Müzeyyen Çelik’in üçüncü öykü kitabı “Bütün Ağırlıklarım”, Hece Yayınlarından çıktı.

Üçüncü öykü kitabıyla başarılı öykü yürüyüşüne bir yeni çıta daha ekleyerek devam ediyor Çelik. Sırlı, sırra kadem basmış kişiler ve karakterlerle dolu değil öyküleri ve fakat sıradan olanın yanı başımızda belirmesini doğallıkla öyküye aktarıyor ve öyle ilerliyor. Kasıntı bir dil ve kurmacayı baştan hesaba dâhil etmiyor. Dil oyunlarını ayarlı bir ölçüde ve kelimelerle edebi sanatlar üzerinden aşırıya kaçacak bir mesafede konumlandırmamış anlatısını. Anlattıklarının önemli ve değerli olduğunun farkında ve sıradan karakterleri sıra dışı olaylarla çarpıştırmak gibi bir uçlaştırmaya da izin vermiyor. Sanatçı elbette bazen bunları iyi kotarabilirse gerçekleştirebilir fakat Müzeyyen bu nevi yönsemelere yaklaşmadan hikâyesini anlatıyor okuruna. Örneğin Omzumda Biri kitabında ve daha önceki kitabı olan Kamu Baş Rüyacısı kitabında da bazen öykülerin sıkı metinleştir görüntüsü gayretiyle okurunu gözettiği kimi anlatılar bu kitabında pek yer bulmuyor, bulamıyor. Bu kötü bir durum değil elbette. Aslında daha kolay söyleyişi olan metinlere de gidebilirim yahut karakterler öykü anlatımımda zor ve karmaşıklaşsa da ben yine de o karmaşık halleri sıradan karakterlermiş gibi anlatırım, demeye getiriyorum mu diyor acaba? Bunu düşündüm doğrusu son kitabındaki metinlerin genel havasını göz önünde bulundurunca.

Müzeyyen Çelik’in “Bütün Ağırlıkları” öyküden yana

Çelik, öykülerinin genelinde hayatın kendi iç sesinden, kendiliğinden doğup gelen şeyleri ele almakla işe başlıyor. Gücünü buradan alıyor, diyerek bir kısıtlama bir çerçeveleme eylemine girişmek istemiyorum elbette. Genel oluşu, öykü dokunuşu olan buluşları ve işçilikle metne dönüştürüşü bu kabildir diyebilirim. Sade bir anlatımla yahut bazen sadeliğin imkânlarıyla sanatsallığın ağırlaştırılmak istendiği anlatımlar birbirini ezmeden birbirine çok büyük yüksek sesle bağırmadan ilerliyor. Metinler arasında, öyküden öyküye geçerken de bunun nasıl bir kolay ve sağlam geçişli bir dizge içerisinde durduğunu görebilmekteyiz.

Çelik, ele aldığı metinleri öyküye dönüştürme sırasında verimli bir alan gibi değerlendirerek olay yahut karakterlerin işlenişini çoğaltmaktan bile isteye kaçınıyor. Bu hem iyi bazen de dezavantaj doğurabiliyor. Çünkü bazı öykülerin biraz da çoğalması gerekliliği ortadadır. Çoğaltıma kaçmamak bazı öykülerinden sıkıcılıktan kurtarırken bazılarındaysa keşke metin bir miktar daha ilerleseydi yahut anlatı esnasında şuraya daha da geniş verilebilseydi hissi, izlenimi uyandırmıyor değil okurda. Bu elbette ilerleyen süreçte tamir edilebilir, onarılabilir bir durumdur.

Müzeyyen Çelik’in genelde ele aldığı, işlediği konular yakın aile, çocuk, akrabalık ve komşuluk gibi şeylerin olayla örülü birer metne yani öyküye dönüştürülmesiyle elde edilmektedir. Hayatın içinden aktarıyor bize insan tiplerini; hem de yakın bulunduğumuz insan tipleri, topluluk tipleri üzerinde duruyor. Eski hayatlar da öykülerin konusuna konuk olmuş yeni hayatlar da… İncinmişlik hikâyeleri daha bir ağır basmakla birlikte ilişkilerin kırılma noktalarına parmak basıyor, yer yer olumsuz gibi görünen insan ilişkilerinin ortaya serilişinde de aslında anlatıcı ustalığıyla kötülüğün ve ye’sin dışta tutulması gerektiğini imliyor. Buraya çektiği dikkatin önemli, ayrıcalıklı olduğunu düşünüyorum.

Örneğin, “Üzgünlük” adlı öyküsünün sonundan bir kesit alalım buraya: “Nereye gideceğini, kime yüz süreceğini bilemeyen kadın ağladı, ağladı, ağladı, kendi kendine söylendi günlerce. Bir süre rapor aldı. Rapor süresi bitince işine döndü. Mahkeme sürecini avukat takip etti. Eşyalarını spotçulara sattı. Kendisine eşyalı bir apart tuttu. Hayat devam edecekti.

Sadece artık çok konuşuyordu, sürekli anlatıyordu. Anlatmasa ölürdü. Anlattıkça acılarını sağaltıyordu. Öyle de oldu.” (s. 13)

Bu kesitte de anlatıldığı üzere yukarıda işaret ettiğimiz sıradan insan ilişkilerinin rahatça, kolaylıkla söylenişini görebiliyoruz. Metni zorlamıyor, gereksiz çoğaltım yok ve yerli yerinde bir öykü bitişi. Sanatkârca bir tutumun izleri de görülebiliyor.

Çelik’in yaşanmışlıklardan kopup gelen, samimi bir dili var ayrıca. Sosyal gerçekçiliğin bu nevi anlatılışını da böylece okumuş, tepeden tırnağa bir dokunuşla hissetmiş oluyoruz adeta.

“Balık Pul Kılçık” öyküsünün her zerresi insanın kalbine dokunan bir aile anlatısı… Zor zamanların geçmek bilmediği, yoksullukla, yoksunlukla sınanan bir ailenin trajik anlatısı. Anlatıcı yani yazar kendisini mi anlatıyor yoksa ben diliyle bir anlatının sahiplenicisi mi olmak istemiştir bilinmez ve fakat güzel, sağlam bir anlatı işte. Bu çarpıcı ve etkileyici öykünün esasında anne anlatılıyor, yoksulluk anne üzerinden anlatıldıkça anlatılıyor ve asıl babaya, yoksulluğun bütün ağırlığını çeken babaya kısaca değinivermekle de baba anlatılıyor doğrusu. Ailenin genel ahvalinden kısaca zikredilen kocaman bir baba anekdotu çıkıveriyor karşımıza:  

“Şu çocuklar bundan başka balık görmediler. Kılçık ayıklamaktan, pul temizlemekten yoruldum, bari onca emeğe karnımız doysa. Alma daha iyi!

Porsuk’tan tutuyor bunları bizim işyerindeki Rahmi. Ucuza da verince alıverdiydim.

Alma adam, alma! Yiyemiyor çocuklar. Başka balık al, kılçığı az olanlardan al. Oğlanın boğazına takıldı, öleyazdı ya çocuk.

Zor çıkardık boğazından. Daha niye aynısından alıyorsun?

Rahmi ucuza veriyor. Kılçıksız balıklar ateş pahası ki.” (s. 20)

**

Çelik’in bir başka öykü oluşturma biçimlerinden birinin de tipik örneği de “Beşinci Kat” öyküsüdür. Burada şiirdeki yığma tekniği benzeri bir öykü dizme şekli mevzu bahis. Ve fakat bu nevi oluşturma bazen şiirsel bir anlatıma yaklaşmadığında daha nitelikli bir metne dönüşmekle birlikte bu metinde bir miktar tuzunun ve biberinin eksikliğine sebep olmuş mudur acaba, diye düşündüm doğrusu. Bu tür metinlerde yığmalarla ilerlemenin galiba ince bir sakıncası da bu, diyebiliriz.

**

“Bütün Ağırlıklarım” adlı öykünün başlığa konuk olması, başköşeye buyur edilmesi yerli yerinde bir bakış olmuş. Bütün Ağırlıklarım’da anlatılan trajik öykünün tadında bir miktar da Vüsat O. Bener’in “Havva” adlı öyküsünün tadını aldım, diyebilirim. Dışlanmış, ezilmiş, insan yerine konulmamış bir kadının öyküsü Bütün Ağırlıklarım. Anlatı gücü yüksek bir aile trajedisi, desek sanırım öykünün kıymetine bir halel getirmemiş oluruz. Olayın sonlanışı bağlamında bir hiççilik zorunlu bir yokluk vurgusu ve müntehir bir kadının iç halleri anlatılsa da benzer olayların ve öykülerin hayatın akan damarları içerisinde de dolaştığını hep biliriz.

Ali Karaçalı’nın Çelik’in öyküsü hakkında söylediği şu ifadelerin altını katılarak çizmek de boynumuzun borcudur: “Müzeyyen Çelik’in öykülerinin asıl gücü, hayatı kendi doğallığı, yalınlığı ve derinliği içinde yakalaması ve dili kendi olağan akışı içerisinde kuşatarak aktarmasından geliyor. Anlatımdaki ritim, yalınlık, duruluk ve dobra söyleyiş okuyucuyu hemen teslim alıp olaya dahil ediyor.”

**

Ayrıca Çelik’in şiir sınırlarını zorladığı kimi anlatıların yer aldığı öykü parçalarını spesifik olarak incelediğinizde de karşınıza şairane bir deyiş, söyleyiş, aktarma gücü imgeci bir tavır görüyoruz. Örneğin “Etek” adlı öyküde bu hazzı, bu kadı almak mümkün… Bu Çelik’in ileri düzeyde bir anlatı kabiliyetini de ortaya koymaktadır kanaatimce: “Benim annem upuzun bir etekti. Bazen çiçekli, bazen çizgili, bazen siyah, bazen benim bilmediğim renklerde bir etek. Ben o eteğin uçlarında büyüdüm. Ayaklarına dolana dolana, bacaklarına sarıla sarıla, ağlaya ağlaya, eteği nerde görürsem koşa koşa. Beni kucağına al, bana sarıl, benimle oyna, benimle uyu, benimle ye, benimle hastalan demek istiyordum ama hep ağlıyordum. Durmadan ağlıyordum.” (s. 39)

**

Müzeyyen Çelik’in en çok göz önüne almamızı salık verdiği şey sınıfçı bir olay ya da insan karakterleri topluluğuna tevessül etmemesidir. Kimi anlatıcıların kendi sınıflarından kaynaklı derin kompleksleri olabiliyor ve bu kompleksleri de zaman zaman metinlerine yansıyabiliyor. Çelik, metinleriyle barışık olduğu kadar kendisiyle, yaşamıyla, diliyle ve duygularıyla da barışık… Bu yapısı onun iyi işler yapmaya devam edebileceğini, sağlıklı okumalarından yeni metinler damıtabileceğini gösteriyor.

Çelik, öykülerinde yer ve mekân olarak tenakuz yaşamıyor; bu iyi. Titizlikle ele alıyor metinlerini diri tutmak adına sağlam bir gözden geçirmeyi başarılı biçimde gerçekleştiriyor. Okuru yorumlamaya, sorgulamaya, düşünmeye sevk edişi sıcaklık ve metnin içeriğine okurun girebilmesi adına değerlidir. Okuruna katkı sunmayı başarabilmiş yazarların ilerlemesi ve kendi değerlerine katkı sunmaları daha sıkı ve sağlam olabilmektedir. Bu aynı zamanda Çelik’e yüklenmiş büyük sorumluluk ve ağırlık getirir. Bütün ağırlıkların böyle olması ne ki güç verir. 

Çelik’in bundan sonraki ilerleme aşaması kalfalıktan ustalığa doğru atılmış adımlar bütünü olacaktır. Böyle umut ediyorum. Başarı grafiğinin giderek yükselebileceğine ve sağlam öykü metinleriyle daha sık okurunu selamlayacağına bence okurun da umut etmesi gerek.