Tanpınar Üzerine Notlar
4. sayısına ulaştı Yitiksöz Dergisi. Derginin kabul gördüğünü, beklenen bir dergi haline geldiğini dergiye katılan yeni isimlerden ve her sayı zenginleşen içerikten anlayabiliyoruz.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Mustafa Aydoğan’ın Tanpınar Üzerine Notlar yazısından olacak. Maddeler halinde Tanpınar’ın dünyasına giriyoruz. Yazarlık serüveni, okuduğu yazılar, etkileri, etkilenmeleri derken bir rehber hassasiyeti ile hazırlanmış bir yazı var karşımızda.
“Tanpınar’ı açıklayacak iki kelime: zaman ve dikkat. Bu kelimelerin üzerinde yükseldiği iki devasa sütun: tarih ve musiki.”
“Romanlarındaki felsefe, bu bulanık Doğu anlayışının bir uzantısıdır. Romanlarının dünyası, ister ironik, ister duygusal, isterse gerçekçi olsun, kahramanlarıyla, ortamıyla, ret ve kabulleriyle bu Doğu’nun izlerini taşır.”
“Doğu, bir sorun olarak her zaman Tanpınar’ın zihnini meşgul etmiştir. Doğu’nun iç nizamını onun kadar derinlemesine düşünen ve kavrayan aydınımız pek azdır. Doğu’yu anlamaya çalışırken dürüst davranır ve hiçbir komplekse girmez. Onu yalın haliyle kavramaya çalışır. Doğu’yu hem bütün olarak hem de Müslüman Doğu olarak ayrı ayrı değerlendirir.”
“Tanpınar’a göre yapılması lazım gelen en önemli şeylerin başında ‘Yahya Kemal’le zevkimize gelen o saf şeklinde eskiyi aramak ve duymak arzusu’dur. Bunun en önemli kaynağı da musikidir.”
“Tanpınar, Mahur Beste’yi ‘Büyük bestekârımız Eyyubi Bekir Ağa’nın ruhuna’ ithaf eder. Bu roman da diğerleri gibi klasik müziğimize gönül vermiş, onu kendisine mihenk olarak almış tiplerin romanıdır.”
Hüzzam Makâmında Bir İkindi Yazısı
Ömer Aksay, bizleri Andıran’a ve İkindi Yazıları günlerine götürüyor. Anılar eşliğinde dostluğun ve muhabbetin kıymetli olduğu zamanlara gidiyoruz.
“Bir ikindi vaktinde geldik Andırın’a, 92 Kasım’ının ortasında, oğlum dört, kızım iki yaşında. Cebel-i Bereket (Osmaniye) beyaz değil, Kars-ı Maraş (Kadirli) beyaz değil, yemyeşil çamların arasında kıvrılıp dönen, düğümlenen, ilmek ilmek yollarda da beyazlık yok. Andırın’ın nereye gizlendiğini merak ediyoruz. Dolaşıklı bir bulmaca gibi, birdenbire çıkıveriyor karşımıza: Birdenbire bembeyaz! İstanbul’u bırakıp geldiğimiz, atandığımız bu yerden, iki buçuk sene sonra istifa edip tekrar İstanbul’a dönmek, tevâfuk kelimesiyle açıklanır ancak; çok sevdiğim, hayat tarzımı belirleyen bir kelime: Tevâfuk. Denk gelme, muvâfakat, muvaffak, vifâk. Çağrışım dolu bir kelime, kelimeden öte bir lugât, bir sağanak sanki, tesadüfle hiçbir ilgisi yok. Andırın’da arabadan indiğimiz yer Yokuş Sokak, bir yokuşun ortasındayız. Gözüme ilk çarpan tam karşı karşıya geldiğimiz yazıhanenin camındaki yazı: Sanat Matbaası, Andırın Postası. Bu kadar olmaz, diyorum. İçimden bana dönen yankısı şöyle diyor: Bu kadar olur.”
“Filmi geriye sardığımız yerde, Andırın’dayız yeniden: Yokuş Sokak. Kamyon geldi, tekerlerin arkasına takozlar yerleştirildi, eşyalar indirildi, Andırın’da ilk gece. Sanat Matbaası ile karşı karşıya evimiz, aramızda birkaç metrelik, kesme taşlarla döşenmiş bir sokak var. Her gün Mehmed Ali’yle buluşuyorum, çok yakın, çok sıcak bir dostluk oluşuyor aramızda, hızla, soluk soluğa yetiştirmemiz gereken güzel haberler var birbirimize. Birbirimizi keşfetmenin, tanımanın, anlaşmanın, paylaşmanın mutluluğu. Birbirimize anlatacaklarımız, ikramlarımız bitmiyordu, bitmemişti, bitmesinden korkuyorduk. Hep böyle olur, birçok şey yarım kalır. İkindinin makâmı bence hüzzam, işte bunun için.”
En Saf Çelişki: Gül
Hayrettin Orhanoğlu, imgeler üzerine yazmaya devam ediyor. Şairlerin şiirlerine Orhanoğlu’nun açtığı pencereden giriş yapıyoruz. Yitiksöz’de konumuz; gül. Şiir ve gül birbirine en çok yakışan ikililerden. Şairlerin gül imgeli şiirlerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
“Mitolojilerde aşk tanrıçası Afrodit’in ayağına batan beyaz bir gülün dikeni, onun kanıyla kırmızıya dönüştüğünden beri, güzellik, aşk ve elbette ölümün dönüp dolandığı gül, geniş sembolik anlam alanıyla hemen hemen bütün çağlarda ilgi odağı olmuştur. Bayraklar ve kutsal mekânlardaki motiflerde türlü türlü işaretlere kadar indirgenen gül, en güzel kokuların da kaynağıdır. Yalnızca kokularla ilerleyen gülün sihri, onu aynı zamanda sessizliğin de temel sembolüne dönüştürür. Grek ve Roma döneminde tavanı güllerle bezenmiş odalardaki sub rosa (Gülün altı) saklı kalması gereken sırları akla getirir. Mükemmellik ve sonsuzluk için seçilen gül sembolleri, Hz. İsa’nın kanını da içine alan bir anlam genişlemesine uğrar.”
“Nadir bulunan siyah gül, gecenin, karanlığın, kederin ve dolayısıyla ölümün de sembolüdür. Fazıl Hüsnü Dağlarca, geceyle özdeşleştirdiği siyah gülle kederli bir aşkı anlatır. Geceyi avuçlarımda siyah bir gül gibi duyuyorum/ Ve sen misin bilmiyorum bu gülü bırakan. (Nereye)3 Gecenin karanlığı, endişeler ve kaygıların; bazen de şüphelerin kaynağıdır. Bu sebeple siyah gül, hem aşkın hem de kederli bir aşkı bırakan sevgiliye ait şüphenin temsilidir.”
“Gül, aynı zamanda en gizemli çiçeklerdendir ve tuhaftır ki gülü bir çiçek olarak değil de hep adıyla anarız. Ancak en önemli gizemi ölümdür. Hilmi Yavuz, Rilke’nin trajik ölümünün işareti olan gül imgesini taşır dizelerine. Bahçemde yer kalmadı, her taraf tıka basa/ yaşlı yazlarla dolu… orda, elbet o çölün/ ortasında yabansı, ürkek ve sanki garip/ bir şeyler duyuyorum… sesler, şeyler? Ölünün/ son gördüğü o gülü çağrıştıran, -nedense… (Yolculuk ve Gül) Yaşlı yazlar, yabansılık, son görülen gül ve ölüm, gülle bağdaştırılan umutsuzluk imgesini öne çıkarır. Rilke’nin gülü keserken eline batan dikenle kanının pıhtılaşmadığı bilinir. Doktorun teşhisiyle, lösemiye yakalandığını öğrenir. Ölüme doğru yolculuğun ilk durağı güldür. Gülün kan rengine yakın olması da bu anlamlandırmada etkilidir. Hilmi Yavuz, gül üzerinden hem Rilke’ye hem de kendi iç dünyasına dair ipuçlarını bu yakınlıkta yani umutsuzlukta bulur. Bunun kanıtı ise tıpkı hocası Necatigil gibi soyutlamalar üzerinden vardığı güle ya da şiirsel öznenin varlığının anlamını veren mutluluğa bahçede yani dünyada bir yerin kalmamış olmasıdır. Ölüm, bu dünyayı bir çöle dönüştürmüştür çünkü. Gül, bir yanıyla da hayatın, canlılığın temsilidir.”
“Sembolik imge evreninden biçimsel alana devşirildiği günümüz şiirinde gül, bir kadınla özdeşleştirilse de sembolik niteliklerinden soyutlanamamıştır yine de. Bu ona atfedilen sembolik değerinin gücünden kaynaklanır. Bir aşkın temsili oluşu, kimi zaman hayal kırıklıklarını akla getirse de genellikle mutlu geçen bir anın hatırasıdır da. Öte yandan gül, artık yalnızca nitelemek için var olan bir sıfat ya da soyut bir değerdir. Bkz., bahçe, dünya, aşk, kadın, güneş vb.”
Arif Ay’dan Kamil Aydoğan Portesi
Portreler edebiyatımızın en önemli türlerindendir. Bahsi geçen ismin daha iyi tanınması için bu yazılar kaynak niteliğindedir. Bir de anlatan kişi ile anlatılan arasındaki dostluk, muhabbet kavi ise ortaya çıkan yazı tam anlamıyla edebi bir eser hüviyetindedir. Arif Ay, Kamil Aydoğan’ı anlatmış yazısında. Dostluk, kardeşlik, muhabbet, ortak atılan adımlar var bu yazıda. Yani aynı ritimle atan iki yürek…
“İsmiyle müsemma: Kâmil. Hiç taşkınlık yapmadı. En taşkın ırmaklar içinde aktı. En sert rüzgârlar içinde esti. O hep fırtına dindi hâli yaşadı. En yoğun acılar yüreğine taht kurdu. Bir hüzün deniziydi yüzü; ıssız ve derin.”
“Andırın’da Yokuş Sokak’ta (şimdi, Nedim Ali Sokak) Nedim Ali ile dünyaya seslendiler. İkindi Yazıları en güzel, en etkili, en sevilen taşra dergisi olarak edebiyat tarihine geçti.”
“Üniversitede bir dönem sınıf arkadaşım oldu, Ali Karaçalı ile birlikte. Belleği güçlüydü; her şeyi hatırlardı. Bizim unuttuklarımızı da… Çünkü, hatıralarına çok bağlıydı.”
“Biz çok kardeştik ve orada buluşup, tanış olmuştuk. Duygusaldı. Duygusaldık: Nuri Pakdil’i ağlatacak, Nuri Pakdil’le ağlayacak denli. İkisinin de mekânı cennet olsun.”
Taş Gazeli'ne Dair...
Osman Sarı ismi ile birlikte anılan bir şiirdir Taş Gazeli. Dik duruşun, mümin bakışının dize dize dokunduğu bu şiir hakkında Şenay Şeker ilmek ilmek dokuyarak bir yazı kaleme yazmış. Şiiri tekrar tekrar okuma arzusu uyandıran bir içtenlik var yazıda.
“Ardında bir eser bir iz bırakanlar, gönlündeki aşkı muhabbeti sanatına taşıyanlardır. Osman Sarı da kalplere dokunan bir şair. Zaten şiirlerinde en çok kullandığı kelimelerden biri, kalptir. Kalplerimiz; beden şehrinin kalesidir ve fetihler önce kaleyi ele geçirmekle başlar. Kalelerin taştan müteşekkil olduğunu düşünürsek, taş bir bakıma da sağlamlığı ve dirayeti simgeler.”
“Taş Gazeli’nde sevgilinin kalbi taşa benzetilse de edebiyatımızda sevgilinin tüm uzuvlarının kıymetli taşlarla tasvir edildiği beyitlere rastlanır. Sevgilinin gözyaşları inciye, dudakları kırmızı yakuta, bazen de solan benzi kehribara benzetilmiştir. Bir de mihenk taşı vardır ki, altın ve gümüşün ayarını belirler. Gerçek âşığı ise sevgilinin cefalarına sabretmesiyle ondan vazgeçmemesiyle tanırız.”
“Müslüman bir yürekle yazılan bu lirik şiirde, şairin kalp atışlarını duymamak imkânsız. Zira kalbiyle yazanlar kalplere ulaşırlar ancak.”
Yitiksöz’den Öyküler
Yıldız Ramazanoğlu – Virüs
Her zaman söylediğimi bir kez de burada söyleyeceğim. Yıldız Ramazanoğlu çağına tanık bir yazar. Olup bitenlere karşı yürekten bir hassasiyeti ile eğiliyor her zaman. Yazmanın bir gereği de bu olsa gerek. Geçen yıl da Hece Öykü’de yer alan Evde Kal Hoşça Kal öyküsü ile yaşadığımız salgın günlerini anlatmıştı. Ramazanoğlu'nun Yitiksöz’de de Virüs adlı öyküsü buluştu okuyucularla.
“Duyurmak istiyor musun? Bugün kütüphanede yüzüne doğru öksürük nöbeti geçiren mavi şallı kadına bir şey söyleyebildin mi ki şimdi bu heyecanla temizliğe girişmiş kadına… Gecenin onbirinde onlayn sistemden randevu alabilmek için büyük emek vermiştin, haftalardır açıldığı an biten yarım günlük giriş haklarından birini kazanmanın mutluluğunu yaşayamadın. Ne salgına kapılmış olmasa bile bu kadar hasta ve bulaştırıcıyken dışarı çıkmaması gereken akademisyenin yerinden kalkmaya niyeti vardı, ne de görevlilerin onu uyarmaya. Sen ise uyarıyordun ama sadece içinden. Buraya biraz da aklını başına toplamaya geldin oysa aklı derleyip toplayıp bir yere teksif etmek bu günlerde ateşten gömlek. Yarım değil tüm gün randevu nasıl alınır diye soruşturunca herkesin bilip de senin bilemediğin hileler dökülüverdi, kişisel şifrelerini yakınlarıyla birlikte aynı anda girip, istedikleri randevuları birkaç kişi birlikte alıyorlarmış vay be. Akademide hoca olacakların bu incelikleri iyi bilmesi lazım. Başkalarını bertaraf etmeyi becerip, kütüphaneden dergilere kitaplara bakıp birkaç fotokopi yapacak kadar olsun, yarım günlük randevu bile alamayanlara gülerler tabii, haftalardır alamayışını kimse duymamalı, böyle aptallardan bırak hocayı, ev işçisi bile olmaz.”
“İnsanlar kütüphanenin çay makinesinin önünde durmuş sohbet ediyorlar, maskelerini indirmişler, haliyle huzursuz oldun. Maske takmayı, başkasının canını, toplumsal sınırları umursamayanlar, yakında öğrenci yetiştirecekler. Virüsün mutantları yayılıyor, mevcut maskeler de kifayetsiz. İlk bebeğini narkozla doğurduktan sonra ayılman saatler sürmüş çok şeyler anlatmıştın, garip öte dünya haberleri. Hastalığa yakalanıp da salgında ölmezsen, solunum cihazından da karmakarışık bir kafayla çıkıp yine bir sürü zırva ileri sürebilirsin. Zihnin bütünlüğünü kaybetti çünkü, bütün bilgiler duygular parçalar pelteler halinde geliyor. Halılardan sonra paspaslar dövülürken içeri girdin. Adamın yüzü ince, ağzı bıçak gibi keskin, zayıf cüsseli, önleri açılmış siyah saçlı bir eşkal. Kedi kafeste çırpınmadan gidiyor. Televizyonda salgında ölenlerin ve ağır hastaların listesi. Sen hâlâ karşı balkona bakıyorsun pencereden, göz göze gelebilsen bir çift söz söylemek isterdin, ama içinden söylersin sen. Mısırlıya söylediklerini de içinden geçirmiştin sadece.”
Furkan Eren – Öyle Bir Yerdeyim ki
“Bundan yaklaşık on iki on üç yıl kadar önceydi. Hayatta kalabilmek için birbirimizden başkasına eyvallah etmediğimiz günlerdi. O zamanlar hayat rüzgârlarımız henüz yön değiştirmemişti. Birbirimize değil, beraber hayata karşı esip gürlerdik. Sonra zaman değişti, devran döndü, aramıza insanlar bile giremez derken ufak tefek işlerin peşinden giderek dağılıp, uzaklaşıp kaybolduk. Önce birbirimize, ardından benliğimize küstük. Bugünse, içine gömüldüğümüz şu tedirginlik ve ürpertici sessizlikten kaçabilmek için birbirimizin yüzüne uzunca bakmamayı yeğliyorduk. O çehre ile aramda suskunluk gidip geliyor, damarlarımdaki kanı içine çekiyor, garın ışıltılı, hevesli, heyecanlı ortamında kelimeler anlamını yitiriyordu.”
“Kendimi kendimden kaçırmak zorundayım. Ateşin soğuyan cümlesi “sen de gel,” diyebiliyordum sonunda. Onun hiçbir zaman gelmeyeceğini, benimse onu beklemekten hiç vazgeçmeyeceğimi bilerek bunu söylüyordum. Yine bitmek bilmeyen hikâyemizin yalnızca son sahnesi hatıralarımızda kalıyor, söylenmemiş tüm sözlerimiz birden tükeniyordu. Bizden geriye, boş bir garda yankılanan anons sesi, iki insanın vedalaşırken bile birbirine sarılamayışı kalıyordu. Biz ayrılıp gittikten sonra bile kulağımızdaki ses “Tren hareket etmek için peronda hazır.” diyordu. Bulanık zihnim, daracık yüreğimin eşliğinde bu cansız cümleyi her duyuşumda onu tekrar hatırlıyor trenin acı sesiyle tekrar unutuyordum.”
Hacer Yeğin – Akşam Pazarı
“Akşam; evlerin çatılarına, arabaların camlarına, serçelerin yuvalarına ve çocukların bakışlarına yine sinsi bir kerametle çörekleniyordu. Eteklerini toplayıp hızla uzaklaşan gündüzün veda seremonisine tahammülü yoktu, her şeyin ve herkesin üstünde koşulsuz bir iktidar kurma hırsıyla yanıp tutuşuyordu sadece. Öncekinin yitik ve yaralı iktidarı bir an evvel sonlansın; etkileri ve nakisaları pılını pırtını toplasın ve ışık hızıyla silinip gitsin istiyordu. Akabinde tüm ihtişamı, kudreti, kendine has renkleri ve kokusuyla dört bir yana salıyordu habercilerini. Şiddetini artırarak esen rüzgâr, sararan sular, solan yüzler ve tunca benzeyen mermer, ufku kaplayan bu lisan-ı hafinin gönüllü tutsağı oluyordu. Öyledir, kapanan her kapının yeni bir kapıyı müjdelemesi; kendisinin “son nefes talimi”dir aynı zamanda. Alınan ve bir daha verilemeyen o son nefeste, nice hayat hevesi, gün görme neşesi, nice iştiyak ve arzu, tamamlanmayı bekleyen sayısız yarım klasör ve gelecek mefkûresi yüklüdür. O son nefes, belki de bunca ağırlığın, evvelden ahire katlanarak gelen bu beklenti yoğunluğunun altındayken bağışıklığının düştüğü bir zayıflıkta teslim eder kendini ve bir daha da göğsün çeperlerine dönemez.”
“Genç kadın, sözünü bitirdiğinde ancak fark edebildi muhatabının gözlerindeki sarsıntıyı. Bu yaşın sahibi olmasına rağmen yüz hatlarındaki intizam, ela gözlerindeki derinlikli anlam; ona bakan herkesi apansız yakalayabilecek kadar tesirliydi. Giderek büyüyen göz bebeklerinden meselenin künhüne henüz vakıf olmaya başladığı düşünülürse hiçbir şeyden haberi yoktu bu kadıncağızın. Kocası kumaş tüccarıydı, Kapalı Çarşı’da dükkânları vardı, Bursa’ya yaptığı düzenli iş seyahatlerinin dışında bu hikâyeyle bağlantılı olabilecek hiçbir detay hatırlayamıyordu.”
“Akşam, krallığını hiçbir şüpheye ve itiraza yer bırakmaksızın ilan ederken binlerce meş’um hikâyenin de üstünü örtmüş oluyordu. Gündüzün alacasında şahit oldukları yüzünden yeri yarıp saklanacak delik arayan yaşlı ve yorgun çınarlar, bu vakitlerde hakkına girilen her kurbanla birlikte yapraklarını biraz daha döküyorlardı. Şu andan itibaren edilecek çokça dua, çekilecek çokça kahır, girilecek çokça günah ve öte yandan esirgenmesi gereken çokça masum olacaktı.”
Zehra Nur Yılmaz – Düğün
“Ruşen, gelinin kız kardeşlerinin yanında gülüyor, biraz da düğünün başrolü gibi eğleniyordu. 14 yaşındaydı. Gelinin kardeşi olan halamın kızları Havva ve Ayşe'nin yanındaydı. Bense kardeşimle ilgileniyor, hâlâ Semra'yı ortalıkta göremiyor ve annemin yanımıza gelmeyişine sinirleniyordum. Onların yanına gitmek ve teyzelerin dedikodularının arasından kurtulmak istiyordum. Üzerimde akşamın, düğünün ve köyün yorgunluğu vardı. Yanımda ise zor zapt ettiğim bir çocuk... Annem mutfakta yengelerime yardım ederken, kız kardeşim bilmem hangi cehennemdeyken, babam erkeklerin olduğu yerde her zamanki gibi gergin otururken ben kalabalığa dair yalnızca gözlerimi kapatıyor ve kardeşimin elini sıkıyordum. İçimden birkaç mısra söylüyorum bu arada. Çevremi saran toz bulutu sönene kadar buradayım. Ben kendi hayatımdan azat olana kadar bunları içimde tutacağıma ve yazmayacağıma söz veriyorum.”
“Kardeşimin vefatına neden olan kişi ise hiçbir zaman bulunamadı. Köy düğünü olduğu için hiçbir yerde güvenlik kamerası yoktu. Ölüm nedeninin kurşun yarası olduğu ancak cenaze işlemlerinden sonra anlaşılmıştı. Kardeşim, kalabalıkta kaybolmasın ve bizden ayrılmasın diye elini sıkı sıkıya tuttuğum, son ânında bana ağlayarak yalvaran kardeşim, düğün esnasında bir maganda kurşununa kurban gitmişti. Bizi en çok yaralayan husus ise otopsi sonucunda kurşun yarasından sonra eğer hemen müdahale edilseydi yaşama şansının olabileceğini öğrenmemizdi. O gün altı kişi gittiğimiz düğün evinden beş kişi döndük. Artık kardeşimin geri gelmeyeceğini, Ruşen’in esmer yüzünü her gördüğümde hatırlıyor, halamın evinden nefret ediyor ve kardeşimin mezarına gidip sıkça dua ediyorum.”
Yitiksöz’den Şiirler
aynı tekerlemeyle başlar hep aynı
kalp yüküyle sınanmış ne varsa arta kalan
her ıssız sancı aynı tevatürle biraz içrek belki
bir benle kısık vadisinde denize hasret
bir var bir yok göçüp gittilerse birden
beklemeden kimseyi beyaz bulutlar gibi
kavil saati gelmeyince hani
kimi bıraktındı karlarla üşüyen akşama
saklı kalsın diye hangi yanlışlığın hatırası
bilinsin diye mi yorgun düğümler attığın
bir sözün peşinde döner durur dünyaya
uğultulu evlerden taşarak
Mehmet Solak
yalnız mıyım
yalnızlığın açtığı kuyu mu
eğrelti otları, dişbudaklar ve birkaç işçi
mevsimlerden ilk yazı söküyorlar
yaz çoktan
atların deri yangısı
bir huzursuzluğu çıkıyor bir kirpi
narın sesi güze değdi
sonunda kış
düşler kırık
geçti kervan
kaldım kuytularda
bir ağaçla ben
İsmail Karakurt
Böyleyken kapıları sıkıca kapatıp Büyük Çember üzerine kafa yoruyoruz, şurada ve şurada
Yaprağın dalından düşerkenki tevekkülüne bakıp da yapıyoruz bunu, sonra çekiliyoruz odalarımıza.
Çekilen çekilene! Aslında biz çok önceden biliyorduk her şeyi: doldurun şimdi sarnıçları!
Sabaha kadar sürsün bu! Sonra da dünyayı art arda üç kez yüklenip çıkalım: sessizlik
Adem Turan
ne kederli bir yüz ne hayırlı bir alamet
taşıdı yanında tören sözleri hazırdı
konakladığı yeryüzü diyarında
feryat edenleri
figanından yanına varılamayanları
gördü göçüp gitmiş ruhlar da etkilenmedi
cisimsiz ve mezarlığı basan gölgeler boyunca
olmadık sevdalara yakılan türküleri de
kedere yordu dilinde taşımak yerine
her hâliyle sana tahsis edilmiş bu konakta
geciksen de er ya da geç bir meskene
istersin sığınmak
mesai harcaman çaba sarf etmen
bunun içindir ilerlersin sükûn bulurum umuduyla
gözyaşlarıyla ıslandığı söylenir bu meskenin
Ali Sali
Listesizim Tanrım, gün ışımakta oysa vaktini bilerek her
Sana teslim toprak, su, ateş ve soluksuz bırakılan şey
Bir cennet kelimesi örtse şu telaşından perdeleri
Bir an yeni bir ay doğsa fırtınanın peşinden
Bir liman kurtulsa halatlarından ve gacırdıyorken gemi henüz
Vakitli vakitsiz dalgalar boynunu vuracak daha kaç denizin
Boynuna atılsa çocuklar babaların, yağmur çığlığında, şiir bu ya!
Martı gülse, simit deniz olsa, sen hep İstanbul mesela...
Sıddıka Zeynep Bozkuş
bu şehirde
mevsimler sarı
büyütmez ayrılıkları
güzü sorulmaz bir tebessümün
gülü akşamüstü koparmanın vakti mi
ikindi yazıtları
ince çizgiydi geçti aramızdan
günbegün bakışın gibi ekime
uzun gecelerin maraş saatinde
kasıma nasıl girerse bir bulut
öylece yol aldın sonsuzluğa
yetim kalan gün değil mi
gidişinin anlatılmaz öyküsü
şimdi tepedeki şu yalnız ardıç
şiir okusun ahır dağı’na
Mehmet Mortaş
bir kavgayı sırtlayıp eve getiren adamlar
sövgüleri bomba gibi sofaya fırlatırlar
şöminelerinde aşk yakılan evlerde
soğumuş kalplerini cehenneme uzatırlar
hoş geldini tedavülden kaldıran kadınlar
savaş tamtamları çalar ilk ayak sesiyle
söylene söylene kurulan sofralarda
tükenmiş bir aşka ağıt yakarlar
Eyyüp Akyüz
Medeniyet’ten Adalet Özel Sayısı
55. sayısında “Adalet” kavramını her yönüyle sayfalarına taşımış Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni. Arşivlik bir sayı olmuş. Her yönü ile ele alınmış adalet. Özel sayıdan paylaşımlar yapacağım.
“Hak/hukuk, adalet ve güce ya da otoriteye tekabül eden “kitab-mîzân ve demir”in kiminle ve hangi kudretle irtibatlı olduğunu ortaya koymak gerekir. Böylelikle her bir kültür ve eğilimin kavramlara getirdikleri açıklama ve yorum karmaşası arasında şaşırıp kalmaktan kurtuluruz, zihnen ne demek istediğimizi daha açık ve net olarak ifade edebiliriz.”
Hak ve hukuk hususundaki anlaşmazlıkların konu ile ilgili esaslara göre çözülmesi “hüküm verme”, adalet kurumunun ve adalet ilkelerinin bulunmasını, adalet kurumunun verdiği kararların uygulanmasını kontrol ve temin edecek bir gücün yani tarafsız bir kimlik ve uygulama ile adaleti ayakta tutan bir yapının bulunmasını zorunlu kılmaktadır. Aşağıda kaydedeceğimiz âyet meâli bütün bu esasları fazlasıyla kapsayan bir mahiyettedir: “Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) M. Beşir Eryaysoy
“Ağır törenlerle örülü kadim Çin'de adaletin güçlü, güçlünün de adil olmasını kendi ütopik sosyal düzeni için önemli gören Çinli bilge Konfüçyüs (M.Ö. 551- M.Ö. 479), Çu hanedanlığı döneminde yaşamış ve kendi ütopik cemiyet anlayışını pratiğe döktüğü ama fazla tahammül edemeden terk etmek zorunda kaldığı hükümette önce adalet bakanı daha sonra başbakan olmuştu. Bu bağlamda evrene ait tüm zıtlıkların uyumlu birlikteliğinde (coincidentia oppositorum) Tao'nun aktif Yang prensibinin öne çıktığı bir anlayışla “adaleti (yee)” ve ona bağlı iyiliği (ren) “evrenin kalbine” yerleştiren, bilhassa hikmete dayalı adalet kavramını, uygunluk, doğruluk, ahlâk ile çoğu kez özdeş gören5 Konfüçyüs'tür.”
Yeni Ahit'te Hz. İsa, öncelikle asırlarca kemikleşmiş olan Yahudi/Talmud geleneğinin katı ve cezalandırıcı yasalarla korunan adalet anlayışını eleştirmeye koyulur. İncillerde Hz. İsa, “görünüşe göre yargılamayın, yargınız adil olsun” (Yuhanna, 7/24) diye uyardıktan sonra kendi müjdeci öğretisini şöyle sunmaktadır; “Ne mutlu doğruluğa (adalete) acıkıp susayanlara. Çünkü onlar doyurulacaklar. Ne mutlu doğruluk (adalet) uğruna zulüm görenlere. Çünkü göklerin egemenliği onlarındır.” (Matta, 5/6-10).
“İslâm'da adalet, bir erdem olarak diğer inanç sistemlerinin aksine farklı boyutlara ayrılabilen ama hedef bütünlüğüne sahip çoklu yönleriyle (irfani, teolojik, sosyolojik ve fıkhi çehreleriyle) her zaman dinamik ve zenginleşen bir kavramdır. Dolayısıyla adalet, Kur’ân-ı Kerim'de onlarca kez beşeri bir değer olarak ve “el-Adl” şeklinde ise Esma-i Hüsna'dan ilahi bir isim olarak (Tirmizî, “Da‘avat”, 83.) Sünnet'te zikredilen17 bir terimdir. Tevhit'i destekleyen adalet, pratik olarak daima öğütlenen, yaşanan, yaşatılan ve yayılması emredilen bir Müslüman değeri olarak sunulmaktadır. Kur’ân, adaleti genel olarak iyilikte bulunmak, yakınındakine karşılık beklemeden vermek, her türlü hayasızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan kaçınmak (söz gelişi Nahl, 16/90.) ile beraber kullanmaktadır.” Prof. Dr. Mustafa Alıcı
“Mutlak Varlık Yaratan, kâinat, tabiat, hâsılı düşünen ve düşünmeyen hareket eden ve hareket etmeyen tüm varlık âlemi, yüksek teknolojiyle daha büyük bir anlam kazanır. Evrendeki mükemmellikler, yaratılıştaki ahenk ve düzen teknolojinin gelişimine daha büyük katkıda bulunur. Yerküreyi takip edip inceleyen göz ve akıl, fezanın derinliklerine, bilinmeyenlerine doğru bir arayış yolculuğuna çıkar. Keşifler ve icatlar, insan zihnini başka dünyalara/âlemlere ulaştırırken, iç dünyayı ve dış dünyayı da tahlil eder ve çözümler.”
“Doğal ve insanî olaylara hikmetli bakış, yüksek teknolojinin üretilmesi için bir vesiledir, sebeptir. Yüksek teknolojinin prototipi, öncelikle “küçük âlem” insanda vardır. ‘Büyük insan’ âlem ise, üzerinde çokça düşünülecek sırları içinde taşımaktadır. Bu sırlar ki, keşfedilmeyi beklemektedir. Özgürlük ve bağımsızlık, bu keşfin süresiyle doğrudan ilgilidir.”
“İnsanın ve toplumun amaç, hedef, gaye, ideal ve maksatları sanatın şemsiyesi altında surete bürünmektedir. Türkü, şarkı ve ilahi gibi sanat formatlarının, yaşananlardan, tecrübe edilenlerden bağımsız olması düşünülebilir mi? Hüzün, sevinç, ıstırap, çile, hasret ve aşk gibi, ruh görüntüleri, ismi geçen sanat vasıtalarıyla yüzlerce yıl sonralara aktarılmıyor mu? Aktarılanlar, yüce/kutsal duyguları sonraki nesillere taşımaktadır. Kültür, bilim, teknoloji, değer ve irfan sanattan bağımsız değildir. Sanat, sayılan bütün sahaları besleyen ve hayat veren en önemli araçlardan birisidir.” Prof. Dr. Bayram Ali Çetinkaya
“Adl” denklik ve eşitlik demektir. Bunun için hesap günü kişinin günahlarına denk bir karşılık/ fidye vermek istemesi “adl” kelimesiyle anlatılır. Bu sebeple hukuki manada adalet taraflardan her birine eşit mesafede olma, yanlı davranmama demektir. “Kıst” ise anlamındaki pay ve hisseden hareketle herkese payını eksiksiz vermedir. Birinin payı aslında az olabilir, bu adalete engel değildir. Aksine burada her iki tarafa eşit verme adaletsizliktir. Kısaca davranıştaki ve kanunları uygulamadaki eşitlik adalet, hakları eksiksiz taksim etmedeki hakkaniyet ise kıst olmuş olur. Buna göre Türkçede kullanılan şekliyle adalet hem adil hem muksıt olmayı gerektirir. Kıst hakkaniyet iken fetha ile kast (kaf, sin, tı) onun zıddı olarak zulüm demektir. Onun için “muksıt”, kast'ı yani zulmü ve haksızlığı gideren demek olur ve Allah muksıtları sever. İngilizcedeki “justice” kelimesinin aslının bu “kast” kelimesi olduğu söylenir.
Adalet kavramını anlatmaya kalkıştığımızda karşımıza çok geniş bir çerçeve çıkar. Öncelik Allah'ın adl/adil olduğunun ve onun mülkünün adalet üzere kurulmuş olduğunun bilinmesi, zerreden kürreye kâinattaki adalet, insanın bedenindeki adalet, yönetimdeki, ekonomideki adalet. Hatta duygulardaki adalet gibi. Prof. Dr. Faruk Beşer
“Siyaset kültürümüzde “anâsır-ı erba‘a”, “erkân-ı erba‘a” ve “dâire-i adliyye” olarak isimlendirilen son derece önemli bir anlayış vardır. Nasıl ki, varlığın dört temel, ana unsuru vardır, elbette bu dört unsurun siyasi hayattaki karşılığı da olmalıdır. Yani siyaset anlayışında -dört temel unsura teşbih edilerek- siyasi bir telakki oluşturulmuştur. Bu sebeple bizim siyaset kültürümüzde toprak, halkı temsil etmektedir. Siyasi yapının temeli, zemini halktır. Hava, ricâl-i devlettir; su, hazinedir ve ateş ordudur. Edebiyatımızda da bu benzetme vardır: Toprak, Hz. Âdem'i; hava, Hz. İsa'yı; ateş, Hz. İbrahim'i ve su da Hz. Muhammed'i temsil etmektedir.
Bizim siyaset kültürümüzde hoşgörü (tolerance) yoktur, tolerans kilise kaynaklı bir kavramdır ve mütekebbir bir davranıştır. Öğretmen öğrenciyi, anne baba çocuğunu hoş görebilir. Toplumsal hayatta bu kabul edilmesi hoş olmayan bir husustur. Bizim siyaset kültürümüz; tahammül, birbirini taşıma, severek ve ona değer vererek katlanma kültürüdür. Bu toplumsal anlayışın şemsiyesi ise adalettir. “Adalet mülkün temelidir.” (Iusticia fundamentum regnorum est).” Prof. Dr. A. İbrahim Savaş
“Cumhuriyetin ilk yıllarında Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, ardından da Halikarnas Balıkçısı'nın Nev Yunanîlik algısına benzer bu bu algı biçimi, geçmişin yeniden ihyası olarak da ifade edilebilir. Kendi içinde türlü tuzaklarla, aldanışlarla şekillenen bir uçuruma düşme tehlikesini de barındıran bu bakış açılarının daha kavramlardan itibaren takip ettiği yol, René Guénon'un kastettiği gelenekten çok uzakta konumlandığı unutulmamalıdır.”
“Geçmiş kendi imgesini daima kendinde saklar, onu korumak için türlü yollara başvurur. Bu da geçmişin kendiliğini oluşturan bir bilince sahip olduğunu akla getirir. Ancak modern bilinç, doğaya karşı işlediği suçu bu kez zaman metaforuyla değilse bile bir uzam olarak geçmişe uygulamaya girişir. Oysa öte yandan Sezai Karakoç'la birlikte mimaride Turgut Cansever'in ortaya koyduğu ürün ve düşüncelerin geleneği bir adlandırmaya ihtiyaç duymaksızın içten sezilen tavır geleneksel bir tavırdır. Daha geniş bir düzlemde sürdürülmesi gereken bu düşüncelerin varlığı, önce kavramların yerli yerindeliğinin tartışılması sonra da hikmetin ve elbette hakikatin ne olduğu hakkında bir tefekkürün zorunluluğunu akla getirmektedir. Çünkü baştan beri vurgulanan düşüncelerin ışığında modernlik, aldatıcı bakışlarıyla kendini yeni bir hikmet olarak tanımlama peşindedir. Bunu da geleneği adlandırarak ve kavramları asıl hakikatlerinden uzaklaştırarak başaracaktır. Var olan hikemi düşüncelerin geliştirilmesi geleneğin ya da asıl hikmetin ne olduğu sorusunun cevabında saklıdır.” Hayrettin Orhanoğlu
“İslâm, insanları iç içe dairelerden oluşan halkalar şeklinde görür. Birinci ve en büyük daire insanlık dairesidir. İnsanlar, tek bir asıldan gelmişlerdir ve aralarındaki dil ve gelenek farkı, sırf bir varlık çeşitliliğinden gelmektedir. Renk, dil, vücut yapısı, erkeklik, kadınlık hep birbirlerinden seçilmeleri, birbirine daha çok yardımcı ve yararlı olabilmeleri içindir. Giyim, hayat tarzı ve zevk farkları da bundandır. Yoksa aynı matbaada basılmış kâğıt paralar gibi birbirinin tıpkısı olmaları, aynı insanın milyarlarca sayıda bulunması demek olacaktır ki, bunu düşünmek bile insanı rahatsız eder.
İnsanların farklı olması, birbirlerine eşit olmalarına engel değildir. Nitekim İslâm'a muhatap olmak bakımından hiçbir ırk, hiçbir renk, hiçbir insan öbüründen ayrı tutulmamıştır. Kur’ân “Ey insanlar!” diyerek gerçekleri bütün insanlığa tebliğ etmiştir.
İkinci daire, millet dairesidir ki bu da İslâm milleti ve küfür milleti diye ikiye ayrılır. Bu anlayış, ırk, kan, renk, dil ve gelenek farklılıklarını inkâr etmek değildir. Belki milletin meydana gelişindeki esas faktörün inanış, bilinç, irade ve eşyaya şekil verme özelliği olduğunu belirtmek içindir.” Şakir Diclehan
Abdulvahap Ekinci ile Adalet Üzerine Söyleşi
Uluslararası Müslüman Âlimler Dayanışma Derneği (UMAD) Yönetim Kurulu Başkanı Abdulvahap Ekinci ile adalet merkezli bir söyleşi yer alıyor Medeniyet’te. Sorular Mustafa Gülali’den.
“Adaletin lügavi manası bir şeyin yerli yerine oturtulması, hakkının tam olarak verilmesidir. Adalet kavramı sadece devlet nizamı ya da sistem ile sınırlı değildir. Elbette ki sosyal hayat açısından adalet denildiği vakit ilk akla gelen konu, ulu'l-emrin/sistemin adil bir kişi ve sistem olmasıdır. Ama adaletin aynı zamanda ferdî yönleri de vardır.”
“Bizim yaşadığımız bu dönemde hakikaten çarpık ve zulme dayalı sistemin içerisinde İslâm'ın adalet anlayışını tesis etmek mümkün olmanın ötesinde vaciptir. İmkânların ötesinde zarurettir. Çünkü insanoğlu fıtraten buna muhtaç olduğu gibi şu anda vakıa olarak da buna muhtaçtır.”
“Cemaat cemiyetlerin yapacağı şey kamuoyu ile ilgili doğruyu anlatmak, kurtuluşa muhtaç olan insanlara el uzatıp onların ayılmasını sağlamaktır. Cehalet sarhoşluğu ile sarhoş olan insanlar hasta olarak görülmeli, hastaya şefkat ve merhametle yaklaşılmalıdır. Çünkü biz hastalığın düşmanıyız, hastanın değil. Biyolojik hastalıklara karşı doktorların yaklaşımı nasılsa içtimai ahlâki hastalıklara karşı sivil toplum kuruluşlarının tavrı da o olmalıdır. Hocalar, âlimler, kanaat önderleri topyekûn seferber olmalıdır. Sivil toplum kuruluşları nefret dilini kullanmamalı, şefkat dilini tercih etmelidir, her zaman doğruyu söylemelidir. Onların tarafı güçlünün değil, hep Hakk'ın yanı olmalıdır. Toplumun ıslahı, eğitimi sivil toplum kuruluşlarının bu faaliyetlerine bağlıdır.”
Olağan Hikâye 4. Sayı
4. sayısına ulaştı Olağan Hikâye Dergisi. Dergide yer alan öykülerden ve teorik okumalardan Cihan Aktaş’ın yazısından paylaşım yapacağım.
Sigara Neyin Yerini Tutuyor?
Cihan Aktaş, İsmail Pelit’in Sigara İçmemek kitabı üzerine kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor.
“Pelit’in ilk okuduğum kitabı, Sigara İçmemek. Yazarlığı hakkında fikir belirtmede sonuncu kitabın önemli bir gösterge teşkil ettiği söylenebilir ancak başlangıçta neredeydi ve daha sonra ne oldu, bu sorulara cevap verecek kadar aşina değilim yazarlığına. “Yazarı tarafından kamuya kapatılmış olduğunu” gösteren bir giriş notuyla, sınırlı sayıda yayımlatılmış kitaplardan biri elimdeki. Pelit’in twitter’da tanıdığım dili; sadeliği ve olgulara dönük güçlü bir gerçeklik arayışını yansıtan ifadeleriyle dikkatimi çekmişti. Söz gelimi taciz ifşaları dalgası sırasında, birçokları aksini savunurken o ısrarla, yazarla metnini ayrı tutmanın gereğini öne sürdü. Öyle ya aksi takdirde kütüphanelerimizde yer tutan sayısız kitabı da gözden çıkarmamız gerekirdi.”
“Her yerde rastlanan, teşvik edilen bu zararlı maddeye hiç yaklaşmayanlar da var. Kim yerine neyi koyuyor da yaklaşmıyor veya kahramanımız ismail pelit nasıl oldu da onca ilgisini çeken kitaplarla yetinemedi? 1987’de, beş yaşındayken annesinin sigaradan nasıl da şikâyet ettiğini unutmamıştı. O yılın bozuk yollarında yolculuk ederken yetişkin erkeklerin otobüsün içini homurtu ve horlamayla harmanlanmış kesif bir sigara dumanıyla dalgalandırdığını da hatırlamayı sürdürdü. 1985’te eşimle, otobüsle Doğubayazıt’a uzanan yolculuğumuza götürdü beni bu tasvirler. Yolcuların büyük çoğunluğu erkekti ve hemen hepsi sürekli sigara içiyordu. Dumandan göz gözü görmüyordu. Yüzümün, gözlerimin yandığını hissediyordum. Nasıl dayanıyorlardı bu yangına? İtiraz etmenin bir yararı olur muydu? Onca yolcuyu durmaksızın sigara içmeye ve dumanı içinde boğulmaya götüren neydi? Çocuk ismail pelit de Çorum’dan Ankara’ya giden otobüste gözlemliyor bunu: Otobüs bozulduğu için bir yerde durur. Sonra küfürler duyulur, ardından açılan kapıdan erkekler dışarı sigara içmeye ve “bir şeylerden anlıyormuş gibi yapmaya” devam ederler. (s. 37)”
“Yirmi dört saat sürecek sigarayı bırakma süresi içinde geçen roman, tiryakiliğin Türkiye’ye özgü ilginç hâllerinin bir dökümünü de veriyor. Misafire tutulan sigaranın masa üstünde veya vitrinde bir kutu içinde muhafaza edildiği dönemler sisli görünüyor buradan baktığımızda. Yıllar geçerken öldürücülüğünü anlatan yazı ve figürlerle satılmaya başladı. Tiryakilerden birçoğu, dumanlarından rahatsızlık duyanların varlığını kabullenmeye başladı. Yine de koronavirüs salgını döneminde bile bir hastane avlusunda açık alanda iki parmağında sigarayla gezinen kadın ve erkeklerin azımsanmayacak sayıda olduğunu fark etmişizdir. Bir tiryakinin sigarayı bırakmasının hiç kolay olmadığını babamın tecrübesinden biliyorum. Otuz beş yıllık kullanımın ardından sigarayı bıraktığında, eşyalara sinen is kokusu da evi terk etmeye başladı. Zordu bu terk dönemi. Babam sigara kullanan bir misafir geldiğinde hevesle sigara ikram etmeye çalışırdı. Sigarayla bir şekilde ilişkisini koruma arzusu dışarıdan bakan biri için espri konusu hâline getirilebilir ama bu arzu da arınma mücadelesinin bir parçası olmalı. ismail pelit de sigarayı bıraktığı yirmi dört saat içinde sigarayla her türlü temassızlığa bir süreliğine katlanabiliyor.”
Olağan Hikâye’den Hikâyeler
Recep Seyhan - Servis Edil(e)memiş Bir Öykü
“Sakuları omzundan eskimiş adamlar görmüştüm.
(Bunu dedim miydi?) Bu öykünün kahramanı sakuyu hiç duymadı. Babasının sakusu ceket olalı ise yaklaşık yüz yıl oldu. Duyduğuma göre ceketli adamların kabanlı, kapüşonlu veya montlu çocuklarının hikâyeleri, abalı, tumanlı, çakşırlı ve sakulu adamların hikâyeleri ile arşivde buluşmak üzere anlaşmışlar. Bu hikâye oraya gönderilmek üzere anlatıldı. Ana sütümüzün ve bizim Yunus’un hatırına dokunmasın, öykümüz şöyle:
İçindeki coşku, yaratıcı bir enerjiye sahip olduğunu söyleyip duruyordu kendisine. Ruhundaki bu gücü değerlendirmeliydi. Sen değiş, dünyan değişsin; dünyayı değiştir. Nereden duymuştu bunu? Kimin söylediğinin ne önemi vardı?”
“Düşüncesini eyleme koyduğunda tam da tasarladığı gibi olmuştu. Yaptığı “ufak tefek kazalar” ile akşam haberlerinde ilgiyi üzerine toplamayı başarmış, Barçın’ın ifadesiyle ‘viral listeler’deki yerini almıştı. Haber, “ön haber” etiketliydi ama olsundu. Saati önemliydi, getirisi önemliydi. “Difference® buna derim, influence® buna derim ben diye düşünüyordu. Amaç fark yaratmaksa, etkilemekse buydu! Tam burada “Koçum benim,” dedi kendisine, Bulduğu içeriği kız arkadaşıyla boğaz manzaralı bir çay bahçesinde kutladı; ama bundan söz etmedi ona.”
Gökhan Yılmaz - İpe Sapa Gelmez
“Uzun zamandır evde hiç yalnız kalmadığımı fark ettim. Bunu fırsat bildim. Kafamda bir sürü plan. Yapılacaklar listesi. Evde değişiklik falan. Kabuk değişimi. Duran her şey beni boğuyor. Pek de öyle düşündüğüm gibi olmadı. Evde yalnız kalınca bocaladım önce. Genelde beni yalnız bırakmazlar. Kendimle. Aman yalnız komayın. Ne yapılır, bilemedim. İçimde bir heves aradım. Sesler, renkler yok. Sağa git, sola gel, otur, kalk. Hava sıcak. Bir sıkıntı sekip gitti içimden. Kalkmalı, dedim. Saat geçiyor. Dalmışım. Pazar, insanın yıkılma günüymüş. Her şey durunca anlar insan nelerin aslında hiç akmadığını. Kalktım.”
“Çocuklar duvarlara resim yapmışlar hep. Sanki ilk kez görüyorum. Evde cıvıltı eksik. Ben de dışarı mı çıksaydım. Yok, bilerek istedim bunu. Bilmeden de mi ister insan. Sözde kafa dinleyeceğim. Ne varsa dinleyecek kafamda. Bıktım artık, ne hâli varsa görsün. Görsünler. Boşluk. Kâinat boşluk kabul etmez. Güneş gelip sokağa bakan pencereye dayanıyor. Pencere demirlerindeki tozları gözüme sokuyor. Buldum. Kalk boya şu pencere demirlerini. Sokaktan geçenlere renk olsun. Hayatımın tadını tuzunu kaçırdı bu. Saat geçsin. Kafayı kaldırıp bakınca bir canlılık görelim. Beraber, varsın olsun.”
“Oğlum ben çok üzüldüm. Sana bir şey anlatacağım, diyor annem. Annem genelde üzülür. Üzülecek hiçbir şey bulamazsa oturur buna üzülür. Bana üzülür. Bodruma üzülür. Çocuklara üzülür. Kiraya üzülür. Geçen saatlere üzülür. Pazar günlerine, boşalan köylere, ekilmeyen tarlalara, bozulan cevizlere üzülür. Durup durup içi sıkılır.”
Ömer Çelik - Yüksek Bir Yer
“Geçen gün psikoloğa gittim ve kendimi yüksek bir yerden atmak istediğimi söyledim. “Yani kendinizi öldürmek istiyorsunuz,” diye karşılık verdi hem tasdik hem itiraz bekler bir edayla. Bu hâli ikileme düşürdü beni, insanların beklentilerini karşılamayı severim çünkü. Onları hayal kırıklığına uğratmak istemem. Ne diyeceğimi bilemedim, acaba hangisini desem daha çok sevinirdi psikolog?”
“Söylemesi ayıp, psikolog da güzel kızdı. Allah sahibine bağışlasın. Bir de beni görsen: İşten zorla izin almışım, üstüm başım darmadağın, saçım sakalım ağıt yakıyor. Bilseydim kılık kıyafetime özen gösterirdim. Neyi bilseydin? Ne saçmalıyorsun oğlum? Kadına “Galiba deliyim,” demeye gelmişsin; iki dirhem bir çekirdek gelsen ne, çıplak gelsen ne? Yok, çıplak olsam iş değişir. Kesin deliyimdir o zaman.”
“Volkan salık verdiği için gitmedim tabii ki psikoloğa. Dünkü çocuk ne bilecek bu işleri. Boş bulunduk anlattık işte. Yine de dedikleri bir miktar doğru geldi ama kendim hallederim diye düşündüm. Lamba değiştiriyoruz, priz tamir ediyoruz sanki. Neyi halledeceksem kendim? Birkaç gün ucuz ve kolay ulaşılacak çareler aradım, sonunda bir kitap almaya karar verdim. İnternet’te reklamları önüme düşüp duruyor… Kendinize inanın, kendinizi geliştirin, sevin, mıncıklayın… Seyyar köfteciden şirkete giderken bir kitapçı var, oraya uğradım. Pek zamanım da yoktu açıkçası. Kişisel gelişim rafından birkaç kitap karıştırıp satın aldım aklıma yatanı.”
“Sağ bacağımı atıyorum dışarı. Oluyor galiba, bu ilk seferim, o yüzden heyecanlıyım biraz. Bir titreme geliyor. Soğuktan mı? Olabilir. Yok be, üç buçuk atıyorsun, ondan. Yani, o da olabilir. Ne yapsak, son bir dua? İntihar ederken? İntihar etmiyorum. Ölürsen intihar diye geçecek resmi kayıtlara. Ameller niyetlere göredir.”
Sebahat Meraki - Kakuleli Mantar
“Özlemini gülümsemesinin ardına saklayarak açtı dolabı. Tavuğu çıkarıp kakulenin yanına bıraktı. Bu baharatın keskin kokusu her seferinde başını döndürürdü. Misafirlerinin de aynı duyguyu yaşamasını umdu. Pencereyi açıp mutfağı ılık bahar havasıyla doldurdu. Elini yıkayıp bezelye, havuç ve patatesi haşlamak için suya attı. Hemen ardından haşlanmış tavuğu parçalamaya başladı. Ne kadar küçük olursa o kadar mükemmel olacaktı. Saplarını kopardığı büyük mantarların içine, karıştırdığı tavuk ve sebzeli harcı koydu. Son kez üstüne bir tutam kakule gezdirip fırına attı. Batmak üzere olan güneş mutfaktan yavaşça çekiliyordu.”
“Zaman geçmeyince ayağa kalkıp turlamaya başladı. Her şey olup bitene kadar sakinliğini korumalı ne olursa olsun bu akşamı atlatmalıydı. Ayak seslerinden de sıkılınca durup etrafı dinlemeye koyuldu. Kasabada çıt çıkmıyordu. Sessizlik sadece uzayıp giden bir sessizlik...”
“Adin vücudunu yediği tekmelerin arasından “Zehirliydi mantar.” dedi. Asker Adin’in üstüne çöküp boğazını sıktı ve nasıl düzeleceklerini sordu. Zar zor alabildiği nefesle “Düzelmeyecekler, birkaç saat sonra kalpleri duracak” dedi. Bunu söylediğinde zehirlenen iki asker de tıpkı general gibi yerde kıvranmaya başlamıştı. Onları öldürmüştü. Üstelik bunun farkında bile değildiler. Savaşın ortasında bir askeri mermiyle, bıçakla değil kakuleli mantarla öldürmüştü. Bu zaferin sarhoşluğuyla ölmek üzereyken bile kahkahalar atıyordu. Asker silahını çekip Adin’in alnına dayadı. Bulabildiği son güçle. “Bir ölü bile olsam onları ben öldürdüm.” dedi Adin. Bir ölünün ölümünden sonra cinayet işlemesi olası eğildi ama o bunu başarmıştı.”
Gözlük Dergisi’nden Âkif Sayısı
2021 yılı Âkif ve İstiklâl Marşı coşkusuyla devam ediyor. Çok iyi bir arşiv oluşuyor. Âkif’i daha iyi anlama ve tanıma için bir fırsat bu çalışmalar.
Gözlük Dergisi de arşivlik bir Âkif sayısı ile karşımızda. Dopdolu bir içerik hazırlanmış. Belki anlatılanların birçoğuna aşinayız ama konu Âkif olunca tekrarın her biri ayrı bir kıymette oluyor. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Âkif’in torunu Selma Ersoy Argon ile yapılan söyleşiden olacak.
“Bildiğimiz gibi, bu yıl İstiklal Marşımızın kabulünün 100. yıldönümü. Tüm yurtta etkinlikler ve konferanslar düzenleniyor. Ben de çevrimiçi yaptığımız söyleşilerle bu etkinliklere katılıyorum. 12 Mart'taki törenlerde Ankara'da bulunacağım. Sayın Cumhurbaşkanımızın ve TBMM Başkanımızın misafiri olarak inşallah hafta etkinliklerimizi hemde bazı açılışları idrak edeceğiz. Biliyorsunuz Sebilürreşad dergisi yeniden yayın hayatında. Ankara'da yürüttüğümüz çok özel çalışmalar var. Dergimizin genel merkezinde koordine edilen bu çalışmalar gençlerle buluşmalarla devam ediyor.”
“Dedemden dolayı elbette bana da toplum tarafından ilgi gösteriliyor. Çünkü ailemden dinleyip de öğrendiğim şeyleri birebir anlatmam mümkün oluyor. Dedemin inandığı, mücadelesini verdiği yolundan gitmeye çalışıyorum. Bu durumun zor bir yanı olması söz konusu olamaz. Severek ve gurur duyarak yapıyorum.”
“İstiklal Marşı, bizim bağımsızlığa olan inancımızı ve onu elde etme kararlılığımızı anlatan bir büyük bir eserdir. İstikbalimizin marşıdır. Tüm İslam alemine, mazlum coğrafyaya seslenir, kuvvet verir. Bu topraklara sadakati anlatır. İnançlarımıza, değerlerimize sadakatin gerekliliğini izah eder. "Korkma" diye başlayarak hem metin olmamızı, hem de cesaretimizi besler.”
“Asım, Akif'in gençlerde olmasını istediği özelliklere sahip, sembol bir karakterdir. Ruh ve beden yapısı sağlam, ahlakı temiz, bilgili, mert, vatan ve millet sevgisi ile dolu bir gençtir. Bizleri yarınlara taşıyacak olan neslin temsilcisidir.”
Dergide yer alan yazılardan paylaşımlar
“İslam dünyasında etkili olan, o günlerin kamuoyunda sevilen şahsiyetlerin tespit edilmesi işinde İstanbul’daki Alman Konsolosunun katkısı istenir. Konsolos içinde Mehmet Âkif’in de bulunduğu isimleri belirler ve bu isimler Alman imparatoru tarafından esir kampının durumunu incelemek üzere Almanya’ya davet edilir. Osmanlı coğrafyasında ve İslam dünyasında tanınan, eserleri ve icraatları ile haklı bir itibar sahibi olan şahıslar arasında Mehmet Âkif Ersoy, Abdülaziz Çaviş, Abdürreşit İbrahim, Şeyh Salih Et-Tunusi, Halim Sabit, Alimcan İdris gibi önemli şahsiyetler vardır. Bu şahıslar Almanya’nın şark siyaseti gereği Berlin’e davet edilirler. Bu kişilerden bir kısmı Teşkilat-ı Mahsusa tarafından görevlendirilirler. İlk görevliler Sebilürreşat gazetesi başmuharriri sevilen İslam şairi Mehmet Âkif Ersoy ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin tanınmış şahsiyeti Şeyh Salih Et-Tunusi’dir.” Nazım Elmas
“Marşın kuruluşu ustacadır. On kıta içinde bir millet için gerekli moral/ahlâki değerler yer almıştır. Ümit, cesaret, yüce değerler, kimlik tanımı, kendini bilme, vatanın önemi, toprağın vatan oluşunu sağlayan unsurlar; rahat, müsterih, asude eda ve şükrün ifadesi ile final kıtasına ulaşır. Akşam karanlığı ile başlayan şiir, sabah aydınlığı ile tamamlanmıştır.”
“Şiir, tamamlandıktan sonra arkadaşların- dan birisi tarafından bakanlığa iletilir ve Akif’in şiiri, seçilen 7 şiir arasında yer alır. Son olarak, Hamdullah Suphi, M. Akif’in İstiklâl Marşı’nı okur. Milletvekilleri artık onu ayakta dinlemektedirler. Meclis bu muhteşem eserle büyülenmiştir. Ses ve sözün bu kadar birbirine yakıştığı nadir anlardan biri yaşanılmaktadır. Milletvekilleri ve dinleyiciler eser okunurken heyecan ve beğenilerini hâkim olamadıkları alkışlarıyla ifade ederler. Bu sırada M. Akif ise mahcubiyetinden ve alçakgönüllülüğünden sessizce salondan ayrılmıştır. Dr. Adnan Adıvar başkanlığındaki meclis, M. Akif’in “İstiklâl Marşı” adlı şiirini, 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’te oyların büyük çoğunluğuyla Millî Marşımız olarak kabul etmiştir.” M. Abdullah Aslan
“Vatan şairi Mehmet AKİF ruhu bizim reçetemizdi, Rab’dan bir lütuf üzere. Yol haritamız onun kişiliği fikir düşünce yapısı… Dürüstlük erdemini en yüksekte yaşarken, kulluk, vefa, vatan ve insan sevgisiyle birleştiren, ender bir şahsiyete tanık olmuş tarih. Üç kişi, beş kişi demeden yüreğindeki aklığı paylaşan, yol alan, aldıran, birçok işi bir arada yürütebilen spor ve sanat özellikleri ile de süsleyen nadide bir yaşantı idi onun ki, onca yokluğa, sıkıntıya rağmen. İşte asım neslinin oluşması hayali ve rüyasını o yıllardan görüp gösterme arzusuyla yanıp tutuşmuş, amellerini niyetlerini bu minvalde birleştirmiştir. Bu bitmeyecek uzun bir rüyadır ve var olacak büyük bir dava! kıyamete kadar…” Nilüfer Zontul Aktaş
Şiirlerinde Allah inancına, ümmet bilincine, İslam akidelerine ve ahlakına yer veren Mehmet Akif, mezarlıkları da ölümü ve sonraki hayatı hatırlatan, dünyanın faniliğini hissettiren ve insanın ebedî yurduna gidişini sembolize eden uhrevi bir hikmet kapısı olarak ele alır. İslami tefekkürde bireyin dikkatini ölüme, ölümden sonraki ebedî hayata çeviren ve bu dünyanın faniliğini hatırlatan mezarlıklar birey için aynı zamanda bir tefekkür vesilesidir. İstiklal Marşımızın “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı/ Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.” dizelerinin verdiği mesajlardan biri de mezarlıklardaki tefekküre benzer bir düşünmeyi öğütlemesidir. Akif “Mezarlık” şiirinde de eserine tefekküre teşvik ederek başlar. Şiirin devamından anlıyoruz ki Akif’in mezarlığa bakıp da gördükleri, bir mekâna göz atmanın çok ötesinde. Bakmak değil Akif’in yaptığı, görmek. Bir mezarlığı iyilik ve barış iklimi olarak tanımladığınız hiç oldu mu? Kimsesizlerin ferahlık bulduğu bir yer olarak tanımlıyor Akif ve devam ediyor:
“Ey marifet iklimi, öyle feyizli ki mayan senin:
Gölgeliğinden çıkarken ruh olur her beden senin!” Gülsüm Suyer
“İstiklal Marşı geçmişten günümüze özgürlük içinde yaşamış Türk milletinin azmini, heyecanını ve sarsılmaz inancını yansıtan dizeler bütünüdür. Bu dizeler bütününde vatan sevgisi, özgürlük ve bağımsızlık kavramları somutlaştırılmış ve bayrak, vatan, tarih ve millet kavramlarıyla birleştirilmiştir. Millî birliğimizin yaşanan bir sembolü hâline gelen bu marş, okullardan salon etkinliklerine, kışlalardan statlara her yerde herkesin hep bir ağızdan saygı, minnet ve heyecanla söylediği ve dinlediği ve kuşaklar arasında en önemli sosyal bağlardan birini oluşturan bir marştır. Milletimizin maddî ve manevî bütün değerlerini en güzel şekilde ifade eden Türk İstiklal Marşı, dünya milletlerinin marşları içerisinde en anlamlı ve en güzel olanıdır.” Kürşat Efe
“Âkif'in vatan için gözünden akıttığı her damla, öyle büyük bir sel olmuştur ki, vefatının ardından yıllar geçse de bizi sarsmaya yetmiştir ve sarsmaya devam edecektir. Çünkü kendimize gelmeliyiz, sefihlerin sonu gelmesi için şahsiyet sahibi nesiller yetiştirmeliyiz.” Bir vatan uğruna Yâ Rab ne güneşler batıyor.” İstiklale ve istikbale nefes olsun diye toprağa doğan güneşler, asırlar geçse de bu toprağı ziyasıyla aydınlattı ve aydınlatmaya devam edecektir de, yeter ki vefasızlık betonundan koruyalım bu yurdu. O zaman görün ne yıldızlar şavkıyacak, ne güneşler dirilecek bu topraklardan. İstiklal bizim vazgeçilmezimizdir.” Miray Soysal
Gözlük’ten Şiirler
İstiklalden İstikbale giden yolculuğun başlangıcındayım.
Kalemim titrek, dilim lâl ama yüreğim ateş gibi har.
Ben, Korkma! Diye seslenen yüreğin bu toprakları emanet ettiği nesilim.
Ben, ezelden ebede hür yaşamış ve hür yaşayacak milletin sesiyim!
Ne paraya ne de mevkiye meyletmeden duvara kazınan dizeler
İnancını ve umudunu kaybeden bedenlere nefes oldu birer.
Neydi gecenin zifiriğinde Asım’ı uyutmayan bu sebep?
Mürekkebin ucuna sığınmış, semaya kafa tutan yegane bir hürriyet!
Hürriyet için verilen şanlı direniş bu olsa gerek.
İmanı zırh edinmiş bayrak sahiplerini, durdurur mu hiç tümsek!
Kaç asır geçerse geçsin dillerden düşmeyecek bir emanet.
Kolay yazılmadı bu tarih mahşere dek de silinmeyecek
Dilek Bayraktutar
Şehadetlerin temeli ezanımız, duruyor Akif’in tertemiz kaleminde
Hep inletmek için ezanı yurdun üzerinde, Asım’ın nesli hep tetikte
Düşmanlara vermiyor geçit, dağlardan ovalardan yurdun dört bir tarafından
Türk askerinin gövdesi dün olduğu gibi bugün de duruyor siperde
Yüz sene oldu tamı tamına resmen kabulünün İstiklal Marşımızın
Asırlık bir çınar gibi duruyor kalbimizde, yıllandıkça önemi daha da artıyor
Bugün okurken de günümüzü aydınlatan, tarihten ibretlik dersler aldıran
Bir öğretmen oluyor Akif’in kalemi, Asım’ın neslini aydınlatıyor
Sabriye Tüzüner
Açkıkkara Sayı 38
Her sayısında görüyoruz ki Açıkkara’ya ihtiyaç var. Büyük bir boşluğu dolduruyor dergi. Güldüren ve düşüren bir dergi Açıkkara.
Kızın Var Sızın Var
Tacettin Şimşek yine keyifli bir hikâye ile yer alıyor dergide. Yer yer gerçek hayattan kesitler diyebileceğimiz bir hikâye okurları bekliyor.
“Kız babası olmak zordur. Peki, ne kadar zordur? Tahmin edemeyeceğiniz kadar... Kız babaları damdan düştükleri ya da bir gün düşecekleri için iyi bilirler. Sözüm damdan düşmeyenler ve düşmeyecekler için. Göz bebeğinizin bir gün sizi terk edip çok uzaklara gideceğini bilmek ve her an tetikte olmak... Kız babasının kâbusudur bu. Bundan kurtuluş yoktur. O zalim gün bir gün gelecektir. O hain kampana bir gün çalacaktır. Bir gerilim filminin aksiyon sahnesi eninde sonunda yaşanacaktır. Olayın ciddiyetini kavradığınız andan itibaren beş vakit namaz, yedi vakit yalvarmalarınız başlar: “Allah’ım, hayırlı bir kısmet, temiz insan evladı, helal süt emmiş biri…” Bakmaya kıyamamış, sevmeye doyamamışsın. El oğlu alır gider. Adı üstünde el oğludur. Ya hoyratsa... Dilden, hâlden, yoldan, gülden anlamıyorsa… Allah korusun!”
O gece hiç uyumadım. Ertesi akşamın provasını yaptım. “Ne var ki,” dedim kendi kendime, “hâli, tavrı, tipi hoşuma gitmezse kovarım. Elin ipsizine, sapsızına, kopuğuna verilecek kızım yok benim.” Bu karar, azıcık da olsa rahatlattı beni.
Beklenen akşam geldi çattı. Bizim evde bir telaş, bir telaş...
Eşim: “Tıraş ol, Burhan!” dedi. Oldum.
Kızım: “Takım elbise giy, baba!” dedi. Giydim. Kan kırmızı kravatımı getirdi. “Bunu tak, baba!” dedi. Taktım. Takım elbiseyi sevmeyen, kravattan nefret eden ben… Sanki bana görücü geliyor.
…
Kızımın ağzı kulaklarında. “Baba, dedi, Gürhan sizi beğenmiş. Annen, baban iyi insanlar. Onlara damat olabilirim, diyor.” Bizi beğendi ha! Kaynatalığa, kaynanalığa layık gördü. Büyük onur! Şükürler olsun, Allah’ım! Kimin kimi beğenmesi gerektiğinin ne önemi var, canım. Kızımız onu beğenmiş ya! Yetmez mi? Yarın, öbür gün gelirler, isterler; sözdür, yüzüktür, nişandır, nikâhtır, düğündür, derken bakarsın ki kızın uçup gitmiş. Bacanak Turhan’dan sonra elde var bir milyoner kafiye daha: Damat Gürhan… Espri yapmaya çalıştığıma bakmayın. İçim kan ağlıyor. Kızın varsa sızın vardır. Dememiş miydim, bu hikâye bin kelimeyi bulur diye? Buldu, hatta geçti bile.
Nasreddin Hoca Jüri Olursa
Halit Yıldırım, ince göndermeleri olan bir hikâye ile Açıkkara’da. İşin içinde Nasreddin Hoca da olunca karşımıza çıkacak her şeye hazırız.
Kadı Efendi fenalık geçirince hemen hükümet sertabibi Şifa Efendi kadılığa çağrıldı. Şifa Efendi beraberinde getirdiği lokman ruhunu Kadı’ya koklatınca Kadı gözlerini açtı. O esnada hazır edilen bir bal şerbetini de içince biraz daha aklı başına gelmişti. Hemen Hoca’ya üstü kapalı bir şekilde: “Hoca bu işi nasıl halledersen hallet. Benim daha fazla entrikaya yüreğimin dayanacağı kalmadı.” dedi. Hoca kavuğunu “evet” anlamında salladı. “Siz hiç merak buyurmayın efendim. Göreceğiz el mi yaman bey mi yaman.” Hoca bir müddet daha kaldıktan sonra oradan ayrıldı. Hemen mecmuasının yazıhanesine gitti. Cafer Efendi onu orada bekliyordu.
…
Cafer, boynunu büküp oradan çıktı. Bir müddet o civarda dolaştı. Sonra bir de baktı ki Hâce-i Terakki’den Efsuni Baba sinsi sinsi gelip Nukud Efendi’nin yanına oturdu. Cafer de onları duyabileceği bir masaya oturdu. Efsuni Baba direk söze girdi: “Efendi, vaat edilen parayı getirdim. Beni birinci ilan etmeyi temin ederseniz takdim edeceğim.” Nukud Efendi pençesine düşürdüğü avı ile biraz oynamak isteyen arslan edasıyla: “Vallahi Efsuni Efendi, seni dereceye sokarım ama bu para ile birincilik vaat edemem. Zira Kardelen Ayşe Hatun haber salmış. Bu ara hakkında çıkan dedikodular yüzünden bayağı itibar kaybettiğini, bu müsabakada birinci seçilmesi durumunda üç bin akçe vermeye hazır olduğunu söylemiş.”
…
Cafer de doğruca Nasreddin Hoca’nın yanına gitti ve gördüklerin anlattı. Nasreddin Hoca da hemen Kadı’nın yanına gitti. Kadı Efendi, Hoca ile durumu müzakere etti. Yapılacak şey Nukud Efendi’nin listesini beklemekti. Nukud Efendi ikindi sonrası gelerek elindeki listeyi Kadıya verdi. Listenin altında Muasır Efendi, Kadim Efendi ve Nukud Efendi’nin mühürleri basılıydı. Nukud Efendi: “Kadı Efendi, heyet-i mümeyyizedeki bu eşhas malumunuz birbirleri ile asla ve kat’a yan yana gelmezler, birbirileri ile kanlı bıçaklıdır. Bu imzaları zar zor topladım. Ama bu adamlar şiir sanatını çok iyi bilirler. Üçü de ittifakla bu isimleri belirlemiş. Şaşırdım ama aynen öyle.”
…
Hoca, kadılıktan ayrıldıktan sonra hemen mecmuasına gitti. Orada kendisini bekleyen Cafer Efendi’ye durumu anlattı. Cafer Efendi bu isimleri ilk defa duyuyordu. Ertesi gün ilk işi olarak Nukud Efendi’yi takibe başladı. Sonunda sahte isimlerle adamlar ayarladığı ortaya çıktı. Beklenen gün gelip çatmıştı. Kadı Efendi birincilik ödülünü vermek için Kardelen Ayşe Hatun’u kürsüye davet ettirmişti ki seyirciler arasından bir kadın: “Sen benim kocamı şiirler yazıp ayartan dilbersin ha! Sana yedirir miyim kocamı?” diye bağırarak sahneye fırladı. Kadın, Cihangir Efendi’nin eşinden başkası değildi. Kaşla göz arasında sahneye çıkıp Kardelen Ayşe Hatun’un peçesini çekip aldı ama herkes şok olmuştu. Peçenin altından bir adam çıkmaz mı? Nukud Efendi bile şaşırmıştı.
…
Nasreddin Hoca kürsüye geldi. O kürsüye çıkınca herkes sus pus oldu. Hoca gülerek: “Ey Konya ahalisi, Sizin Nasih Efendi, Muasır Efendi, Celal Cahit Efendi, Kadim Efendi olarak bildiğiniz kişilerin hepsi de Nukud Efendi’dir. Sabah ayrı kılıkta akşam ayrı kılıkta görünür. Efsuni Baba, Fakızade Dursun, Kardelen Ayşe Hatun olarak bildikleriniz de Cihangir Efendi’den başkası değildir. Bunlar farklı mecmualarda gâh birbirlerine düşmanlık eder gâh methiyeler düzer. Bana da o hain iftirayı atanlar ve beni dolandıranlar da onlardır. Bu müsabakada da parayla tüm dereceleri satın almaya kalktılar. Gelelim bu sene tertip ettiğimiz Deruni Aşk Şiirleri Müsabakası’na… Maalesef bu dalavereciler yüzünden dereceye haiz eser bulunmadığı için ödül verilememiştir. Gördünüz ya parayı veren her zaman düdüğü çalamaz. ” dedi ve kürsüden indi.
Hababam Sınıfı Karantinada
Korona Hababam sınıfını da vurur mu vurur. Mehmet Pektaş, yaşadığımız günleri Hababam sınıfı ile buluşturmuş. Ortaya da çok keyifli bir hikâye çıkmış.
“Korona virüs yüzünden okullar kapatılmış, uzaktan eğitime geçilmişti. Mahmut Hoca, öğrencilerin yokluğunda rahat etmesi gerekirken meslek hayatının en yoğun yıllarını yaşıyordu. En büyük sıkıntı öğretmen kadrosunun çok yaşlı olması, EBA’yı kullanamamaları, Zoom’a bağlanamamalarıydı. Felsefe öğretmeni Akil Hoca’nın gözleri iyice zayıflamış, tarihçi Paşa Nuri’nin kulakları duymaz olmuştu, Külyutmaz “Bana kimse kül yutturamaz ben adamı internetten bile enselerim.” dese de Hababam Sınıfı tarihinde çekmediği kopyayı uzaktan eğitimde çekiyordu. Bazıları soru sorulduğunda tıpkı cevap veriyormuş gibi sadece dudaklarını kıpırdatıyordu, bazıları ise hiç kımıldamadan duruyordu. Külyutmaz, öğrencilerin soruyu cevapladığını veya ekranın donduğunu sanıyor, bilgisayarının ayarlarıyla oynuyordu. Kimisi bunlarla da uğraşmıyor, daha önceden telefona çektiği videoyu bilgisayar kamerasının önüne koyup keyfine bakıyordu. Kimyacı Şevket Hoca, dersin yarısına doğru ancak bağlanabiliyor, “Sesim geliyor mu, beni görüyor musunuz?” derken ders bitiyordu. İnternette en aktif olan Badi Ekrem’di. O da interneti ders için değil daha farklı amaçlar için kullanıyordu. Facebook, İnstagram, Twitter, Tiktok gibi bütün sosyal medya sitelerine üç beş farklı isimle üye olmuştu. Genç ve güzel bayanlara arkadaşlık istekleri gönderip duruyordu. Buradan bir şey çıkmayınca kendine bir Youtube kanalı açmıştı. Burada kiremit kırma, uzun atlama, ata binme, gülle ve cirit atma videoları çekiyordu. Badi Ekrem, birkaç video programını da kullanmayı öğrenmişti. Bu programlar sayesinde çekiçle kırdığı kiremitleri yumrukla kırmış gibi gösteriyor, birkaç metrelik atlayışları sekiz on metre gibi gösteriyordu. Ayrıca profil resmi yaptığı fotoğraflarda kendisini gençleştiriyor, yüzünü rötuşluyor, vücudunu atletik hâle getiriyordu. Edebiyat öğretmeni Zühtü Hoca emekli olunca onun yerine Mehmet Hoca gelmişti. Mehmet Hoca orta yaşa merdiven dayasa da okulun en genç öğretmeniydi. Onun da elinden telefon düşmüyordu. Badi Ekrem’den sonra interneti en iyi kullanan oydu. Hatta Mehmet Hoca, bir grup arkadaşıyla internet üzerinden bir de mizah dergisi çıkarıyordu.”
“Okulun açıldığı ilk günler okula koşarak gelen öğrenciler çok geçmeden sıkılmaya başladılar. Uzun süre okuldan uzak kaldıkları için rahata alışmışlardı. Bütün gün maske ile durmak, derslerde ve teneffüslerde birbirleri ile temas etmeden vakit geçirmek onlara zor geliyordu. Ders dışında ise Mahmut Hoca sürekli peşlerindeydi. Pandemiden önce sigara konusunda göz açtırmayan Mahmut Hoca, şimdi ise maske, mesafe, temizlik konularında taviz vermiyordu. Hababam Sınıfı’nın en çok canını sıkan şey ise hafta sonu yasaklarıydı. Normal zamanlarda bile Mahmut Hoca’nın hafta sonu izinlerini iptal etmesi korkulu rüyalarıyken şimdi bu korkulu rüya bütün hafta sonları için kalıcı hale gelmişti.”
“Çok geçmeden Damat Ferit’in hemşire bir kız arkadaşı sayesinde sahte rapor aldığı ve Hababam Sınıfı’nın sırf derslerden kaçmak için numara yaptığı anlaşıldı. Bu arada sahnede çiftetelliye kendini kaptıran Badi Ekrem iyice coşunca üzerindeki incecik tulum yırtıldı ve maskesi yere düştü. Etrafındakilerin kendisine şaşkın şaşkın baktığını görünce Mahmut Hoca’ya döndü. Önce Mahmut Hoca ardından da Mehmet Hoca maskelerini indirmek zorunda kaldı. Hocaları karşılarında gören öğrenciler donup kaldı. Sadece Şaban, onları fark etmemişti. Diğer öğrencilerin kaş göz işaretlerinden de anlamadı. Sigarasını yaktıktan sonra dumanını havaya savurdu. Mahmut Hoca: “Şaban! Nedir o elindeki?” diye bağırınca ayağa fırladı. Önce sağa sola sonra elindeki sigaraya baktı: “Sigara!” dedi masum bir ifadeyle sonra da arkadaşlarına dönüp: “Kim verdi ulan bu sigarayı benim elime? Sen mi verdin yoksa lan?” deyip Tulum Hayri’ye okkalı bir tokat patlattı. Tulum: “Bana ne vuruyorsun oğlum, kendin yaktın ya!” dedi. Şaban bu defa: “Eşşeoğlu eşşek Şaban, babam hariç!” deyip kendine bir tokat attı. Sonra: “Mahmut Hoca, Hoca Mahmut, sen de mi karantinaya girmeye karar verdin yoksa? Ah canım benim gel seni bir öpeyim!” diyerek hocalara doğru yöneldi. Mahmut Hoca, yan tarafındaki fırça sapını kavradı. Mehmet Hoca faraşa sarıldı. Badi Ekrem: “Heyyt hayvan herifler” deyip karate pozisyonuna geçti. Tam ortalık karışmıştı ki kapıdan ak saçları geriye taralı, alnının açıklığı iyice ortaya çıkmış, ihtiyar zayıf bir adam girdi. Herkesin gözü önce içeri giren adama sonra da “Bu kim?” dercesine birbirine çevrildi. Mehmet Hoca kısa bir şaşkınlıktan sonra: “Rıfat Ilgaz bu? Tanımadınız mı? Hababam Sınıfı’nın yazarı.” dedi. Bunun üzerine Herkes onun yanına koştu.”
Çin Pazarı
Zekeriya Çakabey’in Çin Pazarı hikâyesi anı tadında güzelliklerle buluşturuyor bizi. Uzak, yakın, hüzün- sevinç iç içe.
“Uzun yılları Antep’te geçmişti ve kendi becerileriyle öğrendiği ustalığı onu araba tamiratından, jeneratöre, motordan elektrik santrallerine hemen hemen her alanda söz sahibi yapmıştı. Bunlardan dolayı kendisine Antepli Usta denirdi. Şimdi de aylardan beri uğraştığı hidroelektrik santralinin yapımı tamamlanmıştı. İlk defa bölgedeki evleri elektrikle tanıştırmanın mutluluğunu yaşıyordu. Ustanın elleri kadar dili de nükte yapmada maharetliydi. İşte böyle tüm neşesinin ve nüktedan tavrının üzerinde olduğu bir gündü. Ortalık sessiz ve sakindi. Mangalı getirip ceviz ağacının altına koydu koydu, masa ve sandalyeleri ayarladı. Arkasından içeri girip: “Hanım bugün güzel bir kebap yapalım. Ne dersin?” dedi. Hanımı hafif dudağını bükerek: “Etleri hazırla diyorsun yani!” diye cevap verdi. Usta: “Şu senin anlayışına hayranım.” diyerek dışarı çıktı, mangalın başına geçti.”
“Şuna bak be hanım, öbürleri çok ama yok! Siyah kedi gözdağı vererek işi götürüyor. Demek ki bu sistem her yerde aynı. Büyük balık küçük balığı yutar hesabı. Ben dinamoların ustalığını iyi bilirim, elektriğin artısını, eksisini, topraklamasını iyi bilirim. Kebabın en güzelini ben yaparım amma bu insan ilişkilerine pek aklım ermez.” dedi. Kadın manzaraya göz ucuyla bakıp: “Ben salata yapmaya gidiyorum. Kebapları yakmayasın ha!” deyince usta hemen yerinden fırladı, şişleri çevirdi. Bir süre sonra pişenleri koymak için tabak lazım oldu. Yerinden kalkıp eve doğru yönelmişti ki ikinci bir şangırtıyla irkildi, kara kedi etli şişi kaptığı gibi sıçradı. Usta ne kadar bağırıp çağırsa da fayda etmedi. Kara kedi, gözden kayboldu. Usta kafasını sağa sola çevirdi: “Ulan ben de Antepliysem, senin hesabını sorarım.” dedi. Hamını mangalın başında bırakıp evin arkasında top oynayan çocukların yanına gittti. Çocukları karşısına alıp: “Kedilerin iyi para ettiğini biliyor musunuz?” dedi. Kimisi “Yok!” dedi, kimisi “cık” diye bir ses çıkardı.
…
“Seni tek başına Göksun’a bırakmam lazım ama neyse” dedi ve onu da bıraktı. Arabayı eve doğru sürdü. Eve geldiğinde çay hazırdı. Bir bardak doldurup ceviz ağacının altındaki sandalyeye kuruldu. Tam ilk yudumu almıştı ki “miyav” sesiyle geri püskürttü. Önde kara kedi, arkada diğerleri koşarak bahçeye girdi.
Açıkkara’dan Şiirler
Şu bizim ülkeye bi haller olmuş
Tepeden tırnağa her şey satılık
Hepsinin üstüne, raf ömrü dolmuş
Tezgâhta kokmaya başlamış balık
İğneden ipliğe pamuktan beze
Her şeyin ruhunda sahtekârlık var
Şaka falan değil güdümlü füze
Gibi görünüyor tezgâhta hıyar
Piyasalar ölü, fiyatlar mermi
Hâline hiç gülme tesbih çekerken
Bir insan durmadan küfür eder mi?
Her yerde öptüğü ekmeği yerken
Ercan Sağlam
Merhametten doğar maraz
Korkma kıştan, önümüz yaz
Bu ne nefret, bu ne garaz
Şer, Hakk’ın neyini gördü?
İyiliği unutanlar
Büyük lokmalar yutanlar
Dağları mesken tutanlar
Kirli her şeyini gördü
Meydanları dar edeni,
Kışları bahar edeni,
Hakikati yâr edeni,
O asil huyunu gördü
Her canlı çeker soyuna
Kurt esir oldu koyuna
Oyuncu geldi oyuna
Isınmış suyunu gördü
M. Nihat Malkoç
Dümenimiz kırık pusula bozuk
Bu gemi limana varır mı bilmem
Tükettik kalmadı ne aş ne azık
Sırtımızda hırka durur mu bilme
Yazı bırakıp da girerken kışa
Umudu bıraktık hayale düşe
Bilemeyiz artık ne gelir başa
Ömrümüz baharı görür mü bilmem
Bağrımızı açtık türlü dertlere
Kendi yurdumuzda kaldık yadlara
Meydan bırakıldı üren itlere
Bu kervan yolunda yürür mü bilmem
Abdullah Karabacak
Sonra iki bin dokuz martın yirmi beşinde
Yine bir helikopter rengi kan kırmızısı
Kartal bakışlı yiğit sonsuzluğun peşinde
Hâlâ yüreklerdedir alev gibi sızısı
Yüzündeki tebessüm şehadetin rengiydi
Asmıştı sancağını ölümün otağına
Duruşundaki heybet Elif’in âhengiydi
Sonsuzluk çekiyordu arslanı Keş Dağı’na
Şimdi Tatvan dediler on bir şehit dediler
Osman Paşa dediler gördüm dü bir karede
Asker eğilmez deyip hep eksik söylediler
Bükülmez imanıyla eğilmişti secdede
Öyle ya secde izi en çok asker alnına
Yakışırdı çünkü o göklerden izlenirdi
Öyle öğrendik bizler düşlerimizde bile
Görür isek bir asker temsil melek denirdi
Mehmet Osmanoğlu
Tacettin Şimşek
Başka yerin yok mu senin gidecek
Durmadan cebime park ediyorsun
Bir sürün kaldı mı artık güdecek
Kimin tarlasını herk ediyorsun
Tayyib Atmaca
Sorgularım yıllar yılı kendimi
Alanım dışına park etmiyorum
Sağlam yaptım yüreğimde bendimi
Tarlam kıraç değil herk etmiyorum
Tacettin Şimşek
Farz et ki pişmedim henüz hamım ben
Ne yarım insanım ne de tamım ben
Aslında sabırlı bir adamım ben
Damarıma telaş zerk ediyorsun
Tayyib Atmaca
Dilinle kazdığın kuyuya düşme
Ham sözün altını üstünü deşme
Küheylana bindin diyerek şişme
Semerlere talaş zerk etmiyorum
Tacettin Şimşek
Canına okudun bin bir anımın
Akışı değişti sakin kanımın
Bindiğim demirkır küheylanımın
Derisini yüzüp kürk ediyorsun
Tayyib Atmaca
Yoldaki yolcunun atın tavlamam
Söğüt düdük gibi çabuk kavlamam
Avlarsam aslandan başka avlamam
Atın dersini kürk etmiyorum
Teşekkür ediyorum Üstat.
Selamlar