Bazen gündelik şeylerin doğurduğu geçici sıkıntılarımızı, zarif şairin yaptığı gibi dua ve aspirin ile tedavi etmeyiz de, dertli dertli ortalıkta gezer, eğer biliyorsak da hiç öyle bir kaygımız/derdimiz olmasa da hadsizce Yûnus’un Dolap şiirini okuruz, göstermek için: görün ben neler çekerim/ derdim vardır inilerim. Malum, gösteri toplumundayız; en revaçta organımız da göz. Bazen çocukça düşüncelere kapıldığım oluyor, iyi ki diyorum, musiki soyut bir sanat da onu iki kapak arasına yahut dört duvar arasına, ne bileyim bir müze soğukluğuna gönül ferahlığıyla(!) emanet edip kaçmıyoruz; ister bir gönül borcunu ifa etme dürtüsüyle olsun isterse de bir robot aymazlığında arada bir ziyaret edip de kendimizi tatmin edemiyoruz sözkonusu musiki olunca. Kolayca bulabileceğimiz şekilde duruyor elimizin altında musikimizin değerli eserleri, hiçbir zahmete katlanmamıza gerek yok; hiçbir bahane, ne bileyim, bir neyin feryadını duymamıza engel değil. Ve bu eserler, musiki üzerinden bizi şahsiyet ve medeniyet bütünlüğümüzle, yine kendimize tanıtıyor ve sevdiriyor. Biz gelip geçici şeylerin, eşyanın ve görselliğin tahakkümü ve esareti altındaki insanlar da böyle dinî ya da dindışı eserlerle kendimiz ve medeniyetimiz ile ülfet edebiliyor ve ondan sonra gönül gözümüzün açıklığı nisbetinde o musikinin ardındaki muhabbete ulaşabiliyoruz.
Yûnus’un harikulade, “Dolap niçün inilersin/ Derdim vardır inilerim/ Ben Mevla’ya âşık oldum/ Anın içün inilerim// Benim adım dertli dolap/ Suyum akar yalap yalap/ Böyle emreylemiş Çalab/ Derdim vardır inilerim” dizeleriyle anlattığı dolabın musikimizdeki karşılıklarından birisi de Hammamizade İsmail, nam-ı diğer Dede Efendi. Dünya hayatı bir kurban bayramının birinci günü İstanbul’da başlayan ve geçen yılların ardından bir başka kurban bayramının birinci günü Arafat’tan indikten sonra Mina’da nihayete eren, muhterem Sadettin Ökten Hocamın kitabında belirttiğine göre, bu kabil işlere âşina olan gönüllerce, doğumu ve ölümündeki bu ahval üzerine sırr-ı Cenab-ı İsmail’e agâh edildiğine itikad edilen, Cennetü’l-Mualla’da Hazret-i Hatice validemizin ayakucuna sırlanan Dede Efendi…
Dülgerler beni yondu…
Allah biz kullarından rahmetini ve yardımını hiç esirgemez lakin hep kendi rızasını talep ederek aşkla ve hararetle yola revan olanlara, dünyalık elbiselerinden soyunup melamet hırkasını eynine giyenlere cömert davranır, sürekli aşk esrikliğini lütfeder. Onu kendi sevdiği ve razı olduğu insanlara refik eder. Zamanına göre zengin bir hayatı terk edip, intisap ettiği Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Ali Nutkî Dede’nin himayesinde çileye soyunur Hammamizade İsmail de. Ali Nutkî Dede’nin bir diğer müridi de “kuğunun son şarkısı” Şeyh Galib’dir. Şiir ve musiki vadimizin bu iki zirvesi de çilelerini Ali Nutkî Dede’den ikmal eylemişlerdir. Yola revan olan, çileye giren Dede’yi anlatırken tekrar koca Yûnus’a kulak vermekte fayda var: “Beni bir dağda buldular/ Kolum kanadım yondular/ Dolaba layık gördüler/ Derdim vardır inilerim//Dülgerler beni yondu/ Her azam yerine kondu/ Bu iniltim Hak’tan geldi/ Derdim vardır inilerim.” Çilesinin ikinci yılında, Hak Teala tarafından kendisine bağışlanan iniltiyle ilk bestesini yapan Hammamizade İsmail’in bu iniltisi İstanbul ufuklarında dalgalanan bir besteye dönüşür, çileye soyunduğu dergâhının duvarlarından aşarak devrin sanat muhitlerine, oradan da saraya duyuracak bir kudret gösterir: “Zülfündedir benim baht-ı siyâhım/ Sende kaldı gece gündüz nigâhım/ İncitirmiş seni meğer ki âhım,/ Seni sevdim, budur benim günâhım…”
Kalıbıyla Osmanlı tahtında, gönlüyle Mevlevi postunda…
Zarif bir Osmanlı hanımefendisi olan Sâmiha Ayverdi annemiz, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları kitabının Dede Efendi bahsinde, Hammamizade İsmail’in Dede Efendi oluş sürecinde tahtta bulunan III. Selim’i yani Selim-i Sâlis’i, "kalıbı ile Osmanlı tahtında oturan, gönlü ile mevlevi postunu ihtiyar etmiş bir derviş kişi olmakla, husûsi meclislerine revnak veren şair ve mûsıkîşinaslar arasında, bilhassa, mensup olduğu Mevlevi tarîkinin yetiştirdiği sanatkârları geniş ölçüde bulunduran” bir padişah olarak tarif eder. İşte, sanat hareketlerini kulağı kirişte takib eden padişaha, uzaklardan gelen çilekeş mevlevî dervişinin sesi de, “zülfündendir benim baht-ı siyâhım” olarak ulaşınca, Selim-i Sâlis bu sesin -artık çilesi bitince “Dede” olan- sahibinin elinden tutar, onu musahipleri arasına sokar, bir müddet sonra da harikulâde sesinden dolayı ser-müezzin-i şehriyârî payesiyle taltîf eder. Bu iltifata bigâne kalamayan Dede Efendi için ise artık şu şarkıyı besteleyip söylemenin vakti gelmiştir: “Müştak-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ/ Etti nigeh-i âtıfetin bendeni ihya…”
Dede Efendi niçin önemli?
Dede Efendi’nin hem musikimiz hem medeniyetimiz için önemini, o dönemin fotoğrafını da çekip önümüze koyarak değerlendirmek lazım. Yûnus’un, başka bir şiirinde “söz ola kestire başı” dediği gibi biz de burada had bilip baş keserek Sâmiha Annemizi dinleyelim: “(…)Yıldan yıla yaprak döküp yaprak veren bir ağaç gibi, asırlardır işlene gelen mûsıkî, millî ruhun ve millî ihtiyacın müşküllerini çözen, suallerini cevaplandıran, taleplerini karşılayan, kâh coşturan kâh kandıran bir davet, bir çağırış ve çağrılış kıvamını bulmuştu. Bir göz açıp kapama anında insan ruhuna sükûnla çılgınlığın, ümidle bezginliğin, varlıkla yokluğun arasını silen, çoklukları yokluk edip birleştiren, bağdaştıran bu tılsım, sanki iliklere işleyip iliklerden taşan adsız sansız bir büyü idi. Her medeniyet asrı, bir ağaç gibi boy atıp dallarını budaklarını vecd ve sanat göklerine salarak bu ağaçta en leziz mahsullerini vermişt.
Padişah, nasıl bir nizam ve âhengin merkez yerinde oturan muvazene unsuru idiyse, derviş kişi de, vâsıl olmuş bulunduğu bir iç saltanatının muvazene ve ahengini kâinâta nakletmek ve üretmek ile vazifeli bir vasattı. Kâh hal, kâh vecd, kâh iman, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikâl, çoğu defa da sanat tarîkini ihtiyâr ederdi. İşte Dede'nin de ayinleri, besteleri, kârları, murabbâları, semâîleri, nakış semâîleri, peşrevleri hattâ şarkı ve türküleri, kanla kılıçla hizaya gelmeyen beşeriyeti, bir anlatılmaz heyecan ve şevkin sıcaklığı içinde yumuşatan bir ferman değil de ne idi? Osmanlı devleti'nde daima el ele, iç içe ve bir hizâda yürüyen şiir, mûsikî ve tasavvuf, her zaman kütleyi giydirip kuşatan, süsleyip bezeyen bir millî servet ve asalet geleneği ve mîrâsı olmuş; hattâ orduların bozulduğu, sınırların daraldığı, idarenin gevşediği en buhranlı devirlerde bile, işte Şakir Ağa'lar, Ahmed Ağa'lar, Sadullah Ağa'lar kâfilesinin dokuduğu sanat tezgâhı, kütleyi yoksul ve çıplak bırakmamış; nihâyet Dede Efendi ile de, cemiyete, hâlin ve istikbalin ümid ve tesellî kaftanını biçip giydirmişti. “
Bir de Donizetti Paşa var.
Sâmiha Ayverdi Annemizin söylediklerini ve hele son cümlesini, bir başka zarif ve çelebi insan olan muhterem Sadettin Ökten Hocamız da, Yahya Kemal’in İsmail Dede’nin Kâinatı şiirini şerh ederken, başka kelimelerle ve batıya yani Donizetti Paşa’ya da temas ederek anlatır. Bilindiği üzere, Selim-i Sâlis’ten sonra tahta IV. Mustafa geçer, onun kısa süreli saltanatından sonra da II. Mahmud devri başlar Osmanlı efkarında. Yenilikçi bir padişah olan II. Mahmud’un icraatlarından birisi de Muzika-i Hümayun’u kurması ve başına İtalyan Şef Giuseppe Donizetti’yi getirmesidir. İcra ettiği sanatın olgunluk devresinde olan Dede Efendi de zamanından bağımsız değildir, şartlar gereği hem batı müziği hem de Donizetti Paşa ile temas kurar. Etkiler mi bilinmez ama etkilenir, zira “Yine bir gülnihal” şarkısını batıdaki vals, tango gibi türlerden etkilenerek yaptığı söylenir.
Sadettin Hocamız da bu etkileşime şu izahatı getiriyor: “Donizetti Paşa’nın temsil ettiği musiki modern batının rengi ve ufkudur. Yalnızlık ve çaresizlik duyguları da, azamet ve iktidar gururu da bütün insanlarda var olan evrensel hislerdir. Ancak modern batıda bu duygulardan ilki, ruhu karanlık ve derin bir eleme gark ederken, diğeri insanı nihayeti zulme varan muazzam bir tekebbüre götürür. Donizetti Paşa üzerinden Osmanlı semalarına gelen modern batılı duygular, bu karanlık elem ve abidevi tekebbür halleri, İsmail Dede’nin gönlünde hadsiz teselliye ve asil tevazua dönüşmüş ve bu suretle varılan huzur ve saadet dolu hissiyat onun sesler ve nağmeler dünyasında inşa ettiği muhteşem bestelerle insanlara ikram edilmiştir.”
Bir teravih namazını eda ederken…
Sanatkâr, varolanla yetinmeyen, inhisarına tahsis olunmuş ibda kudretiyle ve yaşadığı gerilimlerin etkisiyle sınırları zorlayan kişidir. Dede Efendi’de bu durumu tüm açık seçikliğiyle gösteren şu olay dikkate değerdir. Efendim, kaynaklara göre, zamanında II. Mahmud'un imamlığına tayin olunan Abdülkerim Efendi ile, sultanın müezzinbaşılığında bulunan Dede Efendi arasında kırgınlık varmış. Bir Ramazan günü Abdülkerim Efendi Padişah'a, acemlerin II. Mahmud’un saltanatı hakkındaki ihaneti herkes tarafından bilinmekte bulunduğu halde, bunu düşünerek teravih namazında acem makamından ilahiler okumamak ve buna karşılık şevkefzâ makamını tercih etmek lazım gelirken, Dede’nin şevkefzâ makamını kullanmaya bilgisinin kafi gelmediğini söyler. Padişah ise Dede Efendi'nin sanatındaki iktidar derecesini bilir, Dede’den emindir ama yine de bir gece bir imtihan yapılmasına karar verir. Fakat, bu karar Dede Efendi'ye duyurulmaz.
Gece teravih namazı kılınırken, dördüncü dört rekattan sonra evc makamından ilahi okunduğu sırada karar gereğince, Sultan Mahmud tarafından gönderilen biri, müezzinlerin yanına giderek Dede Efendi'ye acem makamını değil şevkefza makamını kullanması emrini tebliğ eder. O zamana kadar şevkefzâ makamından hiçbir ilâhi yapılmamış olduğundan ne yapacaklarını şaşıran müezzinler, sermüezzin Dede Efendi'nin yüzüne hayretle bakarlarken, içlerinden biri Dede'nin işareti üzerine bu makamdan tekbir getirmeye başlar; imamın da fatiha-i şerif'i şevkefza makamında okumakta olduğunu anlarlar. Dede Efendi "hele bir namazı kılalım da bakalım" der. Dört rekat teravih namazı kılınıncaya kadar şevkefzâ makamından bir ilahi besteler ve selam verilir verilmez ilahiye başlayıverir. Diğer müezzinler de mûsikî ilminde birer üstad olduklarından, Dede Efendi'ye kulak vererek ağız kalabalığı ile ilâhiyi güzelce okuyup bitirirler ve padişahın takdirlerini kazanırlar.
Elele vermişler Hakk’a giderler.
Dede Efendi, yetişme çağında, önce mürşidi Ali Nutkî Dede’yi, hemen sonra da oğlunu gayb âlemine uğurlayınca gönlü dolar taşar; bu gerilime dayanamayan dili şu şarkıyı besteleyip söyler: “Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde/ Âteş dökülürse yeridir âh-ı serimde/ Her lahza hayâli duruyor dîdelerimde/ Takdîre nedir çâre bu varmış kaderimde…” Bir bayram günü başlayıp bir bayram günü nihayete eren Dede’mizin dünya macerasını, Sadettin Hocamız bakın nasıl muhtasar bir şekilde anlatıyor: “Kamışın nay olabilmesi için içinin boşaltılması, hayatı terk ederek renginin sararması ve bağrının dağlanması icap eder; ancak bu sayede nayzenin elinde ses verir, onun nefesi ile dirilir. Kamış da nay de birer varlıktır, kamış mahiyet değiştirerek naye inkılâb etmiştir, nay de bir varlık olarak hayatında devam etmeye ve hizmet ve itaatini sürdürmeye mecburdur. İnsan için de aynen böyle olmak lazım gelir, sine vecd ile göz göz olur, muhabbet ve firkat ile dağlanır, yâd-ı cemal ile dilhûn olunur fakat hizmet ve itaat devam eder. Hayat dediğimiz macera bir büyük ayrılık ve hasret sonucu dağlanmış gönüllerin terennümleri ile renklenir ve yaşanır hale gelir. Böyle büyük gönüllere yaşama gücü ve coşkusu ile aşk esrikliği veren şey ise her dem leb-be-leb oldukları sahbâdır. Bu sahba ile onlar ezelde tattıkları hazzı hatırlar ve onu özlerler, daha doğrusu o tadı hiç unutmazlar. Dede’nin bütün eserleri ve hususen âyinleri işte böyle bir ruh halinin, bu kabil bir gönül pırıltısının akisleridir.”
Kuğunun (bazı kaynaklarda da ‘kaknus’ diye geçer) son şarkısı en güzel şarkısıdır derler. Öleceğini anlayan kuğu, çer-çöple kurduğu yuvasında öyle acı acı çığırıp öyle hızlı çırparmış ki kanatlarını, bu kanat çırpmadan hasıl olan ısıyla yuva alev alır ve böylece kuğu da son şarkısını da böyle söylemiş olurmuş. Hac farizasını yerine getirirken dar-ı bekâya göç eden Dede Efendi’nin de son bestesi, o iç yakıcı, gönlü pare pare edici Yûnus’un şu ilahisidir: “Yöğrük değirmenler gibi dönerler/ Elele vermişler Hakk’a giderler/ Gönül Kâbesini tavaf ederler/ Muhammed’in kösü çalınır bunda/ Ol sultanın demi sürülür bunda…” Gönlüm diyor ki, daha artık ne konuşursun, artık susma vakti geldi.
Mehmet Emre Ayhan, gönlünün sözünü dinliyor ve susuyor.
Dede'nin kâinatına yapılan bu nezih gezi için sonsuz teşekkür....