Makam denince aklınıza gelen ilk şey nedir?
Eminim birçoklarının vereceği ilk yanıt, gayriihtiyari, “mevki, rütbe, yükseklik” olacaktır. Çünkü maddiyattan sıyrılamamış hemen her ruh, makam denince aklına, muhtemelen en yükseğe, en saygı duyulan rütbeye kavuşmak arzusunu getirir. Evet, makam denince ilk akla gelen daima yükselmek oluyor. Dünya üzerinde yükselmek... Tasavvufta da buna yakın bir anlama sahip bir kelime: Yükselmek… Tek farkla, kulun, Allah’a ulaşmak için çıktığı yolda ulaştığı mertebe, rütbedir makam.
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi’nde şöyle konuşuyor bizlerle: “Tasavvuf ıstılâhlarında makam, kulun tekrar ede ede kazandığı ve vasıf hâline getirdiği âdap ve ahlâktır.” Daha birçok anlamı içinde barındırabilmiş bir kelime makam. Kubbealtı Lügat’ten şu örnekleri sizler için seçtim:
Makām-ı İbrâhim: İbrahim (a.s) peygamberin, Kâbe’yi inşâ ederken yâhut insanları Kâbe’yi ziyarete dâvet ederken üzerine çıktığı taş ve bu taşın bulunduğu, buraya sığınan bir kimsenin her türlü tehlikeden emin olacağı yer.
Makām-ı mahmud: Mahşer günü livâü’l-hamd altında sâdece Hz. Muhammed’in (sav) dilediği herkese şefâat edebileceği en yüce makam, şefâat-ı kübrâ makāmı.
Mûsikîde makam
Makam denince akla gelebilecek ilk birkaç manayı sıraladıktan sonra, benim için önceliğe sahip olan karşılığını da yazmak istiyorum: Mûsikîde makam.
Klasik Türk Mûsikîsinde, geçmişten günümüze kadar kullanıldığı düşünülen 590 civarında makam vardır. Bunların neredeyse tamamına yakını unutulmuş, geriye kalan çok azı ise, mûsikîye gönül vermiş mûsikîşinaslar tarafından hatırlanmaya, yaşatılmaya gayret edilmiştir. Günümüzde ise, ne yazık ki adlarını çok az duymaktayız.
Aslında buna rağmen, mûsikîye meraklı olmayanların bile makam denince aklına gelen birkaç örnek muhakkak vardır: Uşşâk, Hicaz, Hüzzâm, Nihâvend, Hüseynî, Rast gibi… Lâkin bunların dışında, isimlerini birçoklarının duymadığı, günümüzde artık icrâlarına bile rastlamakta zorlandığımız makamlardan da örnekler vermeden geçmek istemem: Zîrefkend, Zengûle, Gerdâniye, Şedaraban, Ferahnümâ, Heftgâh, Arazbar, Bahrinâzik, Bestenigâr gibi… Yalnızca isimleri bile, söylendiğinde gönle tesir eden bu makamların icrâlarına rastlamakta artık zorlanıyor oluşumuz, sanıyorum ki mûsikîye gönül vermiş herkesi müteessir etmektedir.
Yeryüzünde yaşam peydâ olduğundan bu yana insanlar duygularını, düşüncelerini, fikirlerini anlatmanın bir yolu olarak, belki de en etkili yolu olarak, sesleri tercih etmişlerdir. Çünkü yaradılışımız gereği sahip olduğumuz bütün hislerimizi, bütün düşüncelerimizi anlık olarak, hiç hesapsız karşı tarafa aktarabildiğimiz ilk iletişim biçimidir ses. Bu, sözlü olarak konuşmanın yanı sıra müziğin o eşsiz gücüyle de yapılmış ve yapılmaktadır. Kelimelere sığınarak anlatmakta zorlandığımız hislerimizi, bazen ezgilerle, nağmelerle rahatlıkla dile getirebiliriz. Seslerle karşımızdaki kişi ve kişileri tahrik edebilir, yönlendirebilir, duygularına şekil verebiliriz. Parmak şaklatmak, elimizle bir masaya farklı ölçülerde vuruşumuz, alkış yaparken tuttuğumuz ritim, o anki hislerimizi tarif ettiğimiz yöntemlerdendir. Düşünelim, bir insanı takdir ederken ve yahut kötülerken tutunduğumuz alkış sesi, muhakkak ki niyetimizi açığa vuracaktır.
Seslerin etkisine en güzel örnek: Mehter
Biraz geriye gidecek olursak, seslerin insanı harekete geçirmesi konusunda akla gelen bir diğer örnek de mehter takımıdır. Bilindiği üzere mehteran, savaş esnasında icrâ ettikleri marşlarla, askerleri psikolojik olarak savaşa hazırlayan en önemli unsurlardandı. Ve yine bir alâmet-i fârika olarak, “mehter” kelimesine denk düşen karşılığı da sizlere söylemek istiyorum: “en büyük, ulu, yüce”... Ayrıca, Türklerde, toprak kazanan beylere egemenliklerinin âdeta bir nişânesi olarak gönderilen “tuğ, kübürge, zil, davul” gibi armağanlara ise, müziğe ve “ses”e duyulan saygının bir karşılığıdır diyebiliriz belki.
Müziğin ve seslerin psikolojideki yeri yıllardır ciddiyetini korumuş, bunun üzerine sayısız araştırmalar yapılmış ve çoğu kez, müziğin ve seslerin canlılar üzerindeki etkisi gözler önüne serilmiştir. Bu araştırmalardan birinde, bir hastanede cerrahi müdahalede bulunulacak hastaların bir kısmına dinletilen klasik müzik karşısında hastaların verdiği tepkiler ölçülmüş ve müzik dinletilen hastaların antibiyotiklere daha az ihtiyaç duydukları ortaya konulmuştur.
Bilenleriniz muhakkak vardır. Edirne’de şu an müze olarak kullanılmakta olup, Sultan II. Bayezid tarafından kurulan bir şifâhane mevcut. İlk kurulduğu zamanlar tüm hastalara tedavi imkânı sunan bir şifahâne iken, daha sonraları aklî melekelerini kaybetmiş hastaları kabul eden bir merkez hâline dönüşmüş burası. Tıbbî değeri olan ilaçlara ek olarak avluda yer alan şadırvandan çıkan su sesi ve çeşit çeşit çiçeklerden yayılan kokularla sürdürülen tedavilere, şifahânede görevini tatbik etmekle yükümlü on kişilik bir ekipten oluşan hânende ve sâzendeler topluluğu da dâhildi. Şifahânede mûsikî icrâlarının gerçekleştiği büyük salonda, sesin, yapının her köşesine eşit şekilde ulaşıyor oluşu ve etkisini hissettirebilmesi, yapının mimarisindeki ustalığı gözler önüne seriyor. Bu iş için özenle yetiştirilmiş hânende ve sâzendeler haftanın belirli günleri, bu salonda her hastalık için ayrı ayrı ve özenle seçilmiş makamlardan eserler icrâ ederler ve böylece kalbe ve rûha şifâya vesile olurlardı. Hekimler, her hastayı ona has makamı belirlemek için tedavi eder, nabızlarını, kalp atışlarını, makamlara verdikleri tepkileri izleyerek tedavi seyrini belirlerlerdi.
Âşk derdine düşenlere Uşşâk makamı
Aklıma gelen örneklerden bir kaçını sizler için sıralamak istiyorum: Uykusuzluktan şikâyet, kas hastalıkları ve ciğerden gelen rahatsızlıklarda “Segâh” makamında karar kılınırken; gönülde tazelik, güven duygusu, merhamet hissi ve hâtıraların tazelenmesi gibi durumlarda “Isfahan” makamı seçilirdi. Âşk derdine düşenler ve gönül kırıklıklarının defi için “Uşşâk”, kahramanlık, cesaret hissi, özgüven duygularının gelişmesi için “Hüseynî”, yaratıcılık, canlılık, dostluk hislerini tazelemek için “Acemaşîran” makamı tercih edilirdi.
Evliya Çelebi, 1652 yılında gerçekleştirdiği Edirne ziyareti esnasında buraya da uğramış. Şifahânenin mûsikî ile tedavi yöntemini şu şekilde aktarıyor: “Merhûm ve Mağfur Bayezid Veli Hazretleri, vakfiyesinde hastalarâ devâ, dertlilere şifâ, dîvânelerin ruhuna gıdâ ve def-i sevdâ olmak üzere, on adet hânende ve sâzende gulâm tahsîs etmiştir ki, üçü hânende, biri nâyzen, biri kemânî, biri mûsikaarî, biri santûrî, biri ûdî olup haftada üç kerre gelerek hastalara, delilere mûsikî faslı verirler. Bi-emr-i Hayy-i Kadîr, nicesi avâz-ı sâzdan hoş hâl olurlar. Hakkaa ki ilm-i mûsikîde Nevâ, Rast, Dügâh, Segâh, Çârgâh, Sûzinâk makamları anlara mahsustur. Amma makam-ı Zengûle ile makam-ı Bûselik’te Râst karar kılsa hayat verir âdeme. Cümle sâz ve makamlarda rûha gıdâ vardır.”
Tarih boyunca birçok hekim, müziğin insan sağlığı üzerindeki etkisini ve iyi bir mûsikî dinleyicisi olmanın önemini ısrarla vurgulamıştır. Bunlardan, mûsikî üzerine yaptığı çalışmalardan bir kısmı günümüze ulaşabilmeyi başarmış ilk İslâm müellifi Yakub El-Kindî’dir. Kindî’ye göre mûsikî, mevsimlerden, günlerden, aylardan, burçlardan sair doğa olaylarından ve kâinattan bağımsız değildir. Ona göre, ud sazının telleri kâinatı oluşturan unsurlarla ilişkilidir. Yedi asıl perde dediği yedi nağme ise, yedi gezegenin karşılığıdır. Bunlar sırasıyla: Mutlaku’l-bam Zuhal (Satürn), Sebbâbetü’l-bam Müşteri’ye (Jüpiter), Vusta’l-bam Merih’e (Mars), Hınsırü’l-bam Şems’e (Güneş), Sebbâbetü’l-mesles Zühre’ye (Venüs), Vusta’l-mesles Utârid’e (Merkür), Hınsırü’l-mesles Kamer’e (Ay) karşılık gelir. Bu yedi nağmenin oluşturduğu dizi “usûlü’l-kibâri’t-tâmme” olarak adlandırılmıştır. Ayrıca bazı kaynaklara göre, İslâm âleminde notaları kullanan ilk kişi olarak kabul edilir.
Her makamın vakti vardır
Hekimliğinin yanı sıra mûsikî ile yakınlığı bilinen âlimlerden diğer ikisi de kuşkusuz Fârâbî ve İbn-i Sîna’dır. Kanun sâzının da mucidi olarak kabul edilen Fârâbî, her makamın günün farklı saatlerinde etkisi olduğunu vurgularken, bu makamların insanlar üzerindeki etkilerini Kitâb-ül-mûsîkî'l-kebîr adlı eserinde kısaca şöyle özetler:
Rast makamı: İnsana sefa verir.
Rehâvi makamı: İnsana bekâ verir.
Küçek makamı: İnsana hassasiyet verir.
Büzürk makamı: İnsana havf verir.
Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti ve güven hissi verir.
Nevâ makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.
Uşşâk makamı: İnsana gülme hissi verir.
Zirgüle makamı: İnsana uyku hissi verir.
Sabâ makamı: İnsana şecaat verir.
Bûselik makamı: İnsana kuvvet verir.
Hüseynî makamı: İnsana sulh verir.
Hicaz makamı: İnsana tevazu verir.
İbn-i Sîna’ya göre ise, mûsikî başlı başına bir ilim ve sanat kapısıdır. Tıpkı Fârâbî gibi o da Kindî’nin çalışmalarından zaman zaman etkilenmiştir. Mûsikîyi, tedavilerinde de sıklıkla kullanan İbn-i Sîna, Cevâmi'l-İlmi'l-Mûsıkî adlı eseriyle de kendisinden sonra yetişen âlimlere kıymetli bilgiler bırakmıştır. Yine mûsikî ile alâkadar olan Osmanlı’nın önemli hekimlerinden bir diğeri, Hekim Şuûrî Hasan Efendi’dir. O da, mûsikînin insan sağlığı üzerine etkilerini sıklıkla tekrarlar ve hekimlik ile meşgul olan herkesin mûsikî ilmini öğrenmeleri gerektiğinin önemini şu sözlerle vurgular: “Mûsikîyi bilmeyen hekim tanı ve tedavide başarılı olamaz.”
Yıllarını hekimliğe adamış bir kıymetli isim
Yakın zamana döndüğümüzde ise, hekimlik ve mûsikîyi bir arada sürdürenlerden akla gelen ilk isim kuşkusuz ki Alâeddin Yavaşça olacaktır. Yıllarını hekimliğe adamış bu kıymetli isim, aynı zamanda Klasik Türk Mûsikîsi denildiği zaman akla ilk gelen icrâcılardandır ve yetiştirdiği sayısız talebeyle hekim mûsikîşinaslar geleneğini sürdürmektedir.
Günümüzde, bilhassa büyük şehirleri etkisi altına almış olan “araç trafiği, eşya trafiği, insan trafiği, bina trafiği” ile hızlı yaşamaya alışmış, tüketmeye yönelik büyük bir açlık duyan insanlara dönüşmüş olmamız, gönülden gelen bu sesleri duymamızı eskiye nazaran zorlaştırmakta. Müziğin de “hızlı” olanına rağbet ediyoruz, çabuk hazmedilen türüne. Asırlardır, müziğin yapıcılığına, iyileştirici gücüne, dostluğuna, kardeşliğine inanan, insan gönlünü muhakkak ki ilâhî bir lütufla etkisi altına alan nağmeleri, hızlı yaşamak adına unutmayı göze alan bizler, elbette ki bu nağmelerin ardına saklanan sırlı güzellikleri arayıp bulmakta da hep geç kalıyoruz. Ve böylece, yeryüzünde hiçbir iz bırakmadan silinip gidiyorlar…
Mûsikînin insan sağlığı üzerindeki etkilerinden, hayatımızdaki öneminden ve bu hususta söz söylemiş âlimlerden (tamamına yer verememiş olsam da) kısaca bahsetmeye çalıştım. Başlı başına bir tez konusu olan bu hususta, konunun ehli olmamakla birlikte yalnızca yaptığım okumalar çerçevesinde söz söyleme cesaretini göstermiş bulunmaktayım. Eksik ve hatalarım varsa affola. Umuyoruz ki, bu konuda yapılan çalışmalar çoğalır ve gelecek nesillere mûsikî adına bir şeyler bırakabiliriz.
Ben, yazımı sonlandırmadan evvel, lütfederseniz şayet, şu an yapmakta olduğunuz işinize birkaç dakika ara verip gözlerinizi yummanızı ve gönlünüzle karşılıklı bakışarak Necdet Yaşar’ın tamburu “Sarıkız” ile bizler için icrâ ettiği Sûzidil saz semâîsini dinlemenizi rica ediyorum. Sûzidil makamının yakıcılığında, içinde sakladığı ayrılık hissinde ve kavuşma hazzında buluşup bir başka taksime doğru yola koyuluruz belki. Şehrin gürültüsünü arkamızda bırakarak…
Zeyneb Demirel