Halen Şehir Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Dr. İshak Arslan ile Çağdaş Doğa Düşüncesi isimli kitabını ve önümüzdeki süreçte ne tür çalışmaların içinde olacağını konuştuk. Kitabında çağdaş doğa düşüncesine uzanan süreci ve bu düşüncenin hangi argümanları barındırdığını derinlemesine analiz eden yazar, “Evrim Teorisi” ve “Din- Bilim ilişkisi” gibi popüler pek çok konuyu da farklı bir perspektifle tartışmaya açıyor. Özellikle felsefe ve fizik literatürüne dair barındırdığı birçok kavram, alanların yabancısı olanları zorlayabilecek olsa da ortalama okuyucunun birçok soruya cevap bulması mümkün bu kitapta.
Doktora teziniz olan kitabınızın ortaya çıkış serüveninden biraz bahseder misiniz bize? Sizi bu konu üzerine çalışmaya sevk eden temel etken ne oldu?
Kitap, 2007 yılında tamamladığım doktora tezinin genişletilmiş, yeniden yazılmış bir versiyonu. Tez formatını kitaba dönüştürmek biraz uzun sürdü. Yapılan ekleme ve düzenlemelerden sonra nihayet 2012 yılının başında yayınlandı. Kitabın/tezin ortaya çıkışıyla ilgili pek çok etkenden söz edilebilir. Örneğin yüksek lisans tezinde modern nedensellik anlayışına yeni fizikten gelen eleştirileri konu edinmiştim. Oldukça sınırlı da olsa o gün ulaştığım sonuçlar doğa, bilim, din gibi genel olgular hakkında düşünmek için çok daha derinlikli ve uzun soluklu araştırmaların gerekliliğini gösterdi. Kitap bu yönde atılmış adımlardan biri sayılabilir.
Yüzyılları kapsayan düşünce tarihini incelemek, anlamak için neden çalışmanızın merkezine "doğa (nature)" kavramını aldınız?
“Doğa” kavramı “Tanrı” ve “Evren”le birlikte düşünce tarihinin temel sac ayaklarından birisi. Diğerlerinden de işe başlamak mümkün ama ben incelenmesi ve anlaşılması bana nispeten daha kolay gelen doğa kavramını seçtim. İstişare ettiğim hocalarımın ve arkadaşlarımın da bu süreçte epeyce katkısı var tabii.
Bilim Tarihi ve Bilim Felsefesi üzerine yapılmış olan klasik ve genel kabul görmüş dönemselleştirme yerine farklı bir tarihsel tasnife gidiyorsunuz. Buna neden gerek duydunuz?
Düşünce tarihinin çok katmanlı olgular ve olaylar yelpazesinden tek bir noktaya, tek bir parametreye odaklanan çalışmalar için konvansiyonel dönemlendirmeler pek sorun olmayabilir. Ancak mukayeseli çalışmalar için mutlaka kendi probleminize ve yönteminize uygun bir dönemlendirme tercihinde bulunmanız gerekiyor. Bazı çalışmalarda, savunulan argümanlara uysun veya uymasın yerleşik kalıplar sürekli tekrar ediliyor. Ya da tersine, belirli dönemler için kullanılan “klasik”, “modern” ve “çağdaş” gibi sıfatlar neredeyse her alt disiplin tarafından farklı biçimlerde kullanılıyor. Bu tür karmaşıklıkları asgariye indirmek için ben de kendi çalışmama uygun bir dönemlendirme yapmak durumunda kaldım.
17. yüzyıl itibariyle başlayıp 20. yüzyıla kadar etkileri süren doğa düşüncesini genel hatlarıyla "modern doğa düşüncesi" başlığıyla işliyorsunuz. Bu terkipte “modern” kavramının rolü nedir? “Doğa Düşüncesi” ile “Modern Doğa Düşüncesi” arasında temel farklar nelerdir?
Buradaki “modern”i daha çok Aristoteles-Batlamyus dünya görüşünü klasik saydığım için kullanıyorum. Kronolojik gelişim süreci de bu kabulü destekler. Yani klasikten sonra geleni modern saymakta bir beis yok. Öte yandan eğer tarihten bir kesiti ‘modern’ olarak adlandıracaksak, 17. yüzyıl Avrupa’sında yaşanan şey, yani doğa bilimlerinden gündelik pratiklere uzanan kapsamlı dönüşüm ‘modern’ sıfatını daha çok hak ediyor. İkinci soruya gelince, doğa düşüncesi, ister klasik ister çağdaş dönemde olsun, madde, hareket, zaman gibi temel kavramların genel geçer kullanımlarına odaklanırken Modern Doğa Düşüncesi, bu tür kavramların belirli bir tarihte (17. yüzyıl) ve belirli bir coğrafyada (Avrupa) yaşadığı serüvene odaklanıyor.
20. yüzyılda biçimlenmeye başlayan "çağdaş doğa düşüncesi"ni, bilim din ve felsefenin yeniden karşılaşması olarak görmenizin en temel nedenleri nelerdir? Bu "devrim" niteliğindeki yeni gelişmelerin geniş toplum katmanlarında hızla yayıldığını iddia ediyorsunuz. Hangi göstergeler bu iddiayı temellendirmenizde etkili oldu?
Modern dönemin ayırdedici özelliklerinden biri, bilimlerin felsefî bağlamlarından uzaklaşması ve müstakil disiplinler olarak birbirinden ayrışmasıydı. Oysa bugün hiçbir bilimsel kavramın felsefî içerimlerinden bağımsız olarak tartışılması mümkün değil. Aynı şekilde hiçbir felsefî kavram da doğa bilimlerinin güncel sonuçları paranteze alınarak ele alınamaz. Yeniden karşılaşma ile kastettiğim kısaca şu: Bugün Çağdaş Doğa Düşüncesinden söz ettiğinizde, bilim, din ve felsefe alanlarının ortak kesişim kümesinden oluşan karmaşık bir içerikle karşılaşıyoruz. Bunların doğa zemininde yeniden karşılaştığını ileri sürmenin nedeni, her birinin zorunlu olarak doğadan hareket ederek yine doğa hakkında, evren hakkında bir kanaat oluşturmaya çalışması. Öte yandan çağdaş fizikteki olağanüstü gelişmeler, olgu ve olayların en temelde birbirinden ayrılamaz, izole edilemez bir bütünlük içinde ele alınması gereğini ortaya koydu. Bu durum dikkatleri bilim, felsefe ve dinin iç içe geçen karmaşık ilişkilerine yöneltti.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince 20. yüzyılda doğa bilimlerinde yaşanan olağanüstü gelişmeler, eskisine nazaran çok büyük bir hızla toplum katmanlarına, geniş kitlelere yayılıyor. Bunda teorik ve teknolojik imkânların olağanüstü derecede artması kadar, buna eşlik eden toplumsal, siyasi ve kültürel ortamın da rolü var. Dünya tarihinde bilgiye erişimin bu kadar kolaylaştığı ve çeşitlendiği bir dönem bilmiyoruz. Örneğin uzay teknolojilerini ve güncel kozmolojik bulguları NASA’nın yayınlarından izlemek mümkün, mikro evrende süregelen parçacık avı, (CERN’deki deneyler) ilgililer tarafından günü gününe takip edilebilir. Çeşitli parçacıkları veya genetik yapıları internet üzerinden sipariş edip küçük çaplı bir laboratuvarda kendi deneylerinizi yapabilirsiniz. ABD’deki bir tıp dersini herhangi bir tıp öğrencisi canlı olarak takip edebilir, buradaki bir doktor Japonya’daki bir hastanın ameliyatını fiilen gerçekleştirebilir. Yapay zekaların her geçen gün artan kapasiteleri ve kontrol gücü, üretim tüketim ilişkilerini temelden değiştirebilecek potansiyeller taşıyor. Bu kapsamlı etkileşim global ölçekte, tarihte olmayan ve akla hayale gelmeyen yenilik unsurlarına yol açabilir.
20. yüzyıl itibariyle yaşanmaya başlayan yeni bilimsel süreç, bilimi mutlak olarak görenlerle, "bilimin mutlaklığı" kabulüne mesafeli yaklaşan insanların tutumlarını nasıl etkileyecek? Bu iki uç kesim yeni süreçte bilimsel bilgiyi -sizin de savunduğunuz anlamıyla-"diğer bilme tarzlarının" içinde konumlandırabilecek mi?
Belirli bir bilme tarzının mutlaklaştırılması, pozitivizmin zirveye ulaştığı 19. yüzyılın önemli özelliklerinden biri. 20. yüzyılda ise bu defa sarkacın diğer ucuna gidildi. Hemen her türden bilme tarzını aynileştiren, giderek her türden bilme tarzını reddeden anarşist yorumlara şahit olduk. Kitabın son bölümünde bu iki karşıt kutba yönelik analiz ve eleştirilerin yanı sıra benim “nisbi bilim” olarak kavramsallaştırmaya çalıştığım bir önerim de var.
Yeri gelmişken kitabın giriş bölümüne bakıp bu kavramla neyin kastedildiğini biraz açabiliriz: “Aydınlanma ve pozitivizm çağında Newtoncu çerçeveye dayanarak gelişen mutlak bilim, olgu ve olayların tek katmanlı statik bir evrende, mutlak bir uzayda ve mutlak bir zamanda, Öklid mantığına uygun olarak tamlıkla tasvir edilebileceğini, başlangıç koşullarının bilinmesi halinde her türlü fiziksel olgu ve olayın gelecekteki her türden davranışının önceden belirlenebileceğini varsayar. Nisbî bilim ise seçilen aksiyomlar doğrultusunda, tutarlı bir kavramsal çerçeve içinde ifade edilebilen; belirlenen limitler dâhilindeki olgu ve olayları sistematik bir bütünlük içinde ilişkilendirip açıklayabilen, araştırılan problemler hakkında azamî derecede tutarlı ve tatmin edici sonuçlar veren, ancak belirlenen sınırların dışına taşıldıkça tahmin gücü zayıflayan, dolayısıyla kategorik olarak mutlaklık iddiasında bulunamayan bir analiz/açıklama/tasvir aracıdır. Buna göre bilim, herhangi bir dünya görüşü ya da ideolojiyi doğrulayacak veya yanlışlayacak şekilde belirli aşamalardan geçerek kaçınılmaz bir sona ilerleyen mütehakkim bir güç, bilimlerin tarihi de bu gücü desteklemek üzere ihtiyaç duyulan delil ve argümanları sağlayan bir payanda değildir.”
Çalışmanızda kuantum teorisine getirilen yorumları da ele almışsınız. Paris Okulu'nun Kuantum Teorisi'ni yorumlayışı mutlak bilim anlayışının aşılmak istenmemesinin bir sonucu olarak da okunabilir mi?
Evet okunabilir. Kuantum Teorisi, kimi popüler yorumların ima ettiği tarzda her kapıyı açacak bir maymuncuk değil, sonuçta belirli sınırları, yasaları, temel varsayımları olan bir fizik teorisi. Hemen her teori gibi birbirinden farklı ve zıt yorumlara da açık. Bunlardan biri olan Paris Okulu da kuantum teorisini modern dünya görüşünü temelden zedelemeyecek şekilde yorumlamaya çalışıyor, örneğin modern/Newtoncu nedensellik yaklaşımını ısrarla korumaya çalışıyor. Kopenhag Okulu ise tersine neredeyse indeterminizme varan yeni bir nedensellik yorumu getiriyor.
Son kısımda ele aldığınız, bilim-din ilişkisi bağlamında var olan; çatışma, bağımsızlık, diyalog, entegrasyon tartışmalarında baz alınan dinin Hristiyanlık, bilimin de modern bilim olduğunu söylüyorsunuz. Peki, neden uzun bir zaman İslam’ın müntesipleri bu tartışmaları kendi tecrübeleriymiş gibi tartışıp, sayılan bu tavırların içinde yer almaya çalıştılar?
Hemen her millet gibi Müslümanlar da diğer kültürler ve coğrafyalarla hemen her alanda etkileşiyor. İlk bakışta bu etkileşimin başlangıç ve ağırlık noktasının askerî ve siyasi olduğu anlaşılıyor. Ancak biraz daha dikkatli bakıldığında bu etkileşimin diğer ucu, bize en aykırı gelen düşünme tarzlarına kadar çıkar. Herhangi bir dünya görüşünün global etkileşimlerin dışında ve ötesinde kendi serüvenini bir biçimde sürdürebileceğini, korunaklı bir alanda, ilkelerini ve ritüellerini değiştirmeksizin saadet içinde yaşayabileceğini tahayyül edebilirsiniz, ancak bunun, yani tarihsel koşullardan izole edilmiş bir dünya tasavvurunun bir tür idealizasyon olduğunu unutmamak lazım.
Eğer dünyanın bir yerinde birisi atomun parçalanacağını ispatlamışsa, birisi genetik şifrenizi çözmüşse, birisi biyolojik türlerin sabit değil değişken olduğunu ortaya koymuşsa artık bunlar hiç yokmuş ya da olmamış gibi davranamazsınız. Yoğunlaşma ve seyrelme süreçleriyle tarif etmeye çalıştığım bu tür büyük etkileşimler ve dönüşümler sonrasında sadece yaşam pratiklerinizi değil, değer dünyanızı bile yeniden kurmak zorunda kalabilirsiniz. O halde bir mesele hakkında nihai bir tutum belirlemeden önce bütün realitelerle yüzleşmek, bütün seçenekleri göz önünde bulundurmak, her türden meydan okuma karşısında hazırlıklı ve donanımlı olmaktan başka çare yok.
Bilim tarihini, bilim-din, fizik-metafizik, doğu-batı gibi keskin karşıtlıklar üzerinden okumak yerine farklı “seyrelme” ve “yoğunlaşma” tarzları olarak okumak gerektiğini savunuyorsunuz. Bu ne kadar mümkün? Geride bıraktığımız birkaç yüzyıl, modern bilimin ortaya çıkardığı paradigma sonucu birçok toplumun mağdur edilmesiyle sonuçlandı ve hâlâ süreç devam ediyor?
Tespit edebildiğimiz kadarıyla içinde mağduriyetleri ve kazanımları aynı anda barındırmayan, içinde kötülükleri ve iyilikleri bir arada bulundurmayan hiç bir yoğunlaşma tarzı yok. Gelecekte bir gün kaybedeni olmayan bir zaferi düşlemek, adı üstünde sadece bir düş. Sonuçta bilim anlayışlarını, hayat tarzlarını, en genel anlamda medeniyetleri kategorik olarak iyi veya kötü olarak ayırmak, keyfî sıfatlarla damgalamak tutarlı da değil, faydalı da. Bugün bizim bulunduğumuz yerden bakıldığında hâkim paradigmanın haklı olarak zaafları ve ‘kötülükleri’ hissediliyor. Muhtemelen başka açılardan da başka hususiyetleri öne çıkıyordur.
Zaman geçtikçe işler de, bizim kanaatlerimiz de, ve nihayet ‘biz’ de değişebiliriz. Sonuçta bu konularda verilecek kararlar ister istemez değer bağımlı, coğrafya bağımlı, lokal kararlardır. Buna rağmen her yoğunlaşma tarzının kendine mahsus bir kimlik inşa etmesi, kimliğine ve şartlarına uygun bir “makuliyet alanı” oluşturması, bu alanı diri tutacak bir takım siyasi, kültürel, iktisadî tercihlerde bulunması ve kendini var eden değerler için sonuna kadar mücadele etmesinden daha doğal bir şey de yoktur.
Peki, bundan sonrası için hangi konulara yoğunlaşma isteğiniz var? Başka kitaplaşacak çalışmalarınız var mı?
En genel anlamda benim ilgilendiğim problem alanları doğa, bilim ve dinin etkileşim noktaları. Çağdaş Doğa Düşüncesi, bunlardan birincisiyle ilgiliydi. Bundan sonraki çalışmalar ve muhtemel kitaplar da muhtemelen geriye kalan iki kavramla ilgili olacak.
Türkiye'de ve dünyada hangi ilim adamlarını, entelektüelleri takip etmeye gayret ediyorsunuz?
Ben daha çok kavramlar ve problemler üzerinden okumayı tercih ediyorum. Bu da bana hemen her dönemi, her coğrafyayı eşzamanlı olarak kesen çok renkli ve geniş bir yelpaze sunuyor.
Bu sene Bilim ve Sanat Vakfı'nda ve Şehir Üniversitesi’nde hangi dersleri vereceksiniz? Başka özel ders ve seminer çalışmalarınız olacak mı? Sormakta mahzur yoksa nelerdir?
Bilim ve Sanat Vakfı’nda uzun yıllardır pek çok mesele gibi, burada konuştuğumuz konularda da seminerler, dersler, atölyeler, yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Bu dönem için kesinleşmiş bir ders yok ama genel olarak doğa ve bilim felsefesi etrafındaki okumalarımız, tartışmalarımız devam edecek. Şehir Üniversitesi’nde ise bölüm derslerinin dışında “Understanding Nature and Knowledge” başlıklı bir ortak dersim var.
Çok teşekkür ediyorum vakit ayırdığınız için.
Ben de teşekkür ediyorum.
Hacer Kor konuştu