Mustafa Özdamar, maneviyat dünyamızda iz bırakanlar üzerinde çalışmış, Kırk Kandil Yayınları’nı kurmuş muhterem bir yazarımız. Kendilerinin Süleyman Efendi Hazretleri’ni anlatan kitaplarını okudum. Kendileriyle Üsküdar’da Selim Ağa Kütüphanesi’nde güzel bir mülakat gerçekleştirmiş ve ilk bölümünü yayınlamıştık. Söyleşinin ikinci bölümünü de istifadenize sunuyoruz.
Çocukluğunuzun geçtiği Konya’ya gidecek olursak şahsî anlamda kendi çocukluğunuzu ve genel anlamda toplumumuzu anlatabilir misiniz?
Ben Konya ovasının bitip dağlık bölgenin başladığı bir yerde doğdum. Benim doğduğum zaman Çumra’ya bağlı bir köyken, sonradan yani 1990’lı yıllarda bizim orası da ilçe oldu. Benim doğduğum yerin şu andaki ismi Güneysınır. Çocukluğum Güneysınır’da geçti. İlkokulu bitirdikten sonra imam-hatip tahsili yapmak üzere Konya’ya gittim. 7 sene Konya’da kaldım. Daha sonra yüksek tahsil için Erzurum’a gittim. Orada 2 sene bugünkü ismi İlahiyat Fakültesi olan Yüksek İslam Enstitüsü’nde okudum. Çok tatlı bir çocukluk hayatı yaşadım.
Her devrin şartları var. O şartlar içinde insan bazen zorlanır. O zamanlar öğretmen azlığı vardı. Aynı sınıfta ilk üç sınıf, diğer sınıfta 4 ve 5’ler okurdu. Öğretmen azlığından dolayı ilkokul biraz zayıf gibi görünüyordu ama şimdi baktığım zaman biz o darlığa ve kıtlığa rağmen yine de bayağı bir şeyler alabilmişiz. Hayatın artıları olduğu gibi eksileri de var. O eksiler trafiğine çok fazla takılmamak gerektiğini düşünüyorum. Her şey zaman içinde tatlanır. Fi tarihinde yaşadığınız zorluklar, sonradan bakarsınız ki, o gün için olması gereken şeylermiş. Bundan dolayı bir şikayetim yok. Toplum bir durgunluk döneminden açılıma doğru gidiyordu. Ben ‘46 doğumluyum. 1946’da ilk defa tek parti döneminden çok parti dönemine geçiş rüzgarları başladı. Dünyada demokrasi rüzgarı o tarihlerde esmeye başladı. 2. Dünya Savaşı’nın bittiği döneme denk gelmesi açısından yavaş yavaş olumluluğa doğru bir gidiş vardı. Ben zaten kendi huyum icabı pek hayatın eksi taraflarına bakmamayı tercih eden bir insan olduğum için bu konuda söyleyecek çok fazla bir şeyim yok.
Yazı hayatına nasıl başladınız?
İlkokul kaçıncı sınıftaydık, bilemiyorum. Bir kitaplık kolu kuruldu. Tabii öğretmenimiz bir miktar kitap temin etti. Kitaplık kolunun da bir başkanı var. Başkan her haftanın sonunda her öğrenciye bir tane kitap veriyordu. “Bunu hafta sonunda, tatilde okuyacaksınız, hafta içinde de özetleyeceksiniz.” Her arkadaşa bir kitap verdiği gibi bana da en sonunda bir kitap verdi. Ben eve geldim. Kitabı açtım, kitapta hep kelimeler, kelimeler, kelimeler… Başka bir şey yok. Bir hikâye anlatmıyor, roman değil, belli bir konuyu anlatan metin değil. Kitapla daha yeni tanıştığım günlerdi. Babam rahmetliye sordum. “Baba bana okuldan böyle bir kitap verdiler. Bunda kelimelerden başka bir şey yok.” dedim. Babam kitabı eline aldı, baktı. “Oğlum! Buna lügat derler. Anlamını bilemediğin kelimelerin anlamını söyler” dedi. Kitaplık kolu başkanı bana verdiğinin bir sözlük olduğunun bilincinde değil. O kadar zayıftı demek ki. Ben zaten o zamana kadar sözlük denen şeyi görmemiştim. Benim kitapla tanışmam sözlükle oldu.
İlkokulda zayıf denecek bir derecedeydim. Konya İmam-Hatip Okulu’na geldiğimiz zaman (hemen 1960 ihtilalinin akabinde, 1961 yılında biz başladık) Türkçe öğretmenimiz 27 Mayıs darbesiyle ilgili bir kompozisyon yazmamızı istedi. Ben o zamana kadar kompozisyon kelimesini duymamıştım. O gün yanında yöresinde bulunduğum insanlara söyledim, onlar da komşularımdan bir çocuğa söylediler. O da ortaokula giden bir çocuktu. O benim adıma kompozisyon yazdı.
İmam-Hatip’in 4., 5. sınıflarındayken bende yazma isteği tomurcuklanmaya başladı. O yazma isteğimi arkadaşlarla mektuplaşarak, önceki yıllara ait hâtıralarımı yazarak tatmin ediyordum. Öğretmen kompozisyon yazmamızı istediğinde ben romantize ederek yazıyordum. Lisede bir duvar gazetesi çıkarmaya başladık. Oralarda da yazdım. İstanbul’da o zaman Babıali’de Sabah gazetesi vardı, gençlik sayfasına sıkça yazılar gönderiyordum. O tarihlerde, o yaşlarda insanın hoşuna gidiyor. Konya’da Anadolu’da Hamle diye bir gazete vardı. İmam-Hatip sondayken burada günlük yazılar yazar hale geldim. O tarihlerde bugünün tam tersine yazma isteği bende zirvedeydi. Bugün de susma arzusuyla dolu bir insan durumundayım. Ama o tarihlerde habire yazma arzusundaydım. İnsan hayatı boyunca zaman zaman birbirine ters görüntüler veren haller yaşayabiliyor. Günlük tutarak, hâtıraları yazarak, arkadaşlarla mektuplaşarak başlayan bir serüven.
Said Nursî, Süleyman Efendi, Abdülhayy Efendi gibi maneviyat dünyamızda iz bırakanların hayatını yazmaya nasıl başladınız?
Daha sonra hikâye denemeleri oldu, roman denemeleri oldu, bir zaman sonra hikâye olsun, roman olsun, kendi içinde kurguladıklarınızı kaleme alıyorsunuz. Bir şeyleri uyduruyorsunuz. Zaten roman da, hikâye de yaşanmış, yaşanması mümkün olan ya da olmayan edebî türlerdir. Hikâye ve roman denemelerinden sonra şöyle düşündüm: “Ben madem yazma arzusundayım. Kendiliğimden oturup birtakım hikâyeler ve romanlar yazmaktansa güzel insanların yaşanmış hayatlarını kaleme almaya çalışayım. Mademki yazmayı seviyorum. Kalem erbabı olmaya doğru bir yol alıyorum. Kalemimi güzel insanların hayatına adarsam daha güzel olur.” 1980’den sonra güzel insanların hayatını yazmaya başladım. Bu bağlamda bir şeyler kaleme almaya çalıştım.
Şimdi belki ilginç gelebilir. İmam hatip okulunda kaçıncı sınıfındaydım bilemiyorum. Rahmetli Mehmet Önder bizim Sanat Tarihi dersimize giriyordu. İlk derse girdiği zaman kendini tanıttı. “Çocuklar! Hocanız yeryüzünün üçte birini dolaşmış, yaşı kadar kitap ve makale yazmış bir insan.” Delikanlılığa geçtiğim bu ilk yıllarda bana bu çok güzel göründü. Mehmet Önder o tarihlerde 30 yaşlarındaydı. Sanat tarihçisi olduğu için yeryüzünde pek çok yeri gezmiş bir insandı. Yaşı kadar da kitap ve makalesi vardı, biliyorum. O gün için bana büyük bir hedef olarak göründü. Yıllar sonra Allah lutfetti, ben de yaşım kadar kitap yazdım. Gazetelerde, dergilerde yazdığım yazıları saymak mümkün değil. O yıllarda çok imrendiğim bu durumun yıllar sonra çok da imrenilecek bir şey olmadığını düşünüyorum. Bunların bende çok büyük bir hedef olmadığı yönünde bir duygu uyandı. Hâlâ da öyleyim ama belki de bu kadar kitap ve makale yazmasaydım bende bir yazma açlığı oluşurdu. Onun bir faydası oldu, o da yazma arzumu gidermiş olması. O yıllarda bu kendimi ön plana çıkarmak arzumdan dolayı yazıyordum.
İnsan olgunlaşınca hizmet etme denen şeyin o kadar da kolay olmadığını görüyor. Sıra geliyor, sen hangi kanaldan insanlara hizmet etmek istiyorsun? Biz İslamî kanaldan hizmet etmek istiyoruz. Evvela bizim ülkemizde, sonra dünyanın her yerinde İslam büyük bir nimettir. Bu nimetten herkes istifade etsin diye düşünüyor ve arzu ediyorsunuz, o yönde çalışıp çabalıyorsunuz ama kendi şahsınızda ne kadar yaşayabilirseniz faydalı olmanız o orandadır. Ama kendiniz çok fazla yaşayamıyorsanız etkiniz sınırlı kalır. İnsanların, başta bizim böyle bir açmazımız var. Hizmet denince yüzlerce, binlerce insana sorsanız “Biz insanlık ailesine nasıl faydalı olabiliriz?” diye, herkes kendine göre bir şeyler söyler. Her insan ayrı bir modeldir, özel bir tasarımdır. Herkesin farklı farklı düşünceleri var.
Beni meşgul eden hadiste o iki zatın yorumlarını okuyunca rahatladım
En erken dönemlerden nerdeyse bu dönemlere kadar beni meşgul eden hadis-i şeriflerden birisi meşhur bir hadistir. Hazreti Peygamber buyuruyor ki: “Bir kötülük gördüğünüz zaman onu önce elinizle ortadan kaldırmaya çalışın. Elinizle bir şeyler yapmaya gücünüz yoksa dilinizle bir şeyler yapın. Dilinizle de bir şeyler yapamıyorsanız kalbinizle buğzedin. Bu da imanın en alt mertebesidir.” Tabii fi tarihinde elimizle pek fazla bir şeyler yapma imkanımız yoktu. Elimizden geldiği ve dilimizin döndüğü kadar bir şeyler yazıyoruz, çiziyoruz ama ondan da olumlu bir netice alamayınca daha çok kalble buğzda kaldığımız için, o da imanın en alt mertebesi olarak takdim edildiği için ben imanın en alt mertebesinde kalmada bunalıyordum.
Bundan nasıl kurtulacağız düşüncesiyle yırtınırken işte bu güzel insanların hayatını derleyip toparlarken bu hadis-i şerifin iki zatta çok ilginç yorumuna rastladım. Birisi Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, diğeri Abdülhayy Efendi. Bunlar diyorlar ki: “Bu hadis-i şerifteki elden murat kuvvettir, kuvveti devlet kullanır, fert kuvvet kullanamaz.. Dilden murat ilimdir, ilmi de âlimler kullanır. Kalbden murat gönüldür, gönlü de gönül erbabı kullanır.” İlla buğz değil, tepkiyi ortaya koymak. O kötülüğü tasvip etmediğini bir şekilde ortaya koymak. Bu iki zatın yorumlarını okuyunca rahatladım. Bizim anladığımız gibi değilmiş.
İkincisi; kalble tepki koymanın da açılımı var. Biz bir yerlerde bunu konuşurken dedim ki: “Elden murat devlettir. Dilden murat ilimdir. Kalble bize düşen nedir? Ne yapabiliriz? Tepkimizi nasıl gösterebiliriz? Kalbin bunun hepsini içeren bir işlevi var. Kalbinizle ne yaparsınız? O eli ve dili kullanacak kurumları doğru yönetecek insanlara destek verirsiniz. Yani oylarımızı doğru kullanmak. Sadece o bile bunun üçünü içine alır. Doğru insanları seçer ve görev başına getirirseniz o insanlar hem devletin yapacağını yapar, hem de dile düşen o ilim adamlarını yetiştirir, sizi de kurtarmış olurlar.” O araştırmalar içinde bu iki zatın, gerek Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri’nin, gerek Abdülhayy Efendi’nin ve hayatını kaleme almaya çalıştığım diğer zevât-ı kirâmın cümlesinin ruhaniyetine cümle selamlar olsun, himmetleri hazır olsun.
İşte o güzel insanların hayatını derleyip toparlamak çabasının en büyük faydalarından birisi. Sizin çözemediğiniz bir şeyi onlar sizin adınıza çözüyorlar. Çünkü her alanda bizim en başta darlandığımız şey eğitim ve öğretimin yeterince verilememesi. Toplum bütün katmanlarıyla uygun şekilde eğitilmiş ve öğretilmiş olsa, onu da o işe ehil insanlar yapsa birçok şeyi o zaman gereksiz yere problem edinmeyeceğiz. Önümüz daha bir açılacak, daha bir rahat çalışacağız.
Bu sonsuzlukta kaybolup gitmemenin tek çaresi Habibullah Hazretleri’ni sevmektir
Hayat dediğimiz nedir? Hayat öyle esrarlı bir şey ki. Güzel Allah’ın sıfatlarından bahsederken nelerden bahsederiz? Hayat, ilim, semi’, basar, irade, kudret diye sayarız ama bunu bir yerlere oturtamayız. Hayat Allah’ın sıfatıdır. Hayatın o kadar geniş açılımı var ki. Nerdeyse sonsuz bir açılımı var. O zaman biz hayata bir Allah sonsuzluğu diyebiliriz. Şu içinde yaşadığımız âleme Allah sonsuzluğu olarak bakabiliriz. Yüce Allah zatıyla nasıl sonsuz ve sınırsız; sıfatlar onun sıfatı olduğu için sıfat zatın aynı değil. Ama gayrı da değil. Bir yerde Allah’ın sıfatları da sonsuz, sınırsız açılıma sahip. O zaman biz hayatı Allah sonsuzluğu olarak niteleyebiliriz. Hayat dediğimiz Allah sonsuzluğunda tekrarı olmayan tecelliler harmanında (Tecellinin tekrarı yoktur. Tasavvufun en baş söylemlerinden biri tekrardır. Tecelli Allah’ın şanından değildir. Her şey yenidir, her şey özgündür) cevapları bulunamamış ya da netleştirilememiş sorular ormanında (o kadar sonsuz ki, o kadar soru var ki, hiçbir şeyi netleştiremiyoruz) şaşkınlığa ve taşkınlığa düşüp kaybolup gitmemenin tek çaresi Habibullah Hazretleri’ni sevmektir.
Habibullah Hazretleri nasıl izlenir? Kitap ve sünneti doğru algılayarak izlenir. Onu izleyemeyen insan şaşırır, şaşkınlığa düşer, taşkınlığa düşer, savrulur gider. Ama Habibulllah Hazretleri’ni izleyebilmek için kitap ve sünneti çok iyi bilmek gerekir. Kitap ve sünneti çok iyi bilmek, çok iyi anlamak, bundan sonra anlatmak için kitabı ve sünneti çok iyi bilen güzel insanlara ihtiyacımız var. En basitinden, şaşkınlığa ve taşkınlığa düşmemek için üstümüze vazife olan şeylerin sınırlarını belirlememiz gerekir. Herkes kendiliğinden belirleyicilik özelliğine sahip olmadığı için (hiç kimse durup dururken belirleyicilik özelliğine sahip değildir) onu belirleyecek büyük ve güzel insanlar vardır. Yetişmesi gerektiği gibi bir yerlerden geçmişler, yetişmişler. Onların kervanlarına katılmak suretiyle, onların ders halkalarında yer almak suretiyle üstümüze vazife olan şeylerin sınırlarını belirlemek ve onları yapmakla yükümlüyüz. Doğru olan bu. Yoksa başka türlü herkes kendisine göre doğru belirler. Binlerce, milyonlarca, trilyonlarca sonuçlar ortaya çıkar ve karmaşa doğar.
Habibullah Hazretleri’ni izlemek nasıl olur? Onu izleyenleri izlemekle olur. Doğrudan Habibullah Hazretleri’yle münasebette olamadığımıza göre başlardan bugüne onu izleyen kervanlar vardır. Her kervan kendisinden sonraki yolculara o bilgi ve belgeleri aktarır. Onları izleyerek, onlardan bilgiler alarak üstümüze vazife olan işleri yapmak, üstümüze vazife olmayan alanlara fazla girmemek. Üstümüze vazife olan işleri yaparsak iş yapmış oluruz. Ama kendimize vazife olmayan işleri yaparsak işgüzarlığa düşmüş oluruz. Önemli olan işgüzarlık değil, iş yapmak. Onun için illa ki kitabı ve sünneti iyi bilen, insanı, eşyayı, tabiatı, kâinatı, mahlûkâtın hakikatini doğru okuyan insanlarla alışverişte olmamız lazım.
Ne yapacaksan yap ama kızmadan, köpürmeden yap
Şimdi meselâ kitap ve sünnetten bahsederken önce bir hadis-i şerif’ten bahsedeyim. İkinci bir hadis-i şerif’i gündemimize alalım. Cenab-ı Peygamber (a.s.m) döneminde bir kişi gelip “Ya Resulullah! Bana nasihat et, bana bir şeyler söyle.” der. Hazreti Peygamber ona “La tağzab” der. Yani “öfkelenme, kızma.” Tek kelime. Genelde insanlar tek kelimeyle tatmin olmazlar. Bir sürü şeyler söylenmesini arzu ederler. O zat da Hazreti Peygamber’in sağına geçiyor. Aynı istekte bulunuyor. “Ya Resulullah! Bana bir şeyler söyle.” Hazreti Peygamber gayet sakin aynı şeyi söylüyor. Sağına geçiyor, soluna geçiyor, önünden, arkasından dört defa aynı istekte bulununca Hazreti Peygamber her defasında aynı şeyi söylüyor. Dördüncüsünde diyor ki: “İşte söylüyorum ya, eğer elinden gelirse hiçbir şeye kızma.”
Bu “Sen bir şey yapma, kenara çekil, otur.” anlamına gelmez. Ne yapacaksan yap ama kızmadan, köpürmeden, taşmadan, dökünmeden yap. Kızdığın an kendi kendine yenik düşmüş oluyorsun, kaybediyorsun. Siz öfkelenince karşıdaki insan da öfkelenebilir. Genelde öyledir. Bize iyi davranılırsa biz de iyi davranırız, kötü davranılırsa bizde de öfke hali kabarır. İnsanlarımızı şöyle bir gözden, gönülden geçirdiğimiz zaman fıtratında bunu taşıyıp gelen, bu hali yaşayan insanlar var, yok değil. Bir kısım insanlara baktığımız zaman hep böyle kızma, köpürme, taşma, dökülme halleri var. O zaman insanların aralarında iletişimde bir kopukluk oluyor. Sen ne söyleyeceksen, insanlara ne aktarmak istiyorsan o insanlar seninle alışveriş yapmaktan da vazgeçiyorlar, uzaklaşıyorlar. Tek tek bunları teşmil edip, kitap ve sünnette bize neler söylendiğini ve “üstümüze vazife olan işlerin sınırları nasıl belirleniyor” onları bilip, belirleyip işgüzarlığa düşmeden iş yapmaya çalışan insanlar büyük insanlık ailesine daha çok faydalı olurlar. Diğerleri zararlı olurlar. Faydalı olacağı zannı içinde çalışırken zararlı olurlar.
Bizim içimiz bulanıksa dışımıza bu bulanıklıktan devamlı bulantı yansır
Meselâ Enes hadis-i şerif’i vardır. Benim çok bayıldığım, aktarmaktan çok zevk aldığım bir hadis-i şeriftir. Kitap ve sünnetten bahsediyoruz ya. Sünnet denince neleri sıralayabiliriz? Bugün bana bazı arkadaşlar sordular. “Unutulmuş, ihmal edilmiş sünnetlerden bahset de biz onları ihya etmeye çalışalım.” Arkadaşlara dedim ki: “Tam yerinde bir soru sordunuz. Benim de aklıma geldi. Enes hadis-i şerifi vardır. Hz. Enes’in çocukluğu Peygamber Efendimiz’in yanında yöresinde geçmiştir. Hane-i saadette yaşamıştır. Onun için onun çok tatlı hâtıraları var. Hz. Enes diyor ki: Bir gün Habibullah Hazretleri beni karşısına oturttu. (Demek kaç yaşlarındaysa.) ‘Ya büneyye! Ya büneyye’… Türkçe’de oğulcağızım, yavrucağızım, kuzucağızım anlamına gelir. Daha körpe bir durumda olanlar için kullanılır. Oğlum, daha yetişkin olanlar için kullanılır. Peygamber Efendimiz şöyle devam etmiş: ‘Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kalbinde hiç kimse hakkında bir gış (gış sözlükte hinlik, hainlik anlamını taşır) taşımamayı başarabiliyorsan, buna gücün yetiyorsa bunu yap. Bu benim sünnetimdir. Benim sünnetimi ihya eden beni ihya etmiş gibi olur. Beni ihya eden de cennette benimle beraber bulunur.’”
Şimdi bu Habibullah Hazretleri’yle cennette beraber bulunmak hepimizin can attığı bir şeydir. Ama burada sadece iman ettiğimiz ötelerdeki cennetle sınırlı bir şey değil. Habibullah Hazretleri’nin söylediği gönül berraklığını hayatında yaşayan insan daha buradayken cennette olur. Eğer buna gücün yeterse. Ama bunu yapmaya çalış. Rahmete bakın ki eğer buna gücün yeterse bu rahmettir. Buna güç yetiremezseniz de hedefiniz bu olsun. Ama insanlar daha bunu konuşurken bile “ama Hocam! Filanlar fırtlar, şunlar, bunlar, hainler, bilmem neler…” Trafik öyle karışıyor ki… Hedef bu. Ulaştın ulaşamadın ama bu berraklığa ulaşmak esastır. Bu berraklığa ulaşamadığımız müddetçe bizim içimiz bulanıksa dışımıza bu bulanıklıktan devamlı bulantı yansır. İnsanlar bizi tanısın tanımasın bizim içimizdeki berraklık dışımıza yansır, bulanıklık varsa bulanıklık yansır. Alışverişin de buna göre olur.
Habibullah Hazretleri öyle büyük hedefler koyuyor ki kendi yaşadığı şeyler bunlar. Sana karşı en olumsuz tavırlara girenler de dahil hiç kimseye kalbinde olumsuzluk taşıma. Gelebilir ama sen onu kapıdan içeri alma. Elinde olmadı, girdi, sizi işgal etti, çıkar, at, diyor, savaş. Cihattan bahsedilirken Mekke’nin fethinden sonra söylenmiş bir hadis-i şeriftir. Şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz. Asıl büyük cihad insanın kendi kendiyle, nefsiyle yaptığı kavga. Bu olumsuz duygu ve düşünceleri atmak asıl cihaddır. Temizle ki, için dışın murdar olmasın. Yûnus Hazretleri ne diyor: “İçin dışın murdar iken/ Yâr neylesin senin ile?/ Gönül gözü nefs ü heva/ Dost neylesin senin ile?” İnsanın içi dışı ak pak, tertemiz olacak. Hiç kimse hakkında olumsuz düşünmeyeceksiniz. Her şeye rağmen hayata olumlu bakacaksınız.
Hayat bir artılar eksiler trafiğidir. İmanın şartında vardır bu. Biz insanların idrakine amentünün hangi maddesini izah edebiliyoruz. Hepsi gayptır. Amentu billahi gayptır. Vemeleiketihi gayptır. Vekütübihi gayptır. Kitaplar noter huzurunda indirilmedi. Bugünkü düz mantıkla baktığınız zaman hiçbirinin izahını yapabiliyor musunuz? En zor maddelerden birisi hayrihî ve şerrihî minallahi teala. Ondan önce kader var. Kader ve hayır-şer birbiriyle bağlantılı. Allah’ın katında şer var da şer mi gönderiyor? Ama hayır ve şer netleştirilemeyen konular içinde yer aldığı için herkes paldır küldürde devam ediyor. Neler hayırdır, neler şerdir? Ayette ne diyor? “Sizin hayır zannettiğiniz şer olabilir, şer zannettiğiniz hayır olabilir.” Orada fantezi yapılmıyor. Bir mesaj veriliyor. Bu hayat sizin değerlendirdiğinizden ibaret değil. Çok daha başka bir şey. Meselâ birine göre hayır olan, aynı anda aynı olay içerisinde diğerine şerdir. Diyelim ki siz diş hekimisiniz. Bir insanın da dişinde çürüklük var. Onun size gelmesi lazım. Dişi çürüyen için diş çürüklüğü şerdir. Ama onun şerri diş hekiminin hayrıdır. Diş hekimi de orada dişi çürük olanları bekleyip duruyor. O, ordan ekmek yiyecek. Hasta için şer olan hekim için hayırdır. Tersi de vaki. Hekim onun dişini çekti veya tedavi etti. Alacağını aldı. Bu sefer diyelim o hasta araba tamircisi, hekim bir kaza yaptı, arabası arızalandı, tamire muhtaç. Bu, hekim için şer ama hasta tamirci için hayır. Hekim arabasını tamirciye götürecek, o da oradan ekmek yiyecek. Hayır ve şerrin böyle bir gidip gelen tarafı var. Bunları hayatın her alanında dikkate alacaksınız. Bunlar “Hiçbir şeye müdahale etmeyelim, hiçbir şey yapmalım.” anlamına gelmez.
İnsanın ümit kandillerini söndürmesi kadar ağır bir yanlış yok
Çok şey yapmamız gerekir ama üstümüze vazife olan şeyleri belirleyerek çalışıp çırpınmamız lazım. Cihad denilen şey de budur. Üstüne vazife olan şeyleri belirlemek ya da belirletmek ve o yönde yoğun şekilde gayrette olmak cihadın özüdür. O yönde gayret gösterirken kaçınılmaz hale gelirse kuvvet de kullanırsınız. Kuvveti de devlet olarak kullanırsınız zaten, şahsen değil. Hayatın artıları var, eksileri var, olumsuz görüntüler var, olumlu görüntüler var, olumsuz görüntüler hep ağır basar. Bu her dönemde böyledir. İnsanlar da o olumsuz görüntüye göre hesap kitap yaparak her şeyi ona bağlarsa, ümit kandillerini zayıflatmaya ve söndürmeye başlarsa en ağır hatalardan birini işlemiş olurlar. İnsanın ümit kandillerini söndürmesi kadar ağır bir yanlış yok. “Lâtaknetû min rahmetillah.” ayetine ters düşer. “Lâtaknetû min rahmetillah” bir emirdir. Bir de olumsuz görüntülere takılıp kalmayı tavsiye ne kitapta, ne de sünnette vardır. Her şeyde bir olumluluk aranmalıdır. Gübrenin zamirinde gülü görebilmek lazım. Gübre dediğiniz şey neticede kokar mokar ama gübresiz de bir şey yetiştiremezsiniz. O size kokar gibi gelen şeyi uygun zamanda, uygun miktarda, uygun biçimlerde kullandığınız zaman o çirkin gibi görünen şey nimete dönüşür. Her nimet ondan gelir.
Evliya Hazerâtının yumuşaklığı buradan kaynaklanır. Hayatın bu yakasındaki gerçekliğe bürünmeden daha zamirindeyken görmeye çalıştıkları için, gübrelik dönemindeyken bir şeye gül olarak baktıkları için insanlara yumuşak davranırlar. Kavli leyyin üzere hareket ederler, bu yine kitabın gerektirdiği bir şeydir. Birilerinin uydurduğu bir şey değildir. Musa a.s’ı Firavun’a karşı gönderdiğinde Allah’ın emrettiği şeydir bu. “Ona yumuşak sözlü ol.” diyor. Firavun’a bile. Bunu her alana yayabilirsiniz. Biz böyle sert tavırlar içinde esip savurmayı hüner sanıyoruz. Değil, siz sert tavırlardan zevk alıyor musunuz ki başkalarının o yol ve yöntemle uyarılacağı, kendisine geleceğini zannediyorsunuz. Bazı kaçınılmaz durumlarda olmaz değil, olur ama yaygın tavrın bu olması yanlış. Olumlu bakışı Efendimiz a.s.m uygun görür, şom bakışı ve tavrı uygun görmez. Türkçe’de yomluk diye ifade ediliyor. Efendimiz “Ben bir şeye uğursuz ve olumsuz bakmayı sevmem.” demiştir.
Efendimiz bütün hayatı boyunca böyledir. Birbirinden özel, güzel o kadar çok hadis-i şerifler var ki. Kitap bir derya, hadisler bir derya. Böyle birkaç hadis-i şerifi gündeme taşımayı arzularım. Mesela hüsn-ü zan, güzel zanda olmak. Peygamber Efendimiz “Hüsn-ü zan güzel ibadetler cümlesindendir.” diyor. Ne kadar kolay bir şey. Ama yapabilen için. Yapamayan insanlar sürekli bunaltıda olduğu için etrafını da bunaltır. Cenab-ı Peygamber a.s.m başka bir fasılda “İntizarü’l- ferec efdalü’l- ibadeh.” diyor. Yani “darlığın geçip kolaylığın gelmesini beklemek ibadetlerin en efdalıdır” diyor. O olumsuzluğun geçip olumluluğun gelmesini beklemek için ne yapmak gerekiyor? Sabrı yaşamak gerekiyor. Sabrı nerede yaşayacaksınız? Sabır zorluğun içerisinde yaşanır. Zorluk olmadan sabır nasıl yaşanabilir ki? Hem sabrın öneminden ve vazgeçilmezliğinden bahsedeceğiz, hem de bunun gerektiği durumlarda taşacağız, köpüreceğiz. Bunlar kitap ve sünnete uygun tavırlar değil.
Abese suresindeki bir ayette “Vema aleyke ella yezzekkee” diyor. Hz. Peygamber müşriklerin en baba adamlarıyla görüşme halindeyken Abdullah İbn-i Ümmi Mektum gelmiş, “Ya Resulullah! Bana bir şeyler söyle!” demiş. Hz. Peygamber müşriklerin mafya babalarını İslam dairesine çekerse onların arkasından başkaları da gelecek. Hz. Peygamber bunu hesap ederek yüzü biraz ekşimiş. Sırası mıydı şimdi, bak şimdi birileriyle görüşme yapıyoruz gibisinden. Bunun üzerine bu ayet iniyor. Öncesini söylemeye dilim varmıyor benim, meallerde var zaten. “Vema aleyke elle yezzekkee” Yani “onların arınıp arınmaması senin üzerine değil, hidayet senin elinde değil.” Bu ayeti mealcilerin ve müfessirlerin çoğunluğu “Onların arınıp arınmamasından sana ne?” şeklinde çevirmişlerdir. Bu “Sana ne” benim çok zevkime gitmedi ama bazı mealciler “Onun arınıp arınmaması senin üzerine vazife değil.” tarzında çevirmişlerdir ki bu daha özel ve güzel. Zaten başka bir ayette “Hidayet senin elinde değil, hidayet Allah’tandır.” denilmiştir. İnsanlara faydalı olabilmemiz için bunların hepsini dikkate almak lazım. Daha söylenecek çok şey var ama sözü fazla uzatmayalım.
Mehmet Sait Fidan konuştu