Hegel, Kant, Darwin..
Ardından Watson, Piaget, Pavlov ve dönemin Allame-i Garbı olan Sigmund Freud seyrettirilmişti evvela icra edeceğimiz mesleğimize dair verilen derslerde.
60’lı yaşlarının sonlarına ulaşmış Yrd. Doç bir teyzemiz ağır aksak sesiyle; “Önce ön ayaklarımız çıkmıştı.” diyordu. Ve Ercişli arkadaşlarımızla birlikte aynı tepkileri veriyorduk. Yazdığımız denemelerde en hızlı olanlar Kürt arkadaşlarımızdı. Zira devşirme Türkçeye dair kelime haznelerinin az oluşu Latin kelimelerinin karşısında derya gibi kalıyordu. Anoreksiya nervoza üzerinde konuşurken akıllarından ve çoğumuzun aklından nevruz geçiyordu. Avusturyalı Freud, Can Yücel deyişiyle; ‘Anam avradım olsun’ kompleksini anlatırken ırzı kırık hissiyatı yaşıyorduk birlikte. Her yeni kuram değerlerin üzerine toprak serperken ‘hoppala’ tezahüratlarımızla dersleri geçiriyorduk. Ve yine çoğumuz farkında değildik iliklerimize işleyen anlamlandırma ve açıklama ihtiyacının zerk ediliyor oluşunu.
Çoğumuz Anadolu’dan gelmiştik ve çoğumuz cumadan cumaya namaza giderdik. Kurban bayramıyla vizeleri çakıştırmamanın derdinde kendi halinde Müslümanlardık bizler. Fransız lisesinden mezun olmak gerekliliğini düşünürdük, arabın deyişiyle tabibün nefs mertebesine ulaşmak için. Zira Annelerimizin tülbentleri benzerdi birbirine babamızda pipo yerine Maltepe görmüşlüğümüz vardı, birçoğumuz sobalarda kestane pişirilişine şahit olmuştuk. Sabah kahvaltılarından önce yorgandan çıkmamak gerektiğini bilirdik ve zamanında soba kovasını değiştirmemek için hasta numarasına yatmış insanlar vardı aramızda. Hal bu iken entel tartışmalar, salsa dersleri, Picasso sergileri bize göre değil diye düşünürdük. Aile içi şiddet derslerinde kıkırdardık mesela, babasından kemerle dayak yiyenleri bilirdik sınıfımızda. Empati, çocuğa saygı, eş hakkı kitaplardan okuduğumuz şahitlik etmediğimiz mevzulardı. Aşina olunmayanın komik geliyor oluşu dişlerimizin görünmesine sebep oluyordu. Yürümeye yeni başlayan çocuklar gibi eğreti duruyordu üzerimizde sakin konuşma şekli. Ve zamanla “selamünaleyküm”lerin yerini Beyoğlu ergenlerinden devşirilmiş ‘selam naberler’ alıyordu. Keyif bile almaya başlamıştık dans gösterilerinden, “Mardin Kapısından’ı” mırıldayan kardeşlerimiz 9. Senfoniyi telefon müziği yapmıştı mezun olmaya yaklaşırken. Evliya hikâyelerinden haz etmiyor ibadetleri beynin işleyişiyle anlatıyorduk. Allah’tan aldığımızı üzerinde oynayarak kula satıyorduk farkında olmadan. Bir şeyler yolunda değildi. Para kazandığımız maslahatları garplının tabiriyle içselleştirmiş ve mesleğin icrasını mizacımızın hamurlarına katmıştık.
Mezun olduk. Bambaşka insanlar olarak.
Birçoğumuz problem çocuklarla çalışmaya başladık. Kimisi akademisyenliğin peşine düşerken Devlet olsun çamurdan olsun diyenlerimiz atama bekledi. Psikolog Yusuf, 40 şizofreni hastasının yattığı bir kurumda iş başı yaptı. (Not: Yazar burada ‘bismillah’ demek istemiştir.) Her hareketi paranoyaklıklarına, uçarı fikirlerine dayandırıyor, en aykırı hareketleri olağan karşılamayı gurur kaynağı sayıyordu. “Olur böyle şeyler, şaşırmamak lazım” hissiyatı da bir psikoloğun ego gösterisi değil miydi zaten.!
Psikolog her sabah toplantı yapıyordu. Tek tek, belki de cevapları umursamadan ‘nasılsın’ diye soruyordu hastalara. Kimisi akrabaları tarafından tecavüze uğramış, kimisi Eylül ayında işkenceden geçmişti. Zamanın bürokratları şimdilerde dilleri dışarıda tek dertleri dağıtılan sarma sigara için ön sıraya geçmek olan kimselerdi. Eroin kullanmaktan olmayanları görenler vardı hastalar arasında. Olmayanları gördüğünü söyleyen de.
Müzeyyen Teyze vardı bir de ‘hasta’lar arasında. Çatı katında yatırın beni demişti geldiğinde. 4. kata. Vazgeçilmiş ve terk edilmiş bir kadındı. Allah kulundan vazgeçmezken ve vazgeçmemeyi emretmişken Hipokrat’ın müritleri bu yaşlı teyzenin isminin yanına tedavi ile düzelmeyen ibaresi iliştirilmiş yanına da %80 iş göremez raporu vermişti. Altında Times New Roman kalın ve italik fontla; Paranoid Şizofreni yazılmıştı. Bu şu demekti halk nazarında; Müzeyyen Teyze tehlikeliydi, tecrit edilmeliydi. Neticesinde iki oğlu bir kızı koca dünyaya Müzeyyen Teyze’yle sığamamış 15 metre karelik odayı dünya yapmışlardı bu yaşlı kadına.
Nasılsın dedi Genç Psikolog Müzeyyen Teyze’ye. Cevap alamadı; – Müzeyyen Teyze günaydın nasılsın? – Daha derin sessizlik… Eğilerek gözlerine bakmak istedi. Olmadı. Paranoyaktı en nihayetinde! Yaşlı kadın, yüzünü gözünü kapadı hemen tülbentiyle, omzunun üstünden bakmaya başladı. İhtimal ki yanakları da kızarmıştı. –Müzeyyen teyze konuşmayacak mısın bak herkes seni bekliyor. Terapist kararlıydı cevap almaya. Paranoyak da olsa öfkeyle de baksa belki düşman da olsa kalbi var diye düşündü. Hassas noktasına değersem beni dikkate alacaktır diye geçirdi içinden. Doğrularak ve daha bir gür sesle; “Müzeyyen Teyze ben senin oğlun sayılırım! Neden yüzünü kapatıyorsun bana?!” diye sordu.
Kısa bir bekleyiş..
Müzeyyen Teyze ayağa kalktı. Pardösüsünün düğmelerini ilikleyip yürümeye başladı. Ve sadece terapistin duyacağı bir sesle konuştu tülbentinin altından:
- Allah öyle demiyor oğlum.!
O ilk derse giren teyze haklıydı; “Önce ön ayaklarımız çıkmıştı.” Yoksa bu akıl tutulmasının mantıklı açıklaması yapılamazdı.
Cihad Kaya dertle söyledi