Güneysu 126. sayı
Baharı selamlayan çiçekli bir kapakla karşımızda Güneysu dergisi. İçimizdeki bahar sevincinin bir tezahürü bu. Hem de dünya olarak sıkıntılı günler yaşadığımız şu zamanlarda… Bir yanımız virüsle kırılırken bir yanımızın bahar bahçe olması ne güzel. İşte bu umut bizi ayakta tutacak ve özlediğimiz günlere kavuşturacak.
Selamlama yazısından:
“126. Sayımızla karşınızdayız. Karantina günlerinin sayısı oldu, bu sayımız. Koronavirüs sebebiyle evlere sığınan insan, evrene yaptıklarının cezasını çekiyor. Artık yeni bir döneme giriyor insanoğlu. Savaşlar virüslerle yapılacak, silah virüsler olacak. “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diyen Köroğlu, virüs için ne derdi?
“Evde Kal Türkiye” çağrısı ile çeşitli kültür sanat ve edebiyat faaliyetleri yapıldı. Birçok dergi, kütüphane kaynaklarını okurlara açtı. Kültür Bakanlığımız devlet tiyatroları arşivini paylaştı... İlginç bir dönemi, benzerine rastlanmayacak bir serüveni yaşıyoruz belki. Evde kalarak birçok şeye ihtiyacımızın olmadığını ve de birçok şeyden nasıl vazgeçtiğimizi gördük bir bakıma.
Evde kalmakla bazı şeylerin kıymetini anladık. Dünkü sıradan gördüğümüz hayat, bugün lüks oldu. Ailenin kıymeti daha iyi anlaşıldı. Aslında Avrupa’daki ölümlerin yarısı virüsle, diğer yarısı ailesizlik, bakımsızlık... Dolayısıyla aile kültürümüzün ne kadar önemli olduğunu anladık.”
Güneysu’da Türküler geçidi
Halil Atılgan türküler eşliğinde bir yazı ile katılmış Güneysu’ya. Türkü demek dert, keder, ayrılık demektir. Kadersiz Türküler diyerek; “Kadem bastı gönül tahdı a sultanım sefa geldin”, “Ben feleği gördüm taştan inerken”, “Çökertmeden çıktım Halil'im”, “On dört bin yıl gezdim pervanelikte” ve “Haydar Haydar” diyerek türkülerin dünyasına davet ediyor bizi. Türkülerin hikâyelerinden, söyleyiş farklılıklarına ve yanlış söyleniş şekillerine kadar ayrıntılı bilgiler yer alıyor yazıda. Türkülerin kadersizliği de asıllarından uzaklaşmak olsa gerek.
Yazıdan örnek olarak Ben feleği gördüm taştan inerken gördüm türküsü ile ilgili bölümü buraya alıyorum.
II. Türkü: Ben feleği gördüm taştan inerken
Yöresi :Bayburt
Kaynak Kişi :Remzi Çavıldak
Derleyen : Ahmet Yamacı
Derleme Tarihi : Repertuvar sıra no: 1388
Türkünün söz yanlışlığına göçmeden öce felek kavramı üzerinde durmak isterim. Felek Arapça kökenli bir sözcüktür. Falak sözcüğünden türemiştir. İzafi bir kavramdır. Türkçemizde çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır:
I: Gök – Gökyüzü – Sema
II: Askeri mızıka takımında zilli bir çalgının adı.
III: Dünya – Âlem
IV: Yazgıyı belirlediğine inanılan güç. Kader – Talih – Şans Dünya – Âlem anlamında da kullanılmaktadır.
Bir de çarkı felek vardır. Güzel – büyük – kırmızı ve parlak çiçekleri olan otsu ve tırmanıcı bir bitkidir. Duvar kenarlarına ve kameriye çevresine ekilir. Kısaca fırıldak çiçeğinin adıdır. Mendilim benek benek / Ortası çarkı felek dizesiyle başlayan türküde çarkı felek anlatmak istediğimiz çiçeğin ta kendisidir. Bu açıklamalardan sonra şimdi de türküdeki söz yanlışlığına bakalım. Nasıl başlıyordu türkümüz.
Ben feleği gördüm taştan inerken
Kırıldı kanadım celvan ederken
Pervan dönerken
Daha önce feleğin izafi bir kavram olduğunu söylemiş, felek sözcüğünün de açıklamasını yapmıştık. Yaptığımız açıklamalara göre felek nasıl taştan iner ki…
Taştan inmesi için eli ayağı olması gerek. Olmadığına göre felek taştan inmez. Ancak arştan iner. O halde türkünün doğru sözünün Ben feleği gördüm taştan inerken değil "arştan" inerken şeklinde okunması gerekir. Türkünün ikinci dizesi de yanlış okunmaktadır. Kayıtlarda ikinci dize: Kırıldı kanadım celvan ederken / pervan dönerken şeklindedir. İkinci dizede "celvan" olarak kayıtlara geçen sözcük "celvan" değil "cevlan" ederkendir. O da gezinmek, tur atmak, dolaşmak anlamındadır. İkinci dizedeki pervan sözcüğünün anlamı ise: Geceleri ışık çevresinde dönen küçük kelebektir. Dizenin ifade ettiği anlam ise: Kelebek gibi gezinirken dolanırken kanadım kırıldı anlamındadır. Bu açıklamadan sonra türkünün doğru sözlerinin nasıl okunacağına birlikte bakalım:
Ben feleği gördüm arştan inerken
Kırıldı kanadım cevlan ederken /
Pervan dönerken şeklinde olması gerekir. İnşallah türkü severler bundan sonra adı geçen ürkülerimizi düzelttiğimiz şekliyle okurlar bizim de attığımız taş yerini bulur.
Hocalının şehit çocuklarına
Manzar Niyarlı Hocalının şehit çocuklarına ithaf ettiği yazısı ile yer alıyor dergide.
“Şoför arabayı döndürdü. Uzaktan yakılmış evlerin sütunları hayalet gibi gözüküyordu. Eve yaklaştılar. Askerlerden ikisi Hacer'i indirip, avluya girdiler. Kız askerleri evin arkasına götürdü. Dokuz yaşlı Araz ahırın yanında yumuşak bir yer bulup, kan ter içinde kardeşine mezar kazıyordu. Mezar artık yarıya kadar kazılmıştı. Askerlerin gözü doldu. Yavaşça Araz'ın kolundan tutarak onu mezardan uzaklaştırdılar. Sonra küçük Leylanın cesedini kucaklarına alarak, mezara koyup, üzerini toprakladılar.
Daha sonra askerler köyde yalnız kalmış bu iki küçük kardeşi de alıp oradan uzaklaştılar. Buz gibi soğuk çadır şehirciği onların yolunu bekliyordu.
Yakılmış, talanmış köyleri, galiba hiç bir zaman onların çocuk hafızasından silinmeyecekti. Şu iki günde görüp yaşadıkları vahşilikten onların çocuk gözlerine insanı sarsan vahim, bir de nefret hissi çökmüştü.”
Teşekkürler İlkay Coşkun
İlkay Coşkun, Güneysu için benimle bir söyleşi gerçekleştirmişti. Uzun soluklu, derinlikli bu söyleşi için İlkay Coşkun’a teşekkür ediyorum. Söyleşiden bir bölümü buraya alıyorum.
“İlk şiirlerimde bireysel bir durum hakimdi. Merkeze kendimi aldığım şiirlerdi bunlar. Yani “Tenhalayın Kalbimi” diyerek yalnızlığı arzuladığım şiirler. Daha sonra sorumluluğu olan ve bireysellikten uzak, derdi olan şiirler yazmaya başladım. Elbette bu değişim yaşla da ilgili. Dünya Telaşı'nın insanları kuşattığı bir zamanda doğru olanı işaret etmek gerek diyen bir şair sorumluluğu ile hareket etmeye başladım. Ben değil “biz” diyen bir sesti bu. Biz, yani büyük bir coğrafya. Ümmet coğrafyasının sesi olan şiirler yazdım. Bu ses artık beni kuşattı. Derdi olan, meselesi olan bir sesle artık şiirler yazıyorum. Yer yer epik bir seslenişi kullandığım, “Dik durmak gerek zulmün karşısında.” dediğim şiirler bunlar.”
Güneysu’dan şiirler
Şefkatinle kılıp nazar,
Kulum desen yeter bana.
Bu da benim bir günahkâr
Kulum desen yeter bana.
Canım çıkınca pazara,
Dostlar başlar âh u zâra.
Tenim inerken mezara,
Kulum desen yeter bana.
Bestami Yazgan
Senin sevgin ile erdim emele
Nur'un vahit ahirinden evvele
İsm-i alin doksan dokuz besmele
Sen Esma'sın, sen Hüsna'sın sevdiğim
Aşık Feymani
Güpegündüz vurdular gökkuşağını
Sağ elim kesikti on bir dikişli ,
Sol elimle tutayım dedim yeşili
Oracıkta can verdi kırmızı
Çaresiz göğe çekildi mavi
Toplayamadı binlerce çocuk sesi bile
Çöken akşamın alacasını
Düştü gözlerden birkaç damla aşağı
Kim vurduya gitti görseniz
Koyu vurgun yemiş gökkuşağı
Ahmet Doğru
Bozuluyor her şeyin düzeni
At sımsıkı tutuyor tayı
Yarışa kalkıyoruz ulu dağlarla
Yanıyoruz cayır cayır
Kaybettikçe suyu
Hayrettin Durmuş
Bildi bilinmez iken, kendini bilen seni
Bilmeyen öldü gitti, ölmedi müptelâlar. ,
Bilen vermezken cânı, bilen buldu cânânı
Vuslat için yol oldu ufka düşen belâlar
Ey aşk! Âb-ı hayatsın, içen sarhoşun olur!
Ol sarhoşlar ki ancak dosdoğru yolu bulur!
Halit Yıldırım
Evet İsyan
Temmuz dergisi 41. sayısına ulaştı Korona günlerinde. Yine dopdolu bir sayı bekliyor okuyucuları. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Meryem Zelal Yerlikaya’ya ait Evet İsyan isimli yazıdan olacak. İsmet Özel ve Evet İsyan üzerine bir yazı bu. Şairleri en iyi ifade eden şiirler vardır. Evet İsyan da İsmet Özel şiirleri arasında böyle bir özelliğe sahip. Yerlikaya da bunu yazısında çok iyi ifade etmiş.
“Evet İsyan, statükodan memnun olmayan şiir kişisinin başkaldırısı ve devrim çağrısının işlendiği bir İsmet Özel şiiridir. Sınıflı toplum yapısının güç adalet ve siyaset bağlamında sosyalist bir bakış açısıyla eleştirildiği şiir, İsmet Özel’in devrimci kişiliğinin en çok göze çarptığı eserlerindendir. Özel, “Evet, isyan” demektedir çünkü “göğsündeki mahşer”i, içindeki “kavga”yı dışa vurmak istemektedir. Devrim, şiir kişisi için hem “sevdiği” hem “aşk”ı hem de “kavga”sıdır ve şair her bir dizede sevdiğine giden yolu öyle bir anlatmaktadır ki, okuyucu şiirdeki hareketi ve çağrıyı en derinlerinde hissetmekte, içinde isyan kıvılcımları doğmaktadır. Nitekim şiiri yazdığı sıralarda sosyalist olmasına karşın, her kesimden insanın okuyup kendi isyanını görebileceği, kendinden bir şeyler bulabileceği bir şiir çıkarmıştır. Şair, okuyucusuyla bu denli güçlü iletişimini imgelerden, yüklemlerdeki kelime tercihlerinden, aliterasyondan, halka ait kavramlardan ve toplumsal cinsiyet unsurlarından yararlanarak oluşturmuştur.”
Şiirde hâkim olan genel tema, sınıflı toplum yapısına karşı şiir kişisinin aldığı tepkidir. Bu bağlamda bir inceleme yapıldığında şiirde çokça halk ağzına ait kelimelere (karakavruk, çerçi, çeri, kal’a) ve Marksist ögelere (halk, kavga, kentli, köylü, asfalt, omuzdaş) yer verildiği görülmektedir. Böylece şair, okuyucuyu devrimin halk için olduğuna ve saadeti getireceğine inandırmak istemektedir. Nitekim şiir kişisi, isyanının bu eşitsiz toplum düzenine ve halkın, işçinin, köylünün sömürülmesine karşı olduğunu vurgulamaktadır:
“ben karakavruk yüzümün arkasında
kırbaçlayarak büyüttüğüm ağrıyı bırakıyorum
bana ne çerçilerden, çerilerden, kullardan
halksa kal'am onu kal'a kılan benim
boşanır damarlarıma yılların kahraman gürültüsü
çünkü kavganın göbeğidir benim yerim.”
“Evet İsyan şiiri, devrimin ayak seslerinin gümbür gümbür hissedildiği bir başkaldırı ese - ridir. İsmet Özel okurunu isyana davet eder - ken ortak paydalardan yararlanmış ve bunun sonucunda toplumun birçok kesimine ama özellikle de hakları sömürülenlere hitap etmeyi başarmıştır. Okurunu yönlendirmiş, ona emir vermiş; ancak bunu kendini meydana atarak yapmış, muhatabına karşı bir tek emir kipi dahi kullanmamıştır. Güçlü anlatımında toplumsal kavramlardan ve cinsiyet unsurlarından yarar - landığı görülmektedir. Ayrıca sert ünsüzlerin aliterasyonu ve fiil tercihleriyle şiirdeki sert havayı sağlamıştır. Özel’in şiirinde imgeler yar - dımıyla devrime yüklediği anlam ve okuruyla kurduğu sıkı iletişim sonucu devrim gibi bir şiir ortaya çıkardığını söylemek mümkündür.”
Tehcirin unutulmuş kahramanları
“Tehcir” kelimesinin ne büyük acılar ifade ettiğini en iyi hisseden coğrafyalardan birindeyiz. Acı, ayrılık, geride kalanlar ve dinmeyen bir çığlık asırları aşarak canlılığını koruyor. Peren Birsaygılı Mut, 24 Nisan Tehcirin Unutulmuş Kahramanları isimli yazısında bahsediyor tün bunlardan.
“Ermeni tehciri üzerine olan tartışmalar, oldum olası bir kutuplaşma dinamiği üzerinden devam ediyor. Ve sadece Türkler ile Ermenilerin değil, çok farklı aktörlerin de dâhil olduğu siyasi bir hal almış durumda. Siyasetin pek çok mide bulandırıcı yanı var ama en kötü taraflarından birisi insani olanın önüne daima koyu bir perde çekmesi. İşte bu yüzden, bizler de asıl konuşulması gereken şeyleri, bir türlü şöyle adamakıllı konuşamadık bu zamana kadar.
Sürekli belli kutuplardan birine dâhil olmamız istendi. Bir taraf, yaşananları savaş esnasında gerçekleşen istenmeyen kayıplar olarak değerlendiriyordu, diğer taraf ise bu kayıpları düpedüz bir soykırım olarak nitelendiriyordu.
Oysa 1915 olayları nasıl tarif edilirse edilsin bir önemi yoktu aslında.
Zira asıl önemli olan, bizlerin yaşanan kayıpları tarih boyunca yüzlerce medeniyete ev sahipliği yapmış olan “Anadolu topraklarının ortak acısı” olarak kabul etmemiz ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılma döneminde yaşanan bu büyük trajediden gelecek nesillere aktarabileceğimiz insani öyküler çıkarabilmemizdi. Müslüman köyleri basarak insanları kılıçtan geçiren Ermeni komitacıların ya da Ermeni halkının canına, malına ya da ırzına el uzatan çetelerin hikâyelerini dinlemiştik yeterince. Bunlar, yaralarımıza merhem olmak ve acılarımızı dindirmek yerine daha da kanatıyordu bizlerin yarasını. Sadece kan ve gözyaşı hikâyeleri değil, bizlere umut olacak ve ortak insanlığımıza vurgu yapacak şeyleri dinlemeye ihtiyacımız vardı.”
“Yani siz adına ne derseniz deyin, ister vicdan ister inanç ya da isterseniz ahlak… En karanlık zamanlarda dahi yükselen bir çığlık muhakkak var. Tarih, bunun yüzlerce örneği ile dolu. Toplumsal cinnet ne kadar şiddetli olursa olsun, insanlığın ortak değerlerini savunan birileri illa ki çıkagelmiş. Ancak bunların hikâyeleri, bir türlü hak ettiği değeri görememiş ve hatıraları zamanla iyiden iyiye silinip gitmiş.
İşte bu yüzden, bizler de artık tüm o siyasi tartışmalardan beri olalım ve tehcirin unutulmuş kahramanlarının yürekleri titreten hikâyelerini anlatalım birbirimize. Ancak böylelikle kutuplaşmış ezberleri kırabilir ve ortak insanlığımıza vurgu yapabiliriz.”
Kırgın Zaman Acıları
Mehmet Mortaş, Kırgın Zaman Acıları’nı yazmış. Yazıyı okuyunca içimizde biriken kırgınlıklarımız bir bir canlanıyor. Ayrılıklar, hüzünler ve ölüm gelip konuyor kalbimizin tam ortasına.
“Kırgın zaman acıları betondan şehrin dudaklarından geçiyor. Söz sükûta evriliyor. Issızlığı kanatan duygularımız gözlerimizden düşerken, dünyanın yarım küresine hınca hınç kaçışıyor. Düşlerin sancılı zamanlarından geçerken, hayalimizin gölgesi düşüyor kırgın zaman acılarımızın üzerine. Karanlığa boyanmış zaman ruhumuzun çatlaklarından ışıksız sızıyor. Her amelimizin öykünme mevsiminde vicdanımızın içinde kırgın kuyular oluşuyor. Kırgın kuyular içinde çöl saatleri biriktiriyoruz, damla damla vaha düşüyor ateşten tenimizin üzerine. Tenimize düşen damlalar kırgın zaman acılarımızı daha da büyütüyor. Bedenlerimiz ve ruhlarımız keskin bir acı ile ikiye bölünüyor. Ölüm ve hayat bölünüyor kırgın zamanlarımıza. Su ve ateş kaygan vakitlerin üzerinde sükûta yakıt taşıyor. Kırgınlık, an ve acılar sükûtun içine saklanıyor. Ve sükût dünyaya ters istikamette dönüyor. Yeryüzü acıların ağırlığını taşıyamıyor. Doğudan, batıdan, kuzeyden güneyden acıyla yoğrulmuş sözcük öbekleri, kelime çukurları, cümle dağları canhıraş yayılıyor insanlığın üzerine.”
“Kalplerimizdeki her kırıktan vicdan yarası, vicdan bilinci, vicdan yanığı akıyor ruhumuzun gece yarısı sızlayan yerlerine. Söz sükûtun kapısında geçmiş günleri topluyor. Geçmiş günlerin içinde hissedilmemiş acılar annelerin yüreğinde sağlaması yapılıyor. Kırgın zaman acıları annelerin yüreğinde yeniden doğuşun saatini bekliyor.”
Çapraz Enfeksiyon
Son günlerde en çok duyduğumuz terimlerden biri “enfeksiyon.” Virüs, karantina, bulaşma gibi kavramlar artık içimizde canlılığını koruyacak görünüyor. Kerem Yılmaz, yaşadığımız günleri “Çapraz Enfeksiyon” isimli öyküde anlatıyor. Tarihe not düşmek önemli. Bugünleri anlatan her cümle geleceğe dair not düşmek anlamına geliyor.
“Virüs bulaşmasın diye gerekli tüm tedbirleri aldığını düşünüyordu. Maskesini dikkatli bir biçimde yüzüne taktı. Üst kenarını burnuna tam adapte olsun diye hafifçe kıvırdı. Eldivenlerini giydi. Anestezi yaptıktan sonra hastanın dişlerini kesmeye koyuldu. Her şey rayında gidiyordu. Yaklaşık yarım saat geçmişti. O seans kesmeyi planladığı dişlerin ön ve yan yüzeylerini kesmişti. Zorlandığı arka kısmı sona bırakmıştı. Başını iyice eğdi ve dişlerin arkasını görmeye çalıştı. Aeratörün ucunu kesmeye karar verdiği bir dişin arka yüzeyine doğru yaklaştırdı. Başını iyice hastanın ağzına doğru yanaştırdı ve aeratörün ucundaki frezi nazikçe dişe dokundurdu. O sırada gözüne ağız içinden bir damlacık sıçradı.”
“Aradan iki gün daha geçti, hasta randevusuna yine gelmedi. Hastayı tekrar arattı ama ulaşamadı, ‘O muhakkak bana geri dönüş yapar’ diyerek hastayı o gün tekrar aramama kararı aldı. Aradan birkaç gün daha geçti ve o geçen süre içinde doktor hastanın durumu üzerinde pek durmadı. Odasında oturmuş yine haberleri inceliyordu. Corona’dan mustarip sayısının git gide arttığını gördü. Bu durumdan dolayı o da savunma tedbirlerini iyice artırmaya karar verdi. Kendisinde ateş, öksürük gibi herhangi bir semptom olmadığı için içini ferah tuttu.”
Hastayla işi bittikten sonra içeri geçmesini söyledi. Hastanın arkasından kendisi de içeri geçmeye yeltendi. O sırada çiçeklerle karşılaştı. “Günaydın” dedi onlara yaklaşarak, “Bugün sizlere günaydın demeyi unuttuğumu düşünmeyin. Hem yaşayacağımız nice güzel günler var, bunu da unutmayın...”
Temmuz’dan şiirler
Ey idea ey ümitler içinde beklediğim
Uzaklaştırılmış hasretim
İblisin karıştırıp durduğu yerde
Bühtan ve rüsva yayıldığında
İşve ile gözler boyandı
Göz görmez kalp inlemez oldu
Kalbimize ferahlık esirgendi.
Nurettin Durman
Bugün cuma minarelere ezanlar doluşuyor çünkü
En uzak dostların elleri oluyor badem çiçekleri
Sonra kış bitip de bahara selam verince dağlar
Mutantan atlara benziyor gözleri sevdiğimin
Yelelerini vurarak boyunlarıma boyunlarıma
Benim göğsümde gelip koşmaktan çatlıyor o atlar
Mustafa Yılmaz
Pencerede menekşelerle hallenmek vacibinden
Bir kadının saçları hani içerken plakları
Bileklerimiz devrim devrim koşunan atlara gem
Ve dağlar ve bağımsız ve vurgun
Kentin tutsakları zincirlerinden
Ve köpekler ve kısraklar
Tüm ateşten değil
Umrumuz.
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Lekelenmiş dünyanın koynunda ayrılık sancısı
Üstüne basacak ayağın gölgesindeki örümcek
Kimse bilmez devrilmiş dağlar gibi yaşlılarımız
Hafızası silindikçe dünyanın, yarını kim bilecek.
Necati Atilla Soykan
güneşi atlattığımız bir kalbin peşinden
sadece kışın bacalarından tüterdi anne
ekmeğine yağmur bereketi sürüp biraz
son bir duaya vurgun elleriyle
okşardı gençliğimin başkent buhranlarını
ve bulvarlara dökülen yalnızlığımı
Özlem Eylül
yorgunsun, eve geliyorsun, geri çekiliyorsun karşında dünya
tepende tavan ve bir anda ortadoğu gibi karıncalanan kafan
çünkü biten bir günün tekrarı için birden dirilirken zihnin
tefekkürden uzaksın ve boş beleş düşüncelerin kıskacında esir
çünkü uykunda bir damla zehir çünkü gözlerinde birer damla kan
olmuyor hiçbir işe yaramıyor, kalkıp su içmen ya da pencere açman
H. İbrahim Karahan
“Allah’a her şeyi anlatacağım”
Hece Taşları dergisi yaşadığımız bu günlere derinden bir gönderme ile açıyor sayfalarını. Tayyip Atmaca ile başlıyorum paylaşımlarıma.
“Sizin bildiğiniz işte bu kadar, hani nerde nemrut karun firavun, sultan süleyman’a kalmayan dünya, rothschildlere kalmaz gören görecek, arkasından rockefeller nalları, havaya dikecek bunu da yazın, dünyada ne kadar dünyaya tapan, zengin varsa malı girer gözüne, yalvarmak yakarmak saati geçti, hele yavaş yavaş başa geleni, bir yandan izleyin gerisi gelir, pencerenin kenarına oturun, dolarlarınızdan kâğıttan uçak, yaparak çocukluk günlere gidin, yanınıza ziyaretçi gelmesin, doyunca yaşayın sanal dünyada.
Sözlerim ulaştı kulağınıza, yalnız kalbinize çarparak döndü, merhamet içinden uzaklaşınca, mermere dönüşür insanın kalbi, zulmü alkışlayan ve sessiz kalan, kim varsa kim yoksa buyursun gelsin, imf’nin gözü radar gibidir, olacak olanı önceden gördü, ocakları söndürür bu kafirler, şimdiden kuyruğa girdi ülkeler, kurtuba’da ezan gökleri vurdu, ve Kur’an okundu beyaz sarayda, yalan dünya tekrar şekillenirken, ey yerin ve göğün mutlak sahibi, mazlumların ahı yerden kalkmadan, geri çekmiyorum şikâyetimi.”
Tayyip Atmaca şiiri
Dergiciliğiyle, şiirleriyle, kitaplarıyla edebiyat dünyamızın canlı ve heyecanlı bir sesidir Tayyip Atmaca. Kırağı günlerinden bu yana tanışıklığımız hiç ara vermeden aynı sıcaklığıyla devam ediyor. Hece Taşları dergisi de onun edebiyat dünyamıza bir armağanı. Erdoğan Erbay’ın “Kalemin Kaseminden Kelâmın Kemâline: Tayyib Atmaca Şiiri” yazısı onun şiir yolculuğunun değerli bir yol haritası olmuş. Ben de değerli dost ve ağabey Tayyip Atmaca’ya hayırlı, sağlıklı bir ömür diliyorum.
Erbay’ın yazısından altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Tayyib Atmaca şiiri, insanın kelâma ilk muhatap olduğu yerden yola çıkar. Böyle bir başlangıç, kalem ve yazdıklarının belirleyici kaidelerine teslimiyetin hazzına imtisalin imtiyazına vukuf kesp etmiş olma halidir. Kelâm ile kemâldeki münasebeti, lam ile mim müşterekliğinde keşfeden Atmaca, kemâlin, kelâma dayanacak hassas bir kulağın işittiklerinin gönle misafirliği sayesinde hakikate ereceğini de bilmektedir. Kelâma ve kaleme inancın sonsuz emniyeti ile hürriyetin zirvesine taşınan şairin ruhu, İslâm’ın yüceltici nefesini çekerek Pir-i Türkistan’ın mayaladığı Anadolu irfanına ulaşır. Selefin peşinde samimi bir sorumlulukla irfana kavuşan şair, bâtılın saptırmasına göz kırpmadan, hakikatin teslimiyetine baş eğer.”
“Şark-İslâm medeniyetinin varisi Atmaca, ruhun hükümdar olup hükümranlığını yürüttüğü zaman dilimlerinin hatıraya havale edilmesine hayıflanır. Şiirlerindeki hüzün, insan fıtratındaki merhamet cevherinden yola çıkarak insanın yaratılışına işaretle iktifa etmez, şiiri, dahası sözü, metafizik bir ağa bağlamanın bahtiyarlığını da göstermiş olur. Şiire ruh veren hüzün örgüsü, İslâm tarihindeki bir hadiseyi de ihata eder. Davası adına kıyama kalkan Peygamber Efendimiz (a.s) için, yâr-ı gârı Hazret-i Ebubekir (r.a)’in duyduğu hüzündür. Sıddık’ın hüznü, Allah’ın elçisine ve davasına bir zarar gelmesin hüznüdür. Ancak, dava sahibinin mübarek dudağından dökülen “Mahzun olma! Allah, bizimle beraberdir” ilahî emri, hüznü heyecana dönüştürüvermiştir. İşte, Atmaca’nın hüznü, nesilden nesile devredilen kutlu bir davanın neferi olmak şerefini temellükün gereğini hakkıyla ifa edip edememenin hüznüdür. Necip Fazıl’ın mısralarına dökülen hüzün, hakikati derinden hissetmenin hüznüdür:
“Üzülme! Davanın sahibi Hakk’tır
Hak olan davada zafer muhakkaktır.”
“Atmaca’nın şiiri, hayatın bizatihi kendisidir. Olayları ve olguları dışarıda bırakan şiir değil, gerçeğin tüm görüntülerini içine alan istiflerdir. Şiirin sihirkâr bir tesiri olduğu gibi, şairin de, aciz bırakan icazı vardır. Ancak, Atmaca, hayal alıp hava satan bir tüccar değil; Yunus’un dilinle ‘bezirgânım metaım çok, alana satmaya geldim’ şeklinde hükme bağlanan sorumluluğun neferidir. Atmaca, şiir dilini kurarken gereksiz bir romantizmin ağına yakalanmaz. Şairin bu ağa düşmesi her zaman mümkündür. Çünkü, şiirin varlık bulduğu alanda saptırıcılar ve ayartıcı akıl çeliciler pusuda beklerler. Ancak, kurucu şiirin şahsiyetine çelik sağlamlığı bahşeden ocağın çifte suyu, sağa sola meyletme arzusunu ortadan kaldırmıştır. Zira, selefin örsünde dövülüp Pir-i Türkistan’dan el alan, Divan’ın Hikmet’ine inkıyada samimiyetle söz çatmış Atmaca, şahsî meselelerini hakikatin potasında eritip yok eder.”
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şairliği
Ahmet Hamdi ve şairlik kavramları yan yana pek de gelmez. Şiirleri vardır, hem de hecenin iyi örnekleri olacak şiirlerdir bunlar ama edebiyat tarihimizde romanları ile daha geniş bir yer tutan Ahmet Hamdi’nin şairliği biraz gölgede kalmıştır dersek yeridir. Bunda Yahya Kemal’in Ahmet Hamdi’ye şiirle çok da iştigal etmemesi gerektiğini söylemesinin payı büyüktür.
Hece Taşları’nda Recep Şen Hecenin Virtüözü: Ahmet Hamdi Tanpınar isimli yazısı ile yer alıyor. Şen, Tanpınar’ın şiirleri üzerine derinlikli bir yazı kaleme almış. İmge, vezin, tarihsel süreç, etkilenilen noktalar gibi birçok ayrıntı örnekler eşliğinde yazıda karşımıza çıkıyor.
“Tanpınar, köklü ve zengin şiir geleneğimizden beslenen ancak orada çakılıp kalmayan, hecenin imkânlarından yararlanarak yeni tarz ve yeni yol açabilecek kudrette şairdir. Bizzat kendisinin seçerek kitabına aldığı şiirlerinin tamamı hece vezniyle yazılmıştır. Özellikle hece bitti, tükendi, artık modası geçti, aynı şeyleri tekrar edip duruyor bu hececiler diyen serbestçilere Tanpınar şiirleriyle en güzel cevabı vermiştir.”
“Batı tarzı şiire evet ama batılılaşmadan; kendi medeniyet dünyamızın tertemiz şiirinin mirasçısı olduğunun farkındaydı Ahmet Hamdi Tanpınar. Mesela vezin, kafiye, mısra konusunda serbest şiir anlayışına mensup olanlara karşı şunları söyler: “Güç ve az bulunan kafiye, beklentilerimizin seyrine mutlu ve yakışır bir yol açar; vezin çıkardığı zorluklarla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya mecbur eder. Şekil, lisan denen kaosun içinde varmamız gereken mükemmeliyetin hudutlarını çizer, dolduracağımız boşlukları gösterir.” Yani gelenekten kopmadan, orada donuklaşıp kalmadan şiir yolculuğuna devam etmek… Zaman içerisinde insan hayatı da değişiyor, gelişiyor. Şiirde de değişim ve gelişimin normal olduğunu savunur. Değişim ve gelişimin şiirin esas membaından kopmadan olması gerektiğini söyler. Değişim ve gelişim reddi miras değildir. Evrensellikse istenen, önce milli olunması icap eder. Milli olmadan evrenseli yakalamak mümkün değildir. Şair milli lisanını ve duygusunu kendi öz benliğinde hissetmeli ve yaşamalıdır.”
“Tanpınar şiirinden bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda şiir, bizi modern dünyadan çok daha farklı bir hayata çağırır; hayat otobanında bizim için cankurtaran kaçış rampasıdır, şu geçici ve ölümlü dünyada sonsuzluğa ulaşmanın yollarını gösterir.”
Hece Taşları’ndan şiirler
bir kitap belli ki çokça okunmuş
yağmur ki dolmuştur gülle sadağı
yarada kurşundur yürekte tortu
belki de oynatır yerinden dağı
şuara kaygısı binitsiz mısra
öylece duruyor karşımda şimdi
gelmesin çökmesin çadırlarıma
obalar tarumar kayıp ikindi
Hümeyra Yargıcı
Garip bir hikâye yersiz, zamansız
Gözlerim gün boyu, ufuk ötesi
Dalıp gitmelerim ondandır ansız
Bekler hep pusuda hüsran çetesi
Bilincim direyip durur ayağı
Alıp vermelerim sırtıma hançer
Yavanlığın şimdi iktidar çağı
Sanki dört bir yanım çıldırdı, mahşer...
Sündüs Arslan Akça
Ayrı düşməyəydim səndən bircə an,
Sinəndə çırpınan ürək olaydın
Beş gün yox, on gün yox həyatım boyu
Kaşsənə əzizim, gərək olaydım.
Sövdəyar Zəngilanlı
seziverse bir şair
aşk sızı
ocaklanır sanırım
oluverse bir muştu
yor sözü
bergüzar sanırım
doğuverse bir rahmet
yer düzü
saçaklanır sanırım
İlkay Coşkun
Emekli Mebuslar Kıraathanesi’nde mevzu korona
Açıkkara dergisi yine bol tebessümlü ve iğneli bir sayı ile karşımızda. Halit Yıldırım 26. sayıda Emekli Mebuslar Kıraathanesi’nde Korona hakkında yapılan hasbıhalleri anlatıyor. Gündem oldukça sıcak ve karantinalı.
“Günler birbirini kovalarken Çin’den yayılan korona virüs illeti maalesef bizim de yakamıza bulaşmıştı. Bu konu da bizim mütekait mebusların gündemi olmuştu. Özellikle son yaşanan gıdada tağşiş meselesi yüzünden kıraathanedeki ocaklık kısmı iptal edilmiş ve yine çay-simide dönülmüştü. Ancak kesilen ceza bir hayli yüklüydü. Temel Efendi bu cezayı her ne kadar kasabın üzerine yıkmaya çalışsa da başarılı olamamıştı. Zira kasaba da işlem yapılmış, hem dükkânı mühürlenmiş hem de büyük bir ceza kesilmişti. Temel Efendi cezanın mebuslar arasında para toplanarak ödenmesi için artık baskı yapmaya başlamıştı. Ama kimse şimdilik buna razı değildi.
Virüsün yayılma sebebinin Çinlilerin vahşi hayvanları dahi yemelerinden kaynaklanması da işin tuzu biberi olmuştu. Öyle ya madem onlar kedi, köpek, yılan, yarasa yedikleri için bu virüs çıkmıştı, kim bilir Temel Efendi’nin yedirdiği at, eşek etinden, dahası mutlaka araya domuz da karışmıştır, onlarda ne hastalıklar çıkacaktı. Kıraathanede kimin başı ağrısa Temel’in köftesinden biliyordu.
Bu virüs meselesi gündemdeydi demiştik ya ara sıra tartışmalar o kadar alevleniyordu ki tıpkı mecliste olduğu gibi mütekait olduklarını unutan mebuslar birbirlerine sandalyelerle hücuma bile kalkıyordu. Müzmin muhalifler virüsün bize İran ve Arabistan’dan geldiğini söyleyip umre ve haccın yasaklanması gerektiğini dile getirince öbür taraf da “İstatistikler hiç de öyle söylemiyor, virüs bize Avrupa’dan bulaştı.” diye itiraz ediyorlar ve “Sizin bu virüsten daha tehlikeli olan müzmin din düşmanlığı hastalığınız yeniden hortladı.” diyorlardı. Tabii işler bazen söylemden eyleme geçince polis müdahalesi bile gerekmişti.”
Yemin, Billah Ben Yapmadım
Tacettin Şimşek çocukluk yıllarının safiyane yüreğiyle içimizi ısıtan bir hikâye sunuyor bizlere. Hikâyeyi okurken herkes kendi çocukluğundan bir şeyler bulacak.
“İskender’in bahçesini bilir misiniz? Bu da soru mu şimdi? Nereden bileceksiniz?
Her çocuğun ilk hırsızlık deneyimini yaşadığı bahçedir. Köyün en iyi kirazları oradadır. En iyi elmaları, armutları, erikleri, kayısıları, şeftalileri oradadır. Dahası vardır: Sanki toprağı, suyu daha bereketlidir de en güzel domatesler, salatalıklar, karpuzlar, kavunlar bu bahçedeki bostanlarda yetişir. Kışkırtır adamı.
Köyün çobanlarını da hâliyle kendine çeker mıknatıs gibi. Çobanlar, sürülerini dağın yamacına bırakıp usulca İskender’in bahçesine sarkar, ne bulurlarsa götürürler. Bugün de domates ve salatalıkları gözlerine kestirdiler. Uçarı kaçarı yok. Girecek, alacaklar. Kendilerine ziyafet çekecekler. Köy ekmeğiyle domates de ne kadar lezzetli olur yani! Yiyen bilir. Domatesler çobanların midesine inecek ama nasıl? Ertesi gün kesin anlaşılır çobanların bostana girdiği. Çünkü o bölgede ikisinden başka çobanlık eden yok. Ne yapsınlar? Fişek zekâ Burhan çözümü şıp diye bulur.”
Bu keyifli hikâyenin gerisi Açıkkara 26’da.
Açıkkara’dan şiirler
Sevmeyidum başbakanun huyini
Benden epey uzun olan boyini
Topladum yanuma üç beş koyini
Huzurunu bozan herif ben idum!
Bu ülkenun çomak soktum çarkina
Posti serdum Taksim Gezi Parki’na
Ne zaman ki millet vardi farkina
Yurt dişina tozan herif ben idum!
Mustafa Kutlu
Kandıramazsınız gözüm açıldı
Yutturulan her bir şeyi anladım
Adalet yükledim hücrelerime
Yüreği sapıtan huyu anladım
Mantık ile kurup yol denklemini
Ahlâk ile boya, tüm bedenini
Hakkaniyet, yola getirir seni
Eğriyi doğruyu iyi anladım
Ali Rıza Malkoç
Frenk aldı mor sünbüllü bağları
Erir oldu yüreğimin yağları
Şimdi delik deşik Gavur Dağları
Yaylalar yok oldu düzler değişti
Pastırmanın ham maddesi at oldu
Derdimiz katlandı sekiz kat oldu
Kaleler devrildi şahlar mat oldu
Dengeler bozuldu kozlar değişti
Ali Atar