Velûd bir şair, yazar Mustafa Uçurum. Aynı zamanda Milat gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Tokat’tan yurda açılan kocaman penceresinde edebiyata dair hangi taşın altını kaldırsak onun kalemine değiyor elimiz. Edebiyat dergileri okuyorsanız zaten bu kelamlar da girizgâh olsun diyedir efendim, zira sözü daha fazla uzatmadan çekime geçmek istiyorum bendeniz.
Mustafa Uçurum, daha çok Şairin Aynası isimli ödüllü deneme kitabı ile konuşuluyor son zamanlarda. Elbette söz konusu eser çok kıymetli olmakla beraber buna başka bir yazımda değinmeyi tercih ediyorum ben.
Bir kitabın içeriği kadar kapağının da güzel ve anlamlı olmasının, siz nerede durursanız durun seyircilerinizi en çok ilgilendiren bir durum haline dönüştüğü çağlardayız. Deneme Çekimi; başlık çok önemli, kitabın kapağında film ruloları var, baskın renk ise yeşil. Eserde yer alan, okurken bizi alıp götüren manzaralar var filmde. “Bu neyin çekimi?” diyor insan yine de. Kitabı okurken bir iç yolcuğuna çıkıyoruz; manzaraları hızlı bir tren penceresinden akıp gidercesine izliyoruz. Kahvenizi yanınıza alıp, çimlere bağdaş kurmanızı öneriyorum. Tatlı tatlı bir deneme kitabı okurken yazarla sohbet ediyor fakat bir yandan da hesaba çekiyoruz hayatın gözümüze çaldığı sürmeleri.
Usta kalemin elinden çıkan kitap “Baharımızı Kaybettik” diye başlıyor. Başlık hesap sorsa da deneme, baharı yaşatarak başlıyor, yumuşacık sesiyle. “Bahar kurtuluştur, ferahlıktır, doğanın ve insanın derin nefes alışıdır. Hiçbir mevsimin gelişi bahar gibi görkemli olamaz.” diye sevdirirken, birden “baharsız kaldık” deyince kuşlar uçuyor yüreğimizden. “Havalar karıştı. Baharın tadı kalmadı…” şeklinde devam ediyor deneme. Ümitsizliğe yer yok Uçurum’un kitabında. “Bir müjde, bir kurtuluş reçetesi” diyor “Yeter ki yeniden açsın baharımız. Tekrar tekrar uyanalım muştulanmış bir bahar sabahına.” sözleriyle okuru küstürmeden bitiriyor son paragrafı.
Her deneme yeni bir kapıyı açıyor
“Bana Bir Masal Anlat” diyor yazar. Günümüz insanının kendine vakit ayıramadığından, masallara asıl şimdi ihtiyacımız olduğundan söz açıyor. Yazar, umudu ve hayali de beraberinde getiren masal dünyasına çevirdiği objektifini, bugünkü çocukların odalarına yöneltiyor. Geçmişin idealize kahramanlarıyla bugünün subliminal düşmanlarını düşündürüyor okura. Masal anlatmaya davet ediyor bizi, en çok da ebeveynleri.
“Beklemek” adlı metne de diğerleri gibi tertipli cümlelerle giriyor. Bu başlığın halesinde döndürüyor önce bizi. Ardından, içine davet ediyor metnin, birlikte düşünelim, der gibi. Geçmişi yâd etmek, geleceği beklemek ve uçup giden zaman, diyor. En güzel zamanın şimdi olduğuna karar veriyor. Yazarın çektiği filmde kendimizi izliyoruz: “Umudun ikiz kardeşi gibidir beklemek.” Alıntılarla ve şiirsel kalemiyle destekliyor düşünceleri. Coşuyor; coşuyoruz. Silik yüzlerin, uyuyanların, örtülerin ardında saklananların yüzlerine su çarpıyoruz. “Bismillah” diye bitiyor çekim. Ab-ı dest aldığımızı hissediyoruz umutla doğan yeni bir güne.
“54”te “insanın bir şehri olmalı.” diyor. 54 plakalıdır Uçurum’un şehri. “ Kazandığım zaferleri, yenilgilerimi, şehrin gürültüsünü, uğultusunu bırakıp bir dağ yalnızlığına düşmek istemiştim.” diyen yazar, şehirlerin içine yıkılmaz setler çektiğinden yakınır. “Bir uçurtmanın ipine tutunup ne kadar rüzgâr varsa hepsine kendimi kaptırmak için dağ, tepe demeden koşuşmalarım vardı. Bir oltanın ucunda Sakarya nehrinin sularının çağıltısında beklemek denen sabrı öğrendiğim çok olmuştu.”der. “Beni kitaba yaklaştıran şehirdir Adapazarı.”sözleriyle Mustafa Uçurum için önem arz eden güzellikleri okuduğumuzu zannederiz. Hâlbuki o “Acaba bizim şehrimiz var mıdır, varsa hangisidir ve neden bizim olmuştur, beklemek denen sabrı öğretti mi hayat bize, çocukluğumuz bir uçurtmanın ipine tutunup rüzgârlara kapılabilecek özgürlükte geçti mi, ya zamane çocukları? şeklinde yeni yeni denemeler fikrine atar okurunu.
Deneme ile şiirin kardeşliği
Şiir gibi yazar Mustafa Uçurum, o deneme yazsa da şiir olur akar mısra mısra düşünceler.
“Bu çocuklara anlatmalı her şeyi” “Hazırlıklı olmak lazım. Güneşi, sıcağı, savaşı ve erken gelecek ölümleri ayakta karşılamalı.” “ Bir şehrin betonlarla dolu olması kalpleri de katılaştırır mı? katılaştırır.” “Büyük bir nefes çekmeliyim içime. Bir yokuş daha çıkmak için dağıtmalıyım efkârımı. Adımımı saymalıyım yürürken. Rüyalarıma yorumlar getirmeliyim. Bir kez daha çıkmalıyım yokuşu.”
“Gittiğimiz yol doğru olduktan sonra sahne dışından gelen ‘bunlar boş iş’ laflarına aldırmadan bir sayfa daha çevirmeliyiz kitabımızdan” diyerek yola nasıl kararlı kuşanacağımızı işaret eder.
“Bir Dönüşle Dönüyoruz” adlı denemesinde Filistin için haykırıp ayağa kaldırır yüreklerimizi. “Bir şehir ancak yıkıkken sevilir.”sözleriyle derinleşir bakışlarımız. “Sustukça nehirler çağlamayacak, kuşlar göç etmeyi unutacak. Bir baba evine dönmeyecek, bir tank gelecek ve dağıtacak çocukların oyununu.” Kitabın bütününe bakınca hayatta güzel olan, umut veren ne varsa ters yüz. Bu, metinler arası bilinçli bir örgü olmalı diye düşündürüyor. Bardağın en karanlık yerinden baktırırken, Uçurum “Filistin kalbimiz ol!” nidalarıyla nabzımızı yükseltir ve onun ırmağında vazgeçilmeyecek olanın coşkusuna dalarız.
Yazar “Çocukluk Denen Cennet” isimli denemesiyle, bir zamanların çocuklarına boyar kalemini. Daha yüzümüzdeki tebessüm bitmeden de tembih eder:
“Salıncakta göklere savrulan, lunaparkta oradan oraya koşturan, bir uçurtmanın ipine sımsıkı tutunan, kumsalda kumdan kaleler yapan bir büyük gördüğünüzde, şaşırmayın lütfen.” derken, çocuklaşmanın ne çok elzem olduğunu ekler fikrimize. “içimizdeki gizli yerlerde kıvrılıp yatan bir çocuk varsa onu ara sıra salalım sokaklara” sözleriyle metni taçlandırıp kapatır.
“İç Savaş”ta kendi kendine çatışan bir şairin sesi dökülür kalemden. Birtakım şeylerin değişmiyor oluşuna içerlerken “ İnancı olmayanın hayatta tutunacak hiçbir dalı yoktur.” diyerek değişmezleri de vurgular. Şiir gibi birkaç pürüzsüz paragrafta çekişir içiyle. Sonra şiiri şiire bağlar; Orhan Veli’ye. Sonra tekrar çekişir dörtnala, ardından, şiirin yağmur tıpırtısı ayak sürüyüşleri… Klasik bir musikinin aniden yükselip birden yavaşladığını işitiriz. Adeta yazarın kalbinin ritmidir duyduğunuz. Sonra zaferi kazanmış bir iç savaşçısının gözünden renklendirilmiş hayatın heyecanına yükselir ritim. Buradan toprak rengini seçer kendine yazar. Diğerlerinin boyalı olduğunu söyler. Bir kıvılcımda olsa yanmaya kendinden başlayacağını dillendirirken “Şimdi bana, gücünü benden alacak bir şimşek gerekiyor.” diyerek düğümler zihinlerimize bir kıvılcım olup yangın çıkarmak arzusunu.
“Ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen kişi önce kendinin sonra da herkesin yabancısı olur. Eğreti olur hayata karşı.” Hayata eğreti olmak, diyor Uçurum. İster istemez altımızdaki iskemleye bakıyoruz biz de. Hayata karşı sağlam bir duruş için kurtuluş reçetelerini de sıralar: “Cemil Meriç’in Doğusu, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su ve Sezai Karakoç’un dirilişi bizim için en büyük rehber olmalıdır.” Bu cümlelerden anlıyoruz ki şairimiz aynasını çok daha önceden bulmuş, bu kitabı yazarken yahut çok daha önce “Şairin Aynası”nı da zihninde tasarlamıştır.
Şehir ve kent kavramlarını kıyaslayan yazar “Şehrin ucunda kıyısında biraz da olsa Anadolu vardır. Bir ağaç gölgesi şehrin bir yerlerinde sizi bekleyebilir.” derken bizi yine umutsuz bırakmaz. Bu teşhisle anlıyoruz ki ağaç Anadolu’dur ve Anadolu da ana kucağıdır adeta.
Orucun bir devrim olduğunu söyler bize. Bu devrimin nasıl sürekli hale gelebileceğini anlatır. “Parçalanmış Ayak Sesleri” ile şairin adımlarını duyarız. Modernize bir Mecnun’un arayışını, çölde değil ancak önüne çıkan duvarlara karşı mücadelesini okuruz.
Bir şairle oturup sohbet etmek isterseniz yemyeşil bir köşeye bağdaş kurup Deneme Çekimi’ni okumanızı tavsiye ederim. Yok, böyle bir köşem derseniz kentin betonları arasında olsanız bile güneş gelip sizi saracaktır.