
Ekinler gibi çokça insanların
Yemyeşil kıtlığında
Eylül
Şubat
Kaht-ı rical
Hayat dört mevsimdir koçum
Rüzgâr bizi terk etti
Generaller şehre girdi
Diren kalbim
Güller aşkına…
Ve nihayet…
İçimdeki sancıyı, isyanı, kini, öç kutbumu, sevgiyi, kavgayı yazı yoluyla, şiir yoluyla daha etkili dinlendirebilirim düşüncesi hâsıl oldu. Bu kabiliyetimle de birleşince ortalığa yazarlık çıktı. İnsanları uyarmak, dikkatini çekmek her şeyden önce mümince bir sorumluluğumdur. Önce müminliğim gelir; sonra şairliğim, yazarlığım. Şairin ya da sanatkârın bir güzelliği, iyiliği başkalarına aktarma sorumluluğu vardır. Bu uğurda mücadeleme devam ediyorum, aşınmayı paslanmaya yeğleyerek… Ve dünyayı oyalayarak… Dünyada oyalanarak değil. Çünkü biliyorum ki acelem var; işim var. Biz işimize bakalım dostlar!
Nureddin Durman konuştu