BAKŞİ HACI KURBAN SÜLEYMAN DEDE
Birkaç şekilde başlanabilir bu yazıya. Mesela ilk anda içimden o bir dutar virtüözüdür demek geliyor. Veya “o, dört bir yanımızı sarmış kültür emperyalizmine karşı dimdik bir isyandır” desem heyecanlı bir başlangıç sunabilir bize. Ama diyemiyorum, çünkü farklı bir şey var… Sürekli yoğrulduğumuz, düşündüğümüz, kavga ettiğimiz, kabul ettiğimiz kelimelerden ayrı bir yere düşüyor çünkü Hacı Kurban Süleyman Dede. Bu yüzden ben ona “çok samimi veya çok derin” desem, muhtemelen “aman bu geleneksel hayat da ne kadar güzel” diyen bir beyefendi gibi ağzım kokar. Veya dutar virtüözüdür desem, sanırım bu da hâkim olmak isteği barındıran, tutsak edici, kapsayıcı bir çabanın ürünü olur. İfade etmek veya Süleyman Dedeyi anlayabilmek adına ise bir faydası olmaz.
Bilgi Babında
Hacı Kurban Süleyman Dede, 1920'de İran'ın Aliabad köyünde doğmuş. Bütün hayatını bu köyde geçirmiş ve yine bu köyde ölerek kendi evinin bahçesine defnedilmiş. Bu köy Bakşileri ile ünlü Horasan Bölgesinin içinde. Toplantılarda dutarı eşliğinde destanlar söyleyen, eski halk hikâyeleri okuyan halk ozanlarına bakşi deniyor. Bu babadan oğula geçen, kadim ve muteber bir gelenek. Süleyman Dede de bir bakşi ailesinin içine doğmuş. Dutar çalmayı sekiz yaşındayken babasından öğrenmeye başlamış. Fakat babası bir üstad değilmiş. Bu yüzden babası ölünce o da bir üstada giderek dutarda ustalaşmaya başlamış. Yirmi bir yaşındayken de bakşi ünvanına kavuşmuş. Bakşilerin geneli gibi şarkılarını Kürtçe, Türkçe ve Farsça söylüyor. Bakşi ünvanı alabilmek zor bir iş. Bakşi olmak isteyen talebeyi üstad üç aşamalı bir sınava tabi tutuyor. İlk olarak üstad, talebesinin dutar çalışına bakıyor. İkinci olarak da talebe İran'ın geleneksel şarkı okuma tekniklerine göre değerlendiriliyor. Bu iki aşamayı geçen talebeye üstad bir hikâye anlatıp evine yolluyor. Ertesi gün talebeyi tekrar çağırarak, bu hikâyeyi kendisine geri anlatmasını istiyor. Eğer üstad talebesinin anlatış şeklini beğenirse ona bakşi ünvanını veriyor. Bu ünvana yirmi bir yaşındayken kavuşan Süleyman Dede de, “benim eğitimim sırasında bu işi notalarla öğrenmeye çalışan insanlar vardı” diyor ve devam ediyor: “ben öyle yapmadım. Ne öğrendiysem üstadlarımı dinleyerek öğrendim. Bugünkü klasik müziğin tarihi nedir ki, en fazla yüz elli sene. Aslı ise bu gelenektir, makamlardır.”
Süleyman Dede ve Dutar
Dutar iki telli bir saz. Yapı olarak kopuza benziyor. Telleri ipekten. Çalış tekniği alevi müziğinde görülen tavrı anımsatıyor. Mızrapsız, yani parmakla çalınıyor. Süleyman dedenin dutarıyla arasında garip bir bağ var. Ondan bahsederken "aşktır bu" diyor;
“Bütün arkadaşlarım öldü, bir tek ben hayatta kaldım. Yemin ederim ki şu dutar, şu tahta parçası olmasaydı ben de on sene önce ölürdüm. Dutar sandalyede çalınmaz, yere oturarak çalınır. Bu yaşta ağrıdan yarım saatten fazla oturamayan ben, dutarımı elime aldığımda vücudumdaki tüm ağrı kayboluyor. İşte bu aşktır.”
Bir Hatıra
Süleyman Dede kırklı yaşlarındayken yaşadığı köye bir medrese hocası gelmiş. Ona asıl işinin dutar çalmak olup olmadığını sormuş. Süleyman Dede de, hayır demiş ben çiftçiyim, toprakla uğraşırım. Hoca “Bundan sonra dutar çalma, Allah katında hoş karşılanmaz” demiş. Burada Süleyman Dede, “Biz müslümanız, tam on beş sene dutarı elime bile almadım” diyor. On beş sene sonra köye başka bir hoca gelmiş ve Süleyman Dedeye, niye dutar çalmadığını sormuş. Süleyman Dede de hikâyeyi anlatmış. Hoca, Süleyman Dedeye, “sen tekrar çalmaya başla, o hoca bu işlerden anlamıyormuş” demiş. İkna olmayan Süleyman Dede de, ama bu haram deyince, hoca, sen çal haramsa da, günahı benim boynuma deyip ikna etmiş Süleyman Dedeyi. Süleyman Dede de o zamandan beri dutarını elinden hiç bırakmamış. Dutarını ilerletmiş diyemeyeceğim. Bu yüzden, ağzımın kokmasından korkarak, ancak derinleşmiş diyebiliyorum.
Geçen zaman içinde, Fransa'dan konsere bile çağırmışlar Süleyman dedeyi. Zaman zaman Fransızların onu bizden daha çok tanımasına içerlermiş. “Music of the Bards from Iran” adında bir albümü, “Plectrums of Love” adında da bir belgeseli var. Daha fazla tanımak isteyenler için de üzülerek isminin gâvurcasını vereyim, “Haj Ghorban Soleimani”.
Belgeselden Ufak Bir Sahne
Süleyman Dede döşeğinin üzerine oturmuş. Kınalı parmaklarıyla çaldığı dutarı eşliğinde, “ah gençlik” diye başlayan bir şarkı okuyor. Karısı bazen karşısına oturup onu dinliyor. Bazen de, iki büklüm, ya çay taşıyor ya da su çekmeye gidiyor. Süleyman Dede ara sıra kameraya –ya da bize – utanarak, rahatsız olarak bir bakış atıyor. Herhalde Süleyman Dedeyi bu haliyle unutmamak gerek.
Cankat Kaplan yazdı
günahı benim boynuma çal sen çal....