Bir Ramazan yazısı yazabilmek için üçte ikisini geride bırakıncaya dek bekledim, ama nafile, sonuna kadar beklesem de mademki bir şey değişmeyecek, o halde bismillah...

Benim için Ramazan, gittikçe, daha çok televizyon Ramazan'ına ve üç-beş arkadaşla karşılıklı iftar davetlerimize dönüşmeye başladı galiba (“Nerde o eski Ramazanlar” diyecek kadar yaşlı da değilim hâlbuki). Böyle olmasında, belki Mardin’in sıcağının da etkisi vardır, gün boyu evde klimalı odaya mahkûm eden, acil çıkış durumlarında, bedende ne kadar sıvı varsa son damlasına kadar buharlaştıran... Ondandır belki de gündüzleri pek kimseyi dışarıda göremeyişimiz. Fakat geceleri de ortalıkta pek kimse olmayınca, başka şeyler düşünmek zorunda kalıyor insan. Yarım, çeyrek ve hatta en düşük kapasite ile çalışan camiler de söz konusu olunca, ister istemez, bu dindar şehrin insanlarının nerede olduğunu düşünüyor insan.

"Ne harika bir Ramazan etkinliği olur burada"

Tabii ya, evet, bu şehirde parklar yok denecek kadar az; bir Eyyüp Sultan, bir Mevlana yok maalesef; Ramazan çadırları, fuarları da yok… O harika Mezopotamya manzarasıyla, buz gibi havasıyla, hem de önünde Abdullah Gül’ün Mardin’e Cumhurbaşkanlığı hediyesi olarak sunduğu ve fakat şimdi kurumuş olan ağaçlık alanıyla, yine bu alanın bitiminde, maruz kaldığımız toz fırtınasıyla birkaç yüzyıl sonra kazılsa hangi suçtan helak oldukları sorulacak bir kavme dönüşme eşiğinden döndüğümüz bir sonbahar akşamında açılışı yapılan açık hava sinemasıyla, eşsiz bir tarihî/ estetik dekoruyla Kasımıye Medresesi varken hem de. Teravih için her gittiğimde, toplam üç kez, Ramazan fuarlı şehirlerin manzarası canlanır zihnimde ve acayip bir girişimci ruh eşlik eder hemen. “Abi, bu alan harika bir Ramazan fuarı olur, şu alanda konserler olur, programlar olur ve şu açık sinemaya yansıtılır, inan en az ikibin kişi şu alana sığar. Hatta şu Kasımıye Medresesi’nin eşsiz dekorunda bir TV kanalı iftar/ sahur programı bile yapabilir. Ne harika bir Ramazan etkinliği olur ama” derim her seferinde, ya kendi kendime ya da birlikte geldiklerime. İnanın çok da olumlu tepkiler aldım, projelendirerek hayata geçirme niyetini beyan edenler bile oldu.

Bunları yazmaya başlayıncaya kadar, bu söylediklerimde hiçbir ironi yoktu ve bu fikir bana da çok hoş geliyordu. Fakat yazmaya başlayınca, bunları söylerken ya da Ramazan ile ilgili düşünürken, zihnimin de nasıl işlediğine uyandım. Evet, farklılığı her halükarda kutsamanın gereği yok, ama tüm şehirlerin Ramazanları benzer biçimde yaşamasını beklemenin de gereği yok aslında. Elbette ki Mardin’de de her şey olduğu gibi Ramazanlar da değişiyor. Mesela artık Süryanilerin, eskiden olduğu gibi, Ramazan'da dışarıda birşeyler yeme-içme konusundaki hassasiyetlerine gerek kalmayacak kadar, müslümanlar da sokakta yiyip içebiliyor. Öyle olunca da, az sayıdaki tutmayanlar ve tutamayanlar için lokantalarını açık tutan esnaf da, camekânlarına perde örtmek zorunda kalmıyor artık.

Medya bize Ramazan'ı yaşayacak imkan bırakmıyor

Gündelik hayatta nasıl bir Ramazan yaşadığıma/ yaşadığımıza gelince. Mardin’de, gündüzleri kimsenin sokaklarda görünür olmaması, teravih zamanlarında camilerin çeyrek kapasite çalışmaları, üç-beş dostla karşılıklı iftar davetlerimiz ve Diyarbekir Ekmek Fırını’nın “sahurda açığız” afişi dışında, Ramazan'ın diğer mübarek onbir aylardan çok da farklı bir havada geçtiğini söylemek biraz güç. En azından, kendisi de çok görünür olmayan bendenizin gözlemi bu.

Görünür olmayan diğerlerinin bir Ramazan günü nasıl geçer, doğal olarak bilemem, ama kendiminkini tevazusuz ifade etmem mümkün. Bir kere, Ramazan retoriklerinin bolca üretildiği medya, kendisine uyduğumuz takdirde, bize Ramazan'ı yaşayacak imkânı dahi bırakmıyor aslında. Bence, Diyanet, bu programları izlemenin de ibadet olup olmadığı sorusuna, ya acilen “evet” cevabı vermeli ya da bu programlar zinhar yasaklanmalıdır. Zira daha öğlenden iftar sofralarımızı sağlıklı bir şekilde donatma arzusuyla dolu “yemek programları”yla güne başlıyoruz. Yemeklerimizi hazırlar ve pişiririrken “iftar programları” başlıyor. Yaklaşık olarak sekize çeyrek kala iftar edip sekizde sofradan kalkmış oluyoruz. Eskilerin deyimiyle “sekiz ajansı” için haber kanallarımıza geçip bu yıl en çok bombalanan İslam memleketini izleyip halimize bir daha şükrediyoruz. Eğer camilerin de yıkıldığı bombardımanlar varsa, yıkılmayan bizimkilere şükretmek için teravih kılmak üzere, en tarihî ve en serin olanına gidiyoruz. Teravih sonrası, görünürlük bahsinde adını zikretmeyi unuttuğum iki mekân, ya Nezir’in çay bahçesine ya da Fuat Yağcı Camii dibindeki Proleter Dara’ya (o da çay bahçesi ve yine tanımlama bize ait) geçiyoruz. Tabii ki bunu erkekler olarak yaptığımızı söylemeye hacet yok. Ve her ayrılıştaki mevzu, evden aldığımız izinlerin son haddi de aşılınca, evlerin yolunu tutuyoruz.

O müthiş acziyet duygusu

Dışarı çıkmadığımız zamanlar, ki çok az çıkmışımdır, “sahur programları”na kadar, bazı kanalların “ramazan özel” dizileri ya da bölümleri ve varsa bir iki de “Ramazan'a özel” film izlenir. Teravihe gidilmemişse yatsı kılınır. Sahur hazırlıkları, “sahur programları” eşliğinde yapılır ve sahur da yine program eşliğinde yenir. Diyanet'e uyularak, sahuru bitiren ezandan yirmi-yirbeş dakika sonrasına kadar beklendikten sonra sabah namazı kılınır ve yatılır. Ve gün, yine öğle civarı “yemek programları”yla başlar. Ekseriyetle, yemek pişmeye durmuş ve yapacak başka birşeye takat de kalmadıysa, malum, Ramazan Kur’an ayı, cüz okunur. Cüz okuma, bazen de sahur bitip namaz beklenirken olur.

Gündelik hayatta bunlar olurken, özellikle de ikindi sonraları, müthiş bir “acziyet” duygusuna kapılır ve “Ya Rabbi, sen nimetlerini üzerimizden çekiverirsen, biz helak oluruz” derim. Ekmeğimiz ve suyumuz kesildiğinde, ummanların sığmadığı egomuzun nasıl da “acz makamında” süründüğünü müşahede eder ve nefsimi “oruç aynasında” görürüm.

 

Sıtkı Karadeniz yazdı